En son konular | » Knıght Online Oynayanlar...Çarş. Haz. 30, 2010 11:27 pm tarafından kortel » DomuzSalı Haz. 29, 2010 10:31 pm tarafından xxReDoLxx» 3 Dakika ÖnceSalı Haz. 29, 2010 10:31 pm tarafından xxReDoLxx» Bir Çanak AyranSalı Haz. 29, 2010 10:27 pm tarafından xxReDoLxx» Arka KapıSalı Haz. 29, 2010 10:26 pm tarafından xxReDoLxx» Nereden anladınSalı Haz. 29, 2010 10:26 pm tarafından xxReDoLxx» Yesekmi?Salı Haz. 29, 2010 10:25 pm tarafından xxReDoLxx» No.160Salı Haz. 29, 2010 10:24 pm tarafından xxReDoLxx» ÖdülSalı Haz. 29, 2010 10:22 pm tarafından xxReDoLxx |
|
| Dinler Tarihi | |
| | |
Yazar | Mesaj |
---|
Programcı Administrator
Mesaj Sayısı : 818 Tecrübe Puanı : 9432 Rep : 1002 Yaş : 28 Nerden : Ankara
| Konu: Geri: Dinler Tarihi Çarş. Haz. 23, 2010 11:44 am | |
| Manicilik
Manicilik (Manihæism, Manihaism) III. yüzyılın son yarısında Mani tarafından kurulmuş bir dindir. O güne dek bilinen tüm dinsel sistemlerin gerçek sentezi olduğu ileri sürülmüştür. Manicilik aslında Zerdüşt Düalizmi, Babilonya folkloru, Buddhist ahlâk ilkeleri ve Hıristiyan unsurların bir karışımından oluşmaktadır. Bu bileşimde önde gelen anlayış iki ezelî ilkenin, iyi ve kötünün, çatışmasıdır. Bu bakımdan din tarihi araştırmaları, Maniciliği bir tür dinsel Düalizm (ikicilik) olarak sınıflandırmışlardır.
Bu din, hem Doğu'ya, hem de Batı'ya doğru olağanüstü bir hızla yayılmış; Kuzey Afrika, İspanya, Fransa, Kuzey İtalya ve Balkanlar'da bin yıl süre ile dağınık ve süreksiz biçimde varlığını devam ettirmiştir. Oysa, asıl gelişimini doğduğu topraklar olan Mezopotamya, Babilonya ve İran'da gerçekleştirmiş ve Doğu'da etkisini X. yüzyıldan sonralara kadar sürdürdüğü Türkistan, Kuzey Hindistan, Batı Çin ve Tibet'e kadar yayılmayı başarmıştır.
Mani'nin Yaşamı
Mani (Manys, Manytos, Manentos, Manou, Manichios, Manes, Manetis, Manichæus) özel bir isim değil, bir saygı ifadesi ya da bir unvandır. Mani sözcüğünün Aramîce kökeni olan "Mânâ", ışık anlamına gelmektedir. Mandeen (Sâbiîlik) inancında bir cin olan "Mânâ Rabba" ise "Işık Kralı" demektir. Bu bakımdan Mani sözcüğünün tam anlamının "aydınlatan" olduğu genelde kabul edilmiştir.
Mani'nin gerçek adının bilinmemesine karşın, babası ve ailesi hakkında kesin bilgiler mevcuttur. Babasının adı Fâtâk Bâbâk (Patekios, Patticius, Paftig, Arapça Futtûk) idi ve eski Med başkenti olan Ecbatana (Hamadan) kökenli bir aileden geliyordu. Karısı, yani Mani'nin annesi ise soylu Arsakî hanedanı ile akraba olan Marmarjam'dı.
Mani, 14 Nisan 216 tarihinde Babilonya'ya bağlı Mardinu kentinde (Mardin) dünyaya geldi. Fâtâk güçlü dinsel eğilimlere sahip bir kişi olmalıydı, zira bir süre sonra Ecbatana'yı terk ederek, Güney Babilonya'da bulunan "Menakkede" (Arapça Mugtasıla) adlı bir Mandeen tarîkatine katıldı ve küçük oğlunu bu inançlara göre yetiştirdi. Mani'nin babası da, din reformu taraftarı olarak önemli etkinliklerde bulunmuş ve adeta oğluna öncülük etmiştir Mani dinsel eğitiminin yanısıra gençlik yıllarını nakkaşlık öğrenerek geçirmiştir.
Mani'nin içinde büyüdüğü bu tarîkat hakkında pek ayrıntılı bir bilgi mevcut değildir. Bir tür su ile arınma yani "vaftiz" uygulamasına sadık oldukları biliniyor. Tarîkat üyeleri, günahlarından arınmak için hergün abdest alıyorlar ve yiyeceklerini de su ile temizliyorlardı. Ayrıca, et yemiyorlar ve şarap içmiyorlardı. Her üye kendine ayrılmış bulunan tarlada çalışmak zorundaydı. Tarîkat'in yerleşik ve tarımsal görünümü bir Yahudi tarîkati olan Esseneler'i andırıyor. Bu benzeşimi güçlendiren diğer bir öge de, kendi dinsel inançlarını tıpkı Esseneler gibi "Yasa" (Nomos) olarak adlandırmalarıdır. Diğer önemli bir unsur da, bu tarîkatin, bir Yahudi uygulaması olan "Sabbat" gününe riayet etmesidir.
Mani, 20 Mart 242 günü Gundeşapûr kentinde I. Şahpur'un tahta geçme törenleri için ülkenin her yanından toplanmış bulunan kalabalığa öğretisini ilk kez ilân etti. "Nasıl Buddha Hindistan'a, Zerdüşt İran'a ve İsa Batı topraklarına geldiyse, işte şimdi ben, Mani, Babilonya topraklarında Gerçek Tanrı'nın habercisi olarak peygamberliğimi duyuruyorum." Mani'nin bir süre sonra ülkeyi terk etmek zorunda kalmış olması, önceleri pek başarılı olamadığını kanıtlıyor.
Mani, uzun yıllar süresince çeşitli ülkeleri gezerek öğretisini yaydı, Türkistan ve Kuzey Hindistan'da Manici topluluklar kurdu. Nihayet İran'a geri döndüğünde, Şah I. Şahpur'un kardeşi Perviz'i kendi inancına çekmeyi başardı. Mani, en önemli yapıtlarından biri olan "Şahpurikan"ı Perviz'e ithaf etti. Perviz, Mani'nin Şahın huzuruna kabul edilmesini sağladı ve böylece Mani I. Şahpur'a dinsel mesajını aktarma fırsatını buldu.
Ancak, bir süre sonra Mani tekrar bir kaçak olarak yollara düştü. Farklı yörelerde kendi inancını yayma çabasını sürdürdü. Bu geziler sırasında, öğretisini yayan ve güçlendiren uzun mektuplar kaleme aldı. Bu dönemin sonunda yakalanarak hapse atıldı ve ancak 274 yılında I. Şahpur'un ölümü üzerine özgürlüğe kavuşabildi.
I. Şahpur'un yerine geçen oğlu I. Hürmüz, Mani'ye destek oldu. Ne var ki, I. Hürmüz'ün saltanatı yalnızca bir yıl sürebildi. 274 yılında Şahpur'un diğer oğlu Behram tahtı ele geçirdi. Bu saltanat değişimi Mani'nin sonunu hazırladı, zira Mazdeizm'e bağlı olan yeni Şah, her türlü yabancı inancın koyu bir düşmanıydı. Yeni Şah I. Behram, Mani'yi çarmıha gerdirdi. Mani yandaşlarını yıldırmak amacıyla cesedi parçalandı, derisi yüzüldü, içine saman doldurularak kent kapısına asıldı. Mani'nin ölüm tarihi 276-277 yılları olarak biliniyor.
Öğreti
O dönemden günümüze kalabilen resmî belgeler Mani'yi bir din sapkını ve bir şarlatan olarak tanıtıyorlar. Ancak, XVIII. yüzyıldan başlayarak yapılan araştırmalar Mani hakkında tüm bilinenleri değiştirdi. Artık Mani, kimilerine göre yeni bir din kuran bir bilge, kimilerine göre de çeşitli dinsel öğretilerin, Zerdüşt inancının, Buddha'cı ahlâkın, Mithra kültünün ve Hıristiyan öğretisinin bileşimini gerçekleştirmiş bir dehâdır.
Özellikle XX. yüzyılda gerçekleştirilen bazı buluşlar, Mani'nin yaşam öyküsünün tümüyle gözden geçirilmesini gerektirdi. Ortaya çıkarılan ve Mani tarafından bizzat yazılmış olduğu savunulan bu yeni belgeler, Mani'yi insanlığın kurtuluşunu müjdeleyen bir peygamber olarak göstermektedir. Mani, insanlığın dinsel kurtuluşunun tarihsel bir akış içinde en önemli aşamalarını sıralarken, kendi öncülleri arasında Enoch'u, Nuh'un oğlu Sam'ı, Buddha'yı, Zerdüşt'ü ve İsa'yı saymıştır. Mani, bu yazılarda, İsa'nın yaşamının belli başlı olaylarını özetlemiş, Havariler'in çabalarını, Paul'un misyonunu, Hıristiyan Kilisesi'nin yaşadığı krizi ve dünyayı düzeltmek için uğraş vermiş olan Marcion ve Bardanes gibi gnostikleri anlatmıştır Nihayet, İsa'nın müjdelemiş olduğu "Paracletos"un, yani bizzat Mani'nin döneminin geldiğini ilân etmiştir.
"Paracletos" sözcüğü, Ruhulkudüs'e verilen bir isim olarak Yuhanna İncili'nde geçmektedir. "Paracletos"un din dışı anlamı "şefaat eden, aracı, arabulucu" biçimindedir. Özellikle, İsa'nın veda konuşmalarında "Avutucu, Gerçek Ruh ve Kutsal Ruh" adı altında sıkça yer almaktadır. (Yuhanna XIV/16,26 - XV/26 - XVI/7)
Manicilik'te gerçek gizem, köktenci ve evrensel Düalizmdir. Manici inanca göre bu gizem, Mani'nin ruhsal ikizi olan Paracletos tarafından Mani'ye aktarılmış ve Mani de bu gizemi öğretmekle görevlendirilmiştir. Mani, on iki yaşındayken ilk kez göksel bir ziyarete tanık olduğunu ve ilk ilâhi açıklamaları aldığını ileri sürer. Arap tarihçisi en-Nedîm'e göre bu ziyareti yapan "et-Taum" (ikiz anlamına gelen Nebatîce bir sözcük) adlı bir melektir. Bu melek Mani'nin ikizi ya da ruhsal eşi olup, onu eğitip görevine hazırlayacak olan Paracletos'tur.
Mani'ye göre Zerdüşt, Buddha ve hatta İsa'nın başarılı olamamalarının nedeni, kendi öğretilerini yazıya geçirmemiş olmalarında aranmalıdır. Bu düşünce ile Mani, herkesçe anlaşılabilen basit bir dil kullanarak kendi öğretisini yazıya dökmüştür. Manici yazıların halktan gördüğü yoğun ilgi, Maniciliğin karşısında olanların ve özellikle Hıristiyan Kilisesi'nin neden bu yazıları yok etmeye çalıştıklarını açıklamaktadır. 279 Yılında, Roma İmparatoru Diocletianus, İskenderiye kentinde tüm Manici yazıların yakılmasını buyurmuştur. Buna benzer yok etme çabaları yüzyıllarca sürdürülmüştür. Halbuki, İsa'dan sonra II. yüzyılın ortalarında İran'da doğan Manicilik inancı, henüz ilk yüzyılını tamamlamadan Doğu ve Batı'ya yayılmayı başarmıştı ve doğal olarak karşısındaki en büyük rakip Hıristiyanlıktı.
Manicilik ile Hıristiyanlık arasında uzun ve sert bir kavga cereyan etti. Hıristiyanlık bu kez karşısında, akılcı yöntemleri ve başarılı diyalektik çözümlemeleri olan, Hıristiyan Kilisesi modeline uygun örgütlenen ciddi bir hasım bulmuştu. Her geçen gün, Manicilik karşıtı kilise kuralları, devlet buyrukları ve düalist öğretileri kötüleyen yapıtlar çoğalıyordu.
Hıristiyan Kilisesi, Manicilik karşısında geçirdiği korkuyu bir daha asla unutamayacak, yüzyıllar boyunca karşılaştığı her düalist hareketi Maniciliğin bir devamı ya da hortlaması olarak kabul edecekti. Aradan uzun yıllar geçmiş olmasına karşın Vaudois'lar, Kathar'lar, Tampliye'ler Manicilik ile suçlanacaktı. Artık, Hıristiyan Kilisesi'nin gözünde her sapkın inanç Manicilik olarak yaftalanacaktır. Bu suçlamadan ne Luther, ne de Calvin kendini kurtaramayacaktır. Oysa, Luther kendi yandaşları tarafından Kilise'nin Maniciliğe karşı son savunucusu olarak gösterilmiştir.
Batı'daki Reformasyon hareketinden sonra, her ne kadar Kilise'nin dogmatik tutumunda önemli bir değişim olmadıysa da, Maniciliğin araştırılması ve daha iyi anlaşılması çabaları başladı. Manici belgelerinin incelenmesi, Doğu ile Batı'yı Zerdüşt ile İsa'yı birleştirmeye uğraşmış bir bilgenin varlığını gösteriyordu. Zamanla, eski İran ve Hind inançlarının daha iyi anlaşılmasıyla, Maniciliğin kaynaklarına dair yeni açıklamalar elde edildi. Maniciliğin temel öğretisi olan gnostik düalizmin eski Zerdüşt inançlarının yanısıra, Hind öğretilerinde kök bulduğu ortaya çıkarıldı. Böylece Manicilik; köktenci düalizm, Doğu pagan inançları ve doğacı dinlerden kaynaklanan, Zerdüşt'ten yola çıkarak düzenlenmiş ve İncil kalıbına dökülmüş bir gnostik Asya inancı olarak tanımlandı.
Assyrioloji'nin gelişimi Manicilikte yeni nitelikler bulunmasını sağladı. Böylece, Maniciliğin en eski köklerinin Kalde ve Babilonya'nın eski inançlarında yer aldığı anlaşıldı. Sonuçta Mani dininin, Mezopotamya -İran düalizmi üzerine temellenen ve evrensel bir din niteliğine ulaşabilmek amacıyla Buddhizm ve Hıristiyanlık'tan aktarmalar yapan bir "syncretist" (bağdaştırmacı) inanç olarak Doğu'ya ve Batı'ya doğru genişlediği belirlendi. Bu genişleme, Hıristiyanlığın ilk yüzyıllarında tam anlamıyla etkindi ve ancak İslâm tarafından kesin olarak durdurulacaktı. Kısacası Mani, Zerdüşt inancının da kaynağı olan Kalde-Babilonya potasında, Buddhist ahlâk ilkelerini ve Hıristiyan öğretisini harmanlayan bir bilgeydi.
Ortaya çıkarılan son bulguların ışığında, Manicilik bir büyük din olarak değerlendirilebilir. Üstelik "kitaplı" bir din, bir misyoner dini, örgütlenmiş bir din, tüm büyük dinleri kendinde eritmek isteyen evrensel ve nihaî bir din. Ancak tüm bu niteliklerden daha önemlisi, herşeyin başına iki ezelî ve karşıt iki ilkeyi, Işık ve Karanlığı yerleştirmiş olan ve İsa'nın gelişini müjdelediği "Paracletos" tarafından gizemleri açıklanan köktenci bir "gnosis"tir Manicilik. Tüm yaşamı ve tüm bilgileri içerdiğini ileri süren bir toptancı gizem dinidir. İsa başarısız olmuş, Aziz Paul ile Marcion'un çabaları boşa gitmiştir. Gerçek Kilise'ni yeniden düzenlemekle görevlendirilmiş olan Paracletos-Mani zuhur etmiştir.
Örgüt ve Ritüel
Maniciliğin örgütlenmesinde de Marcion örnek olarak alınmıştır. Maniciler iki sınıfa ayrılmışlardır: gizeme ulaşmış olanlar ile sıradan inananlar ya da Mani'nin adlandırdığı gibi "Seçkinler" (ya da Yetkinler) ile "Dinleyenler". Manicilik'te kadınlar da seçkinlerin arasına kabul edilirdi. Bir tür ruhban sınıfı olan seçkinler, çok zorlu hazırlık dönemlerinden ve çetin inisiyasyon törenlerinden geçirilirlerdi. "Consolamentum" (Teselli) adı verilen inisiyasyon törenine pek önem verilirdi. Bu aşamadan sonra, seçkinler "Tanrısal Işık" ile dolarlar ve artık bu ışığı dünyevî nesnelerle kirletecek eylemlerden kaçınırlardı. Evlenmezler, mülk sahibi olamazlar, et yemezler, şarab içmezlerdi. Tarım işlerinde çalışmamalı, hatta ekmeği bile doğramamalıydılar. Günlük yiyecekleri ve yalın giysileri ile gezgin bir yaşam sürmeliydi seçkinler.
Seçkinlerin ilkeleri, Buddhist keşişlerin disiplinine şaşırtıcı ölçüde yakındı. Arada bulunan tek fark, Manici seçkinlere yerleşik yaşamın yasak olmasıydı. Seçkinlerin yaşamı oldukça zordu. Yaşamları üç mühürle bağlıydı: ağız, el ve gönül mühürleri...İlk mühür, tüm kötü yiyecekleri ve kötü sözleri yasaklardı. İkinci mühür, canlı varlıkların içinde saklı bulunan ışığa verilebilecek her türlü zararı engellemek içindi; adam öldürmek, hayvan öldürmek, hatta meyva koparmak bile yasaktı. Üçüncü mühür, Manicilik inancına ve temizliğine karşı çıkan her türlü düşünceyi yasaklamaktaydı.
Doğal olarak, seçkinlerin sayısı pek azdı. Tarihte ün kazanmış seçkinlerin son derece az sayıda olması da garipsenebilir. Maniciliğe bağlı olanların büyük çoğunluğu "Dinleyiciler"den oluşuyordu. Bunlar yalnızca Mani'nin "On Emri" ile bağlıydılar. Bu on emir sırasıyla puta tapmayı, namussuzluğu, cimriliği, her türlü öldürme eylemini, zina yapmayı, hırsızlığı, yalancılığı, büyücülüğü, ikiyüzlülüğü ve Maniciliğe ihaneti yasaklıyordu. Sıradan inananların ilk görevi seçkinlere neredeyse tapınma derecesine varan bir saygı beslemekti. Dinleyiciler sık sık seçkinlerin önünde diz çökerek kutsanma talep ederler, buna karşılık sebze ve meyva verirlerdi. Herkes için geçerli olan diğer dinsel görevler dua ve oruçtu.
Dua öğle, akşamüstü, gün batımında ve güneş battıktan üç saat sonra olmak üzere günde dört kez zorunluydu. Gündüz duaları güneşe dönerek yapılır, geceleri ise aya bakarak dua edilirdi. Ne güneşin, ne de ayın görünmediği günlerde dua yönü kuzeydi. Dua etmeden önce uygulanması kesin koşul olan bir arınma riti vardı. Arınma işlemi su ile, ya da su bulunmazsa toprak ile yapılırdı. Oruç zamanlaması da tıpkı dua gibi doğrudan astronomik olgulara bağlıydı. Haftanın ilk günü güneşin onuruna (Sunday?) herkes oruç tutardı. Seçkinler, haftanın ikinci günü de (Monday?) ay onuruna oruç tutmakla sorumluydular. Ayrıca her yeni ayda, herkes ik gün oruç tutardı.
Maniciliğin diğer rit ve törenleri hakkında bilinenler pek az. Mani'nin ölüm yıl dönümünde gerçekleştirilen "Bema" töreni Maniciliğin en büyük kutlaması olarak biliniyor. Bu törende sürekli dua edilir ve kutsal yazılar okunurdu. Beş basamakla çıkılan bir platformun üzerine boş bir taht yerleştirilirdi. "Bema" töreninin diğer ayrıntıları ne yazık ki bilinmiyor. Ayrıca, Manicilikte vaftiz uygulamasının olduğu da kesin, fakat bu konuyu içeren kutsal yazılar kayıp olduğundan, Manici vaftiz töreninin hiçbir ayrıntısı bugün bilinmiyor.
Doğu'daki Etkileri
Hem Roma İmparatorluğu'nun, hem de İran'da Sasanîler'in baskısına karşın, Manicilik hızla yayıldı. İran'ın Doğusunda bulunan ülkelerde çok başarılı oldu. X. yüzyılın başlarında, Arap tarihçi El-Birunî "Doğu Türklerinin büyük çoğunluğu, Çin ve Tibet'te yaşayanlar ve Hindistan'ın bir bölümü Mani dinine bağlıdırlar" diye yazmıştı. Son zamanlarda Turfan kazılarında ortaya çıkarılan Manici resim ve edebiyat bulguları bu açıklamayı kanıtlamıştır.Mani'nin ölümünden bir yüzyıl sonra, Manicilik Malabar kıyılarına kadar yerleşti. Kara Balgasun'da bulunan ve bir zamanlar Nesturîler'e ait olduğu zannedilen Çince yazıtların, aslında Manici oldukları kuşku duyulmayacak biçimde belirlenmiştir.
Doğu'da Manicilik, IV. yüzyılın sonlarından başlayarak, Doğu İran'da sağlam bir sıçrama tahtası edinmiş ve buradan hareketle İpek Yolu boyunca Afganistan'dan Tarım Havzasına kadar yayılabilmişti. Manicilik 762 yılında Uygurlar'da devlet dini olarak kabul edilmiş ve böylelikle Çin'e doğru genişleme olanağına da kavuşmuştu. IX. Yüzyılda Uygur devletinin yok olmasından sonra, Cengiz Han'a kadar Tarım havzasında varlığını sürdürmüştü. Çin içinde ise, Güney kıyılarına kadar inerek, buralarda varlığını gizli bir din olarak devam ettirmeyi başarmıştı. Çin'in Fukien eyaletinde XVI. yüzyılda bile Maniciliğe rastlanmıştı.
Manicilik İran ve Babilonya'da hiç bir zaman egemen din düzeyine yükselemedi, ancak Emevîlerin yönetimi altında geniş bir hoşgörü ve refaha ulaşabildi. Maniciler kimi Emevî halifelerinden müsamaha gördüler, başkent Bağdat'ta az sayıda olmalarına karşın, Irak'ın bir çok köyüne yayıldılar. Ancak, Emevîlere oranla çok daha az dinsel hoşgörü sahibi olan Abbasîler döneminde, Maniciler "zındık" olarak değerlendirilip baskı görmüşler, çeşitli suçlamalar nedeniyle cezalandırılmışlardır. Bu suçlamalar arasında Düalizm, zina, akraba arası cinsel ilişki ve homoseksüellik önde geliyordu. Uygulanan baskılara karşın, özellikle Irak'ta bulunan Manici topluluk etkinliğini IX. yüzyıla kadar sürdürmüştü. Ancak, devam eden Abbasî zulmü, Maniciler'in toplu halde önce Horasan'a ve daha sonra, Maniciliğin bir devlet dini olduğu Uygur ülkesine göç etmelerine yol açmıştı.
Maniciliğin, "Thomas İncili", "Addas Öğretileri" ve "Hermas'ın Çobanı" gibi Hıristiyan "apocrypha"larını (Kilise tarafından kabul görmeyen İncil metinleri) benimsemesinden dolayı, Thomas, Addas ve Hermas'ın Mani dininin ilk büyük havarileri oldukları söylentisi doğdu. Addas'ın Doğu'da, Thomas'ın Suriye'de ve Hermas'ın da Mısır'da havarilik ettikleri varsayıldı.
Manicilik, Mani'nin ölümünden önce bile, Filistin'de biliniyordu. St. Ephrem 378 yılında, hiç bir başka ülkenin Mezopotamya kadar Manicilik'ten etkilenmediğinden yakınmaktaydı. Edessa'da (Urfa) 450 yılında güçlü bir Manici cemaat mevcuttu. Emesus'lu Eusebius'un, Laodicea'lı George'un, Tarsus'lu Diodorus'un, Antakya'lı Chrysostomus'un, Salamis'li Epiphanus'un ve Bostra'lı Titus'un Maniciliğe karşı mücadele ettikleri biliniyor. Tüm bunlar, Maniciliğin Batı Asya'da Hıristiyanlık için ne denli büyük bir tehlike olduğunu göstermektedir. Ancak, Maniciliğin Hıristiyanlığa en fazla zarar verdiği ülke Mısır oldu. İmparator Konstantin zamanında, Maniciliği benimsemiş olan İskenderiye valisi tüm Hıristiyan rahiplere görülmemiş bir sertlikle davrandı.
Doğu Roma toprakları üzerinde, Manicilik en etkin olduğu düzeye 375-400 yılları arasında ulaştı ve sonra hızla geriledi. VI. yüzyılda bir süre için yeniden önem kazandı ve toplumun yüksek sınıfları arasında kabul gördü. Bu dönemde İmparator Justinianus Manicilikle ciddi bir mücadeleye girdi ve kısa sürede Maniciliğin bu canlanma çabası da bastırıldı. Ancak, bu çabalar Maniciliği tümüyle yok edemedi. Bir süre sonra Manicilik, yeniden canlanarak, Paulician'lar ve Bogomil'ler adı altında Bizans İmparatorluğu'nu istilâ etti.
Batı'daki Etkileri
Batı'da Maniciliğin esas yurdu Kuzey Afrika'ydı. Mani'den sonra gelen ve ikinci Paracletos olarak adlandırılan Adimantus da Afrika'da etkin olmuşdu. Maniliğin Afrika'daki en büyük önderlerinden biri de, IV. yüzyılın sonlarında yaşayan Mileve'li Faustus'tur. Mileve'de yoksul bir ailenin oğlu olarak doğan Faustus, gençliğinde Roma'ya yerleşmiş ve orada Maniciliğe girmişti. Derin bilgi sahibi değildi, ama etkileyici bir konuşmacıydı.
Manici çevrelerde ünü çok yaygındı. 383 Yılında Kartaca'ya göç ettikten kısa süre sonra Hıristiyanlar tarafından tutuklandı, fakat herhangi bir ceza görmeden salıverildi. 400 Yılında, Maniciliği öven ve Hıristiyanlığı, özellikle Eski Ahid'i yeren bir kitap yazdı. Hıristiyan Pederlerinden ve Maniciliğin en önemli düşmanı olan St. Augustinus bu kitaba tam otuz üç ciltlik bir yapıtla yanıt verdi.
Faustus'un daha sonraki yaşamı hakkında bilgi mevcut değil. Ancak, St. Augustinus'un yirmi yıl boyunca kaleme aldığı sonraki yapıtlarında Manicilik'ten hiç söz etmemesi, bu süre içinde Maniciliğin etkisini giderek yitirdiğini gösteren bir kanıttır. Vandallar'ın Afrika'yı ele geçirmesi üzerine, Maniciler son bir girişimle, Arius mezhebine bağlı Vandallar'ı Maniciliğe çekmeye çalıştılar. 477-484 Yılları arasında hüküm süren Vandal Kralı Huneric'in bu girişime karşı tepkisi çok sert oldu ve Kuzey Afrika'daki tüm Maniciler ya sürgüne gönderildiler, ya da yakıldılar.
Maniciliğin Batı'daki merkezlerinden biri de Roma kentiydi. 311-314 Yılları arasında Papalık yapan Miltiades, "Liber Pontificalis" isimli eserinde, Roma'daki Manicilerden söz etmekteydi. İmparator Valentianus'un 372 yılında çıkardığı bir ferman, Roma'daki Manicilerin kovuşturulmasını buyurmaktaydı. 384-388 Yılları arasında da,Roma'da "Martari" adında yeni bir Manici tarîkat ortaya çıktı. Bu tarîkat, özgün Mani öğretisini değiştirmeyi amaçlıyarak, seçkinlerin gezgin yaşamı terk etmesini ve bir tür manastır düzenine girmesini öngörmekteydi. Martari'ler en büyük direnci Maniciler'den gördüler.
VI. yüzyıldan başlayarak, Manicilik Batı'da neredeyse tümüyle yok oldu. Her ne kadar sağda solda, kimi gizli topluluklar ve düalist tarîkatlar varlığını sürdürdüyse de, bunların Babilonya'lı peygamber Mani ile doğrudan ya da bilinçli bir ilintisi mevcut değildi. Ancak tam beş yüzyıl sonra, XI. yüzyılda Doğu'dan, Bizans ve Bulgaristan yolu ile gelen Paulician'lar ve Bogomil'ler Batı'yı etkilediler. Bunların düalist öğretileri, Kuzey İtalya ve Güney Fransa'da tohumlanabilecek verimli alanlar buldular ve böylece tarihte ilk kez Hıristiyan topraklarına yönelik Haçlı Seferlerine yol açmış olan Kathar hareketinin temellerini attılar.
Sonuç
Bu denli sıradışı bir teoloji ve insanın yazgısından çok "Işık" için ilgi besleyen bir dinsel inancın, böylesine hızla yayılıp itibar görmesi oldukça yadırgatıcı bulunabilir. Ancak, gnostik efsanelerin bolluğu, ne denli akıldışı olursa olsun, bu tür yaratılış öykülerine inanmaya hazır geniş halk kitlelerinin varlığını göstermektedir. Ayrıca, III. yüzyılda Roma'nın baskıcı ve mutsuz dünyasında, tıpkı Hıristiyanlık gibi, herkese kurtuluş vaadeden bir inancın yayılma olasılığının ne ölçüde yüksek olduğu Manicilik örneğinden açıkça anlaşılmaktadır.
Maniciliğin kısa sürede yayılması, ne ondan önceki, ne de sonraki dinsel inançların yayılmasına benzemez. Zira Manicilik, diğer dinlerin aksine, kabul edildiği ülke ve topluluklarda hiç bir temel politik ve sosyal değişim yaratmayı öngörmemiştir. Bu durum Manici misyonerlerin görevlerini zorlaştırmış, zaten bir bileşim olarak doğan dinlerini, diğer ulusların kültürel ve toplumsal koşullarına adaptasyon gereğini yaratmıştır.
Maniciliğin tümüyle entellektüel düzeyde kalması ve toplumsal-politik değişimler yaratmakta iddiasız olması en zayıf özelliğiydi. Kısacası Manicilik anti-sosyal olması yüzünden başarısızlığa uğradı. Bu sert ve savaşçı çağlarda, uygarlıklarını barbar saldırılarına karşı koruma endişesindeki yöneticiler, bu denli edilgen bir inancı onaylayamazlardı. Toplumsal kuralları hiçe sayan, yandaşlarına başıboş dolaşıp çalışmayı reddetmelerini ve sadaka ile geçinmelerini buyuran, hayvanların öldürülmesine bile karşı çıkan barışçı bir inancın baskı ve zulüm görmesi kaçınılmazdı. Örgütsel yapıları da, ağır baskılardan sonra yaşamını sürdüremeyecek kadar dayanıksız ve edilgendi. | |
| | | Programcı Administrator
Mesaj Sayısı : 818 Tecrübe Puanı : 9432 Rep : 1002 Yaş : 28 Nerden : Ankara
| Konu: Geri: Dinler Tarihi Çarş. Haz. 23, 2010 11:45 am | |
| Masonluk
Yaklaşık olarak yüz elli yıldan bu yana, mason tarihçiler geleneksel tarihlerini çeşitli yöntemlerle araştırma çabasındadırlar ve 1717 yılında İngiltere Büyük Locasının kuruluşundan önceki dönemlere ilişkin, belgelere dayanan gerçek kanıtların taramasına girişmişlerdir. Diğer taraftan, bu tür bilimsel sayılabilecek araştırma ve yayınlara karşın, gizemci ya da romantik diye tanımlayabileceğimiz bazı mason araştırmacıların işleri daha da karıştıran yayınları da süregelmektedir.
Bu durumda, düşünsel masonluğun tarihine iki temel yaklaşımın bulunduğunu ileri sürebiliriz; doğrulanabilir olgu ve belgelere dayanan bilimsel (ya da otantik) yaklaşım ve masonluğu gizemci gelenekler çerçevesine oturtmaya çalışan, ritüelik öyküler ve simgeler aracılığı ile çeşitli ezoterik (içrek) geleneklere bağlamaya çalışan romantik yaklaşım. Sorunları daha da karıştıran bir yön de, her iki ana yaklaşımın kendi içlerinde de çeşitli fikir ayrılıkları içermesidir.
Ritüelde Tarih
Masonlar, masonluk tarihine ilişkin temel bilgilerini doğrudan kendi ritüellerinden edinirler. Çeşitli törenler sırasında, Kudüs'te Süleyman Tapınağının yapımını, orada çalışan çırak ve kalfa duvarcıları, onların başındaki usta Hiram'ı, mason gizlerini açığa vermek istemeyen Hiram'ın öldürülüş öyküsünü öğrenirler.
Ritüellerde ortaya konulan tarih, masonluğun Hz. Süleyman zamanında (İÖ 950) varolduğu ve o günlerden beri yaşayan bir sistem olarak süregeldiği biçimindedir. Oysa, ritüellerin amacı tarihsel gerçekleri ortaya koymak değil, masonluğun ilke ve öğretilerinin aktarıldığı dramatik bir öykü sunmaktır.
Anderson Yasaları
Resmi anlamda ilk mason tarihi, 1723 yılında James Anderson'un ilk Büyük Loca için kaleme aldığı "Temel Yasa"nın bir bölümü olarak yazılmıştır. Anderson'un çalışması, cennet bahçesindeki Hz. Adem'den başlayarak, 1717 İngiltere Büyük Locasının kuruluşuna kadar süren, geniş bir masonik söylenceden ibarettir.
Bu tarih yorumu nedeniyle Anderson sert eleştirilere uğramıştır. Ancak, onun bir tarihçi olmayıp, o dönemde yeni olarak düşünülebilecek bir kuruma onurlu bir geçmiş kazandırmaya uğraştığı anımsanırsa, bu eleştirilerin haksızlığı anlaşılır. Üstelik Anderson, özgün bir çalışma yaptığını da savunmamış, yalnızca Gotik duvarcı yasalarını yeniden düzenlediğini belirtmiştir.
1738 Yılında, Anderson Temel yasasının yeni bir baskısını hazırlar. Sınırsız düş gücünün egemen olduğu yeni bir tarih yorumu yaparak, İngiliz masonluğunun 10. yüzyıldan 1717 yılına kadar ayrıntılı bir tarihini verir. Kral Edwin'in 926 yılında York kentinde düzenlediği büyük toplantıyı Büyük Locanın ilk bir araya gelişi olarak ileri sürer. Ve bu toplantıların düzenli bir biçimde 1700'lere kadar yapıldığını savunur. Mimarları ve inşaat mesleğini uygulayanları korumuş olan tüm İngiliz soylularını ve bilinen tarihi kişileri büyük üstat olarak listesine alır.
İlk baskıda hak ettiği hoş görüyü, ikinci baskıda yer alan ayrıntılı ancak kanıtlanması olanaksız savlar nedeniyle yitirir. Üstelik Anderson'un Eylemsel masonlukla Düşünsel masonluk arasında hiç ayrım yapmamış olması da önemli bir eksikliktir. Anderson'un yapıtı Büyük Loca adına yazıldığı için, sonraları neredeyse kutsal bir niteliğe ulaşmış, içerdiği tarih yorumu uzun süre tartışılmamış, masonların kendi tarih anlayışlarını derinden etkilemiştir.
Tarihsel Kanıtların Peşinde
Anderson'un eylemsel-düşünsel masonluk ayrımını hiç yapmamış olması, bilimsel yaklaşıma bağlı tarih araştırmacılarını huzursuz ederek, bu resmi tarih yorumunu eleştirmeye yöneltmiş ve eylemsel masonluk ile düşünsel masonluk arasında doğrudan bir bağlantı kurma arzusunu yükseltmiştir.
Gün ışığına çıkan her kanıt kırıntısı bile dikkatle incelenmiş, araştırma alanları mimari kayıtlardan eski lonca defterlerine kadar genişletilmiştir. Amaç aşikârdır: eylemsel masonluktan düşünsel masonluğa dönüşümün kanıtlanması gerekmektedir. Gerçekten de, araştırmacılar İskoçya'daki eylemsel mason localarının ilginç özellikler gösterdiğini kanıtlamışlardır.
Bu localar coğrafi olarak birbirinden ayrı birimler biçiminde düzenlenmişler ve ülkedeki tüm inşaat işlerini sürdürüp denetlemişlerdi. İskoç eylemsel masonluğunda, bir başka locanın bölgesine geçen inşaatçıların kendilerini tanıtabilmek için, çeşitli gizli parola ve işaretleri kullandıkları da belirlenmiştir. Bu durum, farklı locaların, en azından bu tanıtım işaretlerini ve parolaları saptamak için bir araya geldiklerini, bu buluşmaların da locaları birleştiren bir örgütlenmenin ilk adımı olduğu düşünülebilir.
Öte yandan, araştırmalar, İskoçya'daki sözkonusu eylemsel locaların 16. ve 17. yüzyıllarda, inşaat mesleğinden olmayan kişileri de "kabul edilmiş" (accepted) ya da "centilmen" mason niteliğiyle aralarına üye olarak aldıklarının sarsılmaz kanıtlarını ortaya koymuştur. Üstelik, 17. yüzyılın sonlarına doğru bazı localarda kabul edilmiş üyeler çoğunluğu ele geçirmişler ve bu değişimi gösteren localar tümüyle düşünsel bir nitelik kazanmışlardır. Tüm bu kanıtların bir araya getirilmesiyle, eylemsel masonluktan düşünsel masonluğa kademeli geçiş kuramının, en azından İskoçya için, doğrulandığı söylenebilir.
İngiltere Masonlarının Yorumu
İskoçya'da belirlenen bu eylemselden düşünsele geçiş kanıtları karşısında, İngiltere masonluğunun savunusu oldukça ilginçtir. Onlara göre, yapılan araştırmalar İngiltere'de tam anlamıyla gelişmiş eylemsel locaların bulunmadığını göstermektedir. Ortaçağ'da İngiliz duvarcıların örgütlenmesi, alet ve takımların saklandığı ve dinlenme zamanlarının geçirildiği basit bir barakadan ibarettir ve bunun ötesinde önemli bir gelişme göstermemiştir.
1600 Yıllarında, İngiliz lonca sistemi zaten çökmüş durumdadır. Ne yöresel düzende örgütlenmeler, ne de gizli tanıtım işaretleri saptanabilmiştir. Hele eylemselden düşünsele geçiş dönemini belirleyen karma localara yönelik hiçbir ipucu yoktur. Kısacası, söz konusu geçiş ya da dönüşüm kuramı İngiltere için pek geçerli görülmemektedir.
Bu durumda, İngiliz mason kuramcılar, kabul edilmiş masonluğun hiç bir eylemsel öncüle bağlı olmadan İngiltere'de kendiliğinden yepyeni bir kurum olarak doğduğunu ileri sürmekten kaçınmamışlardır. Kanıtlanması pek olası olmayan bu savın yanı sıra, düşünsel masonluğun İskoçya'dan İngiltere'ye geçmiş olabileceği tezini de, geleneksel ulusçulukları ile yadsımaktadırlar. Özetle İngiliz mason tarihçilerin bir bölümüne göre, bugünkü masonluk İngiltere'den, hiç bir önceliği olmaksızın ve hiçbir başka ulustan etkilenmeksizin, kaynaklanmıştır.
İngiliz Adaları Dışında Eylemsel Masonlar
Zamanla, düşünsel masonluğun doğrudan kaynağı olabilecek duvarcı örgütlerinin İngiliz Adalarının dışında varolabileceği tartışılmış ve derinlemesine bir araştırmaya yönelinmiştir.
a) Roma İmparatorluğu
Öncelikle, Roma'nın "Collegia Fabrorum"ları, yani meslek örgütleri ele alınmıştır. Çoğu zaman, "Collegia" sözcüğüne gizemci ve düşünsel kült anlamları yakıştırılmaya çalışıldığı olmuştur. Oysa, Collegia'lar Roma'nın, varlıkları en eski çağlara kadar uzanan esnaf ve zanaatkâr dernekleridir. Bunlar arasında özellikle "Magistri Comacini" (Como Ustaları) 7. ve 8. yüzyıllarda tüm Orta Avrupa'ya yayılmış bir inşaatçı topluluğudur. Bu örgütün en önemli iki niteliği; kendi içinde bir derecelenme sistemi uygulaması ve üyeler arasında sıkı bir kardeşlik bağının kurulmuş olmasıdır. Roma mimari anlayışını Avrupa'ya yayan bu topluluk, Gotik mimarinin geliştiği 10. yüzyılda etkisini yitirmiştir.
Daha sonraki dönemlerde, Orta Avrupa lonca sisteminde ve mimar-duvarcı-taş yontucu mesleklerinin örgütlenmesinde Collegia'lardan esinlenilmiş olduğu düşünülebilir. Anadolu'daki Ahi lonca örgütlenmesinde, Bizans yoluyla aktarılan Roma Collegia'larının etkisinin olup olmadığı ayrı bir inceleme konusu olabilir.
b) Manastırlar
Yaklaşık olarak 8 yüzyılla 12. yüzyıllar arası Avrupa'da, inşaatçılık çalışmaları manastırların çatısı altında sürdürülmüştür. Eylemsel masonluğun en parlak dönemini yaşamasını sağlayan Gotik mimari stili de manastırlarda ortaya çıkmıştır. Muhteşem Gotik katedralleri inşa eden masonlar, manastırlarda oldukça huzurlu bir yaşam ve çalışma olanakları bulmuşlardır. Roma Kilisesinin manastırlar üzerinde giderek artan baskıcı denetimi ve Gotik mimarinin etkisini yitirmesi üzerine, bu masonlar zamanla manastırlardan bağımsızlaşmışlar ve Collegia'lardan örnek alarak kendi örgütlerini oluşturmuşlardır.
c) Fransız Compagnonage'ları - Alman Steinmetzen'leri
Ortaçağ sonrasında Fransa'da oluşturulan meslek birliklerine genel olarak "Compagnonage" denir. Sözlük anlamı "birliktelik" olan bu örgütler ekonomik kriz dönemlerinde meslektaşlar arası dayanışma oluşturmak ve güvence sağlamak amacındadırlar. Birer öncü sendika niteliğinde olan bu kuruluşlar, zamanına ne devletçe desteklenmişler ne de kilise tarafından korunmuşlardır. Duvarcılarla birlikte diğer meslek gruplarından kişileri de barındıran "Compagnonage" örgütlerinin amblemlerinde gönye ve pergel bulunması oldukça anlamlıdır.
Yine Ortaçağ sonrasında, bu kez Orta Avrupa'da, özellikle Almanya'da örgütlenen eylemsel masonlar "Steinmetzen" yani taş ustaları olarak adlandırılırlar. 12.yüzyıldan başlayarak, manastırlarla tüm bağlantılarını koparan duvarcı örgütleri, 13-17. yüzyıllar arasında tüm Avrupa'ya yayılmışlardır. "Steinmetzen"ler 14. yüzyılda Strasbourg kentini üs edinen bir merkezi örgütlenme oluşturmuşlar ve 1452 yılında da bir anayasa düzenlemişlerdir.
Ancak, hem Compagnonage'lar hem de Steinmetzen'ler üzerinde yapılan araştırmalar düşünsel nitelikte bir çalışmanın varolduğu hakkında herhangi bir kanıt ortaya çıkaramamıştır.
Eylemsel Masonlukla Dolaylı Bağlantı Kuramları
Otantik araştırma anlayışına bağlı bazı mason tarihçiler, duvarcı örgütleri ile düşünsel masonluk arasında doğrudan değil de, dolaylı ilişkiler olasılığı üzerinde durmaktadırlar. Bu yaklaşım, düşünsel masonluğun kurucularının zamanında açıkça uygulanması olanaksız eylem ve düşünülerini gizlemek amacıyla, kendilerine eylemsel bir örgüt görünümü verdikleri varsayımını irdelemektedir.
15. ve 16. yüzyıllar, siyaset ve dinin iç içe geçtiği ve fikir ayrılıklarının savaşlara bile yol açabildiği huzursuz bir dönemdir. Özellikle dinsel kurallara uymayan kişilere şiddetli yasal yaptırımlar uygulanmaktadır. Bu kurama göre ilk düşünsel masonlar, devlet politikalarına ve dinsel uygulamaların katılığına karşı çıkan ve toplumsal gelişmenin sağlanması amacıyla çeşitli görüş ve inançta kişileri bir araya getirmek isteyen kişilerdir. Yaklaşımları devrimci bir nitelikte olmakla birlikte, geçerli dinsel yapıyı alaşağı etmeyi düşünmeden, vicdanların özgür kılındığı bir toplum düzenini kurmak arzusundadırlar.
Yine bu dolaylı etkilenme kuramı çerçevesinde, bir alternatif görüş de, masonluğun kaynağına düşünsel açıdan değil de, bir hayır kurumu niteliği açısından yaklaşmaktır. Bu varsayım, masonluğu 17. yüzyılda gelişen bir yardımlaşma örgütü olarak ele alır.
Diğer Örgütlerle Doğrudan Bağlantı Kuramları
Düşünsel masonluğun kaynağına ilişkin olarak geliştirilen diğer bazı kuramlar da, eylemsel masonluğun tümüyle dışında bulunan bir takım toplulukları ele almışlardır.
a) Gül-Haç Örgütü (Rozikrüsyen'ler)
Bu topluluk 16. yüzyılda Almanya'da ortaya çıkmıştır. Kurucusu, gerçekten yaşayıp yaşamadığı bilinemeyen Christian Rozenkreutz isimli bir kişidir. Bu örgüt 17. yüzyılda Fransa ve İngiltere'yi de kapsayan geniş bir alana yayılmayı başarmıştır. İlk bakışta hem localar, hem de dereceler açısından masonlukla büyük benzerlikler göstermektedir. Gül-Haç örgütü özünde gizemci bir topluluktur. Evrenin ve yaşamın gizlerini tümüyle gizemci bir yaklaşımla, hermetizm ve kabala gibi uygulamalarla tanımaya çalışmaktadırlar.
Masonluğun hemen her ritinde bulunan "Gül-Haç Şövalyesi" derecesi nedeniyle, düşünsel masonluğun Gül-Haçlardan kaynaklandığı sıkça ileri sürülmüştür. Öyle ki, İngiltere'deki ilk düşünsel masonlar arasından bazılarının aynı zamanda Gül-Haç örgütüne üye olduklarının bilinmesi, doğrudan bir bağlantının kanıtı olarak sunulmuştur. Bazı savlar masonluğun, Gül-Haç'ların İngiltere'deki şubesi olduğu noktasına kadar vardırılmıştır.
b) Tampliye'ler
Düşünsel masonluğun kaynağı olabilecek örgütler arasında belki de üzerinde en çok durulmuş ve tartışılmış olanı Tampliye'lerdir. Özellikle, bir çok mason ritinde bazı yüksek derecelerin adı olarak "Tampliye Şövalyesi" unvanının benimsenmiş olması dikkatleri bu örgüt üzerine çekmiştir.
Bir keşiş-şövalye tarikatı olan Tampliye'ler, 1118 yılında Kudüs'te kurulmuştur. Görünen amaçları, Hıristiyanların Kutsal Topraklar'da esenlik içinde yolculuk yapabilmelerini sağlamaktı. Bir adı da "İsa'nın Yoksul Askerleri" olan bu tarikat, Kudüs'te Süleyman Mabedinin yıkıntılarının bulunduğu bir bölgede yerleşmişti. Bu nedenle de, aynı zamanda "Tampliye" yani tapınak tarikatı adı ile tanındılar.
Tampliyeler, 1128 yılında toplanan Troy konsilinde, St. Bernard'ın girişimleri ile Roma Kilisesi tarafından onaylandı ve Papa'dan başka hiçbir otoriteye hesap vermeyecek bir statüye kavuştu. Tarikat kısa sürede tüm Avrupa'lı soylulardan ve dinsel kurumlardan parasal destek gördü ve hızla gelişti, hem üyelerinin sayısı, hem de mal varlığı arttı. Zamanla, bankerlik işlemlerine de başladılar. Para ve değerli malların para karşılığında bekçiliğini yapıyorlar, faiz karşılığı borç veriyorlar, Avrupa limanları ile Filistin arasında kredi mektubu, çek gibi işlemler uyguluyorlardı.
12. yüzyıl sonlarına doğru, topluluk tüm Avrupa'ya yayılmış, yaklaşık 30.000 üyesi bulunan ve inanılmaz bir mal varlığına sahip bir güç haline gelmişti. Tarikat tarafından, köprüler, yollar, katedraller ve şatolar inşa edilmişti. Tampliyeler artık Fransa ve İspanya krallarına bile borç verir duruma gelmişlerdi.
Doğu'da, Filistin'de Müslümanlarla ilişkilerini geliştirmişler ve özellikle Sünni otoriteye karşı çıkan Şii-batıni İslam tarikatleriyle (Lübnan'da Dürzi'ler ve Suriye'de Haşhaşi'ler) dostluk kurmuşlardı.
Ancak, önce Kudüs'ün sonra diğer Kutsal Toprakların tekrar Müslümanların eline geçmesi, Tampliyeler'in prestijini sarstı. Ellerinde bulundurdukları büyük maddi güç, Fransa kralı IV. Philip'i huzursuz etmekteydi. Nihayet, Avignon kentinde zorunlu olarak ikamet etmekte olan V. Clement, Philip'in politik baskılarına dayanamayarak, Tampliye tarikatının düzmece suçlamalarla yargılanmasına karar verdi.
1309 Yılında, Fransa'da bulunan şövalyeler Büyük Üstatları Jacques de Molay ile birlikte tutuklandılar. Suçlamalar, dinden çıkarak şeytana ve puta tapma ile sapık cinsel ilişkilerdi. Bir çok şövalye engizisyonun işkenceleri ile can verdi. Suçlarını itiraf etmeyen Büyük Üstat Jacques de Molay ile iki önde gelen şövalye 1314'te Paris'te yakılarak öldürüldü. Tarikat Papa tarafından kapatıldı ve tüm taşınmaz malları Hospitallier tarikatına devredildi. Tüm nakit varlıklar da Fransa kralının kasasına aktarıldı.
Bazı kaynakların ileri sürdüğüne göre, 1309 yılındaki tutuklamadan kaçan kimi şövalyeler İskoçya'ya kaçmıştı. Burada bulunan yerel Tampliye örgütüne sığınan bu kaçaklar, İskoç kralı Robert Bruce'ün ordusuna katılarak 1314 yılında İskoçya-İngiltere savaşına katılmışlar ve daha sonra da Heredom yakınlarında bulunan Kilwinnig isimli bir eylemsel mason locasına girmişler. Kesin olarak kanıtlanamayan bu savlara göre, Tampliyeler daha 14. yüzyıl başlarında, ilk kabul edilmiş masonlar olmuşlar. Aynı görüş, Avrupa'nın diğer ülkelerinde bulunan Tampliyeler'in de çeşitli localara katıldıkları biçiminde yinelenmiştir.
Tampliyeler en güçlü oldukları dönemlerde, Avrupa'nın hemen her yerinde çeşitli loncalar ve meslek dernekleri ile yakın ilişkiler kurmuşlardı. Tarikatın her şubesinde, önde gelenler arasında bir "Magister Carpentarus" bulunurdu ki bunlar gerçek mimarlardı. Tarikat özellikle Paris'te çok güçlüydü. Kentin yaklaşık üçte biri tarikatın denetiminde ve kralın yargılaması dışındaydı. Tampliyeler'e bağlanan meslek kuruluşları özgür dernekler olarak kabul ediliyorlar ve kraliyet yargıçlarının yetkilerinin dışında kalıyorlardı. Böylece haraç, angarya, göz altı gibi yaptırımlardan kurtulan tüm bu meslek sahipleri tarikatın kurallarına göre yaşıyorlardı.
Tampliyeler'in 1314 yılına kadar olan tarihleri sağlam belgelere ve kanıtlara dayanmaktadır. Ancak, mason localarına katıldıklarına dair tutarlı kanıtlar bulunamamıştır. Yalnızca, "Rite de Bouillon" adı verilen bir 18. yüzyıl yazmasında, düşünsel masonluğun Tampliyeler'den kaynaklandığını belirten bir ritüel saptanmıştır. Aslında, bir adı da "Eski İskoç Riti" olan Bouillon riti Andrew Michael Ramsay tarafından kurulmuştur. Ramsay bu ritin kuruluşunu 1737 yılında başlatmış ve düşünsel masonluğun Tampliye kaynaklı olduğunu savunmuştur. Bu rit, 1758 yılında "Olgunlaşma Riti"ni, 1786 yılında da "Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti"ni doğurmuştur.
Romantik Kuramlar
Düşünsel masonluğun kaynaklarına ilişkin diğer bir büyük kuramlar topluluğunu, genel olarak "romantik kuramlar" olarak adlandırmak olasıdır. Bu kuramlar şu ana akımlara indirgenebilir:
a) İçrek Yaklaşım
Bu yaklaşım mason ilkelerinin, ritlerin, simgelerin ve ritüelik terimlerin, diğer içrek örgütlerdeki unsurlarla olan benzerliklerinin irdelenmesi ve bulunan benzerliklerin rastlantısal olmayıp kasdi olduğunun savunulması ve böylelikle diğer içrek örgütlerle gelenek bağlarının kanıtlanabileceği savlarına dayanan yaklaşımdır.
Bu anlayışta, ilke ve çoğu simgelerin evrensel olabileceği göz önünde tutulmadan, tüm inisiyasyon töreni aracılığı ile girilen örgütlerin, gerçek ya da zorlama benzerlikler aracılığıyla, düşünsel masonlukla bağlantısı olduğu düşünülmektedir. Bu tür içrek örgütler arasında İsis-Osiris kültleri, Gnostik tarikatler, Pisagorculuk, Mitracılık, Orfizm, Kabalacılık, Simyacılar, Gül-Haç örgütü gibi topluluklar bulunmaktadır.
b) Gizemci Yaklaşım
Masonluk mesleğinin, düşünsel öğeleri ile birlikte, ezelden beri süregeldiğini, özünde Hıristiyanlık değerlerini içeren bir kurum olduğunu, Orta Çağ'dan itibaren lonca sistemi ile bütünleştiğini, dereceler biçiminde örgütlenme ve nesiller boyu mason gizlerinin aktarılması gibi unsurlar nedeniyle gizemci bir sisteme dönüştüğünü savunan bir yaklaşımdır.
Bu yaklaşımın bir hareket noktası da simgelerdir. Mason simgelerinin çeşitli dinler, tarikatler, gizli örgütler ve gizemci kurumların simgeleri ile karşılaştırma ve ilişkilendirme yolunu tutar.
c) Gelenekçi Yaklaşım
Anderson geleneğini sürdürerek, düşünsel masonluğu cennet bahçesine ve Adem'e kadar geri götürür. Kesin belge ve kanıtların bulunduğu dönemlerde bile, masonluğun değişim ve gelişmelerini yadsıyarak, ritüelin tüm ayrıntıları ile ezelden beri uygulana geldiğini savunan, tam anlamı ile dogmatik bir anlayıştır.
Sonuç
Düşünsel masonluğun kaynaklarına ilişkin kesin bilgi ve belgelerin bulunmaması, bu konudaki yaklaşımların çeşitliliğini arttırmıştır. Masonlukta, merkezi denetime bağlı tek bir ritüel ve standart bir ritüel yorumlaması bulunmadığı için, her mason topluluğu kaynak konusunda kendine ait ayrı bir tarih yorum ve anlayışı geliştirebilmiştir.
Bugün için, tüm mevcut loca ve eski meslek örgütlerinin kayıtları gözden geçirilmiş olmasına karşın, düşünsel masonluğun gerçekten nereden kaynaklandığını kanıtlamak olası değildir. Ancak mason tarihini araştıranlar, henüz kilise ve özel aile arşivlerini incelemek olanağını elde edebilmiş değildirler. | |
| | | Programcı Administrator
Mesaj Sayısı : 818 Tecrübe Puanı : 9432 Rep : 1002 Yaş : 28 Nerden : Ankara
| Konu: Geri: Dinler Tarihi Çarş. Haz. 23, 2010 11:45 am | |
| Paflikyanlar
Ermenistan'da Hıristiyan inancı, II. ve III. yüzyıllarda hızla ilerlemiş ve III. yüzyılın sonlarında (287 yılında) ya da IV. yüzyılın başında (301 yılında), Hıristiyanlık resmi din olarak Ermeni ulusunca kabul edilmişti. Hıristiyan inancına bağlı akımlar, Kuzey-Batı yönünden "Helen Tipi" ve Güney-Batı yönünden "Suriye Tipi" biçimlerinde Ermenistan'a girip tüm IV. yüzyıl süresince yan yana var olmuşlardı. Ayrıca pagan inançlar da Hıristiyanlığın kabul edilmesinden çok sonralarına kadar etkisini sürdürmeyi başarmıştı.
Öteden beri süregelen Zerdüştçü ve Mazdeist kurum ve gelenekler de bir anda sökülüp atılamamıştı. Hıristiyanlığın tüm kültürel, sosyal ve politik gerekleriyle birden kabul edilmesinden sonra, Ermenilerin Batı'ya yönelmeleri kaçınılmaz olmuştu. Hıristiyan inancının korunması için eski inançlar zamanla Batılı bir yaklaşıma dönüştürülmüştü. Bu düzeni sürdürmek için Ermenistan'ın güçlü Hıristiyan komşuları sık sık Ermeni Kilisesinin yaşam alanına müdahale etmişler, dogmatik çekişmelerde çeşitli gerekçelerle kendileri için elverişli olan çözümleri sağlamak için baskı uygulamışlardı.
Bu gelişmelere rağmen, Ermeniler arasında artan Hıristiyan etki dalgasını dengelemek üzere politik ve dinsel akımlar ortaya çıkmıştı. Bir akım, pagan inançlarının yeniden canlanması için harekete geçerken, bir diğeri, Hıristiyanlığı denetimi altına almak isteyerek, Hıristiyan inançlarının en koyu bir biçimde savunmasını yüklenmişti.
Ermeni Kilisesi'nin başlangıç tarihi, çok sayıda dinsel akımla birlikte, ruhban sınıfı karşıtı çekişmeler ve aralarındaki ilişkilerin belirlenmesi çok zor olan tarikatlar karmaşasını içerir. Bu tarikatların eğilimleri ya Hıristiyanlığın ahlak öğretisini aşan, çarpıtan ve bu öğretiye karşı duran, ya da kilise uygulamalarından daha fazla bir tutuculuğu içeren aşırılıklara yönelmekteydi.
Maniciler, Messalianlar, Montanistler, Tondraklar, Borboritler ve Paflikyanlar gibi çeşitli tarikatlar Ermenistan'da verimli bir ortam bulmuşlardı. Helenizm ve Gnosis Hıristiyanlık, Kudüs'ün M.S. 70 yılında yıkılmasından sonra kendini Yahudi etki alanından kurtarmış olarak, ancak çevresindeki Helenizm'in inanç ve düşünceleriyle çelişki içinde bulmuştu. Bu yeni olgu, Hıristiyan inancını bozabilecek tehditler içeriyordu.
İlk yılların Hıristiyan Kilisesinin ilk girişimi, kendini Helenizm ruhuna kolayca teslim etmemek için çabalamak oldu. Hıristiyanlık, Yahudi kalıbında kalsaydı yayılamayacaktı. Kolaylıkla Helen kültürünü benimsemiş olsaydı, yine günümüzdeki durumundan çok farklı bir konumda olacaktı. Gerçekleşen gelişim, erken Hıristiyan inancıyla Helenizm arasında beliren bir sentezdir. Helen dünyasında oldukça yaygın olan Gnostisizm, M.S. 80 ile 150 yılları arasında Hıristiyanlığın gizemci uygulamaları için kullanılmış bir ad olup, aslında Hıristiyan Kilisesinin en korkulacak rakibi durumundaydı.
Gnostik akımın yandaşları, Kilise'nin basit inancını hiçe sayan gizli bir bilginin (Gnosis) sahibi oldukları savıyla ortalıktaydılar. Yeni-Platonculuk'tan, Helenleşmiş Zerdüşt inancından ve Yahudilik'ten aktarılmış sistematik bir öğreti durumuna ulaşan Gnostisizm, bir tür kozmolojik yaklaşım ortaya koymuştu. Bu yaklaşım, tinsel unsurların maddenin tutsaklığından zamanla kurtulması görüşünü içeriyordu. Bu düşünce, Basilides ve Valentinus'un kurduğu Gnostik gruplarda, İsa'nın insan biçiminde belirmesini reddetmeye kadar vardırılmıştı.
Gnostisizm, Ermeni tarikatları üzerinde de önemli bir etkiye sahip olmuştu. Örneğin Messalianlar, Gnostisizmin etkisinde kalmış bir dilenci tarikatıydı. Önerdikleri köktenci inanç biçimi, dünyadan tümüyle koparak, insanın kurtuluşu sorunun çözümleneceği yolundaydı. Messalianizm, tam anlamıyla bu dünyaya ait her türlü çalışma ve etkinlik biçimlerinin inkarına dayanan bir dinsel akımdı.
Paflikyanlar, Manicilikten türemiş düalist sapkın bir Ermeni tarikatıdır Paflikyanlar. Paflikyan (Pavlikyan, Bavlikyan) ya da "Paulician" adının kökeni karanlıktır. Gibbon, bu adın "Aziz Pavlus'un öğrencileri" anlamına geldiğini belirtir. Paflikyanların bu havari iç in besledikleri özel ilgi ve tüm Paflikyan önderlerinin Aziz Pavlus'ün öğrencilerinden birinin adını almaları bu görüşü desteklemektedir. Ancak, Paflikyanların düşmanları tarafından kullanılan biçimi ile "Paulikianoi" adı oldukça ilginçtir ve bu terimin "Samsat'lı Pavlus'un izleyicileri" anlamına geldiği ileri sürülmüştür. Oysa Samsat'lı Pavlus'un öğretisi ile Paflikyanların hiçbir bağlantısı yoktur.
Photius'un aktardıklarına göre ise, Samsatlı Kallinice adlı Manici bir kadın Pavlus ve Yohan adlı iki oğlunu bu öğretiyi yaymak üzere Ermenistan'a göndermiştir ve Paflikyanların adı işte bu Pavlus'tan gelmektedir. Ancak, bunun sadece bir öykü olduğu ve bu kişilerin gerçekten var olmadıkları tarihçiler tarafından ileri sürülmüştür. Konunun uzmanlarından Ter-Mkrttschian, Paulician adının Ermenice'de "küçük Pavlus'un izleyicileri" anlamına geldiğini belirtmekte, ancak bu küçük Pavlus'un kim olduğu konusuna bir açıklık getirememektedir.
Paflikyan adı ilk kez, 719 yılında Ermeni Kilisesinin Duin Sinod'unda kullanılmış ve bu Sinod'da "hiç kimse Paflikyan denilen kötü sapkınların evini ziyaret etmeyecek" biçiminde bir kural konulmuştur. Paflikyanların Tarihi Kendi adını Silvanus olarak değiştiren Mananali'li Constantine, Colonia yakınlarındaki Kibossa'da ilk Paflikyan topluluğunu bir araya getiren kişidir. Öğretisini yaymaya 657 yılında başlamıştır. Kendisi kitap yazmadığı gibi, tüm öğrencilerinin sadece İncil'i esas almalarını istemiştir.
Constantine'den sonra Paflikyanların önderliğini Symeon-Titus üstlenmiştir. Aslında Bizans tarafından Paflikyanları yok etme görevi ile gönderilen Symeon, Constantine'i 684 yılında öldürdükten sonra inancını değiştirmiş ve Paflikyanlara katılmıştır. Ne var ki, 690 yılında Symeon-Titus da, Bizans görevlileri tarafından öldürülmüştür. Bundan sonra ciddi bir bocalama dönemi geçiren tarikat, 715 yılında Pavlus adlı bir kişinin önderliğinde Phanaroea yakınlarındaki Episparis'te yeniden toparlanmıştır. Akımın adının bu Pavlus'tan kaynaklandığı da ileri sürülmektedir.
Pavlus ölünce iki oğlu, Gegnesius-Timothy ile Theodore, önderlik için kavgaya tutuşmuşlar ve Gegnesius, 717 yılında İstanbul'a giderek imparator III. Leo ve patrik I.Germanius'u kendisinin bir Ortodoks olduğuna inandırmış, bir imparatorluk birliği ile Mananali'ye geri dönerek Theodore'u yenilgiye uğratmıştır.
Paflikyanların başına geçen Gegnesius bir süre sonra ölmüş, bu kez de onun iki oğlu, Zachary ve Joseph-Epaphroditius arasında kavga çıkmıştır. Kısa zaman sonra Zachary ve izleyenleri Müslüman orduları tarafından yok edilince, tüm Paflikyanlar yine Joseph'in önderliğinde birleşmişlerdir. Joseph, tüm Anadolu'da Paflikyan toplulukları oluşturmayı başarmıştır. Ne var ki, Joseph'ten sonra başa geçen Vahan zamanında tarikat hem sayıca ve hem de etki olarak gerilemiştir.
Bu dönemde ortaya çıkan Sergius-Tychius adlı bir kişi, Vahan'dan ayrılarak, Paflikyan tarikatını güçlendirmek ve reforme etmek için harekete geçmiştir. Paflikyanlar, "Vahanitler" ve "Sergitler" olmak üzere ikiye bölünmüştür. Sergitler, kısa süre içinde başarılı olmuşlar ve rakiplerini neredeyse tümüyle ortadan kaldırmışlardır. Bu dönemde Paflikyanlar, Bizans İmparatorluğu'nun bazen baskısı, bazen de koruması altında kalmaktaydılar.
IV. Constantine ve II. Justinian, Paflikyanlara şiddetli bir baskı uygulamıştı. III. Leo ve onu izleyen "İkona Kırıcı" (Iconoclast) imparatorlar ise, genellikle Paflikyanlara sempati beslemişlerdir. I. Nicephorus, Paflikyanları Phrygia ve Lycaonia yörelerinde asker olarak kullanmak istemiştir.
I. Michael, yeniden Paflikyanlara karşı şiddet uygulamasına başlamış, özellikle V. Leo, kendisinin de bir Paflikyan olduğu iddialarını yalanlamak amacıyla, müthiş bir Paflikyan avına çıkmıştır. Bu dönemde bir çok Paflikyan, Bizans'tan kaçarak Müslümanlara sığınmıştır. Sergius 835 yılında öldürülmüştür.
İmparatoriçe Theodora zamanında da baskı sürmüş, Karbeas yönetiminde isyan eden Paflikyanlar kitle halinde Müslüman topraklarına göç etmişlerdir. Artık Bizans'ın kanlı düşmanı durumuna gelen Paflikyanlar, Müslümanlar tarafından desteklenmişlerdir. Tephrike'de (Divriği) bir kale kuran Paflikyanlar, sürekli olarak Bizans topraklarını yağmalamışlar, giderek etkilerini arttırarak politik bir güç durumuna yükselmişlerdir.
İmparator I. Basil zamanında, Paflikyan ordusu Anadolu'yu boydan boya geçerek Efes'e kadar gelmiş, İzmit'i işgal ederek neredeyse İstanbul'un karşı kıyılarına kadar ulaşmıştır. Ancak sonunda yenilgiden kurtulamamışlar ve 871 yılında Tephrike kalesi yerle bir edilmiştir. Bu durum tarikatın askeri gücünü yok etmiştir. Paflikyanlar Anadolu'nun çeşitli yörelerine dağılmışlardır.
V. Constantine ve I. Johannes, Paflikyanları kitleler halinde Trakya'ya, özellikle Filibe kenti ve çevresine göçe zorlamışlar ve Slavlara karşı askeri güç olarak kullanmışlardır. Dokuzuncu ve Onuncu yüzyıllar süresince Bizans yönetimi ve Kilisesi, Anadolu ve Trakya'daki Paflikyanlar ile uğraşmış, onları Ortodoks inancına çekebilmek için sürekli çaba harcanmıştır.
Ermenistan'da Paflikyan hareketi, dokuzuncu yüzyılda Smbat adlı bir kişinin kurduğu "Tondrak" tarikatı biçiminde varlığını sürdürmüştür. Trakya'da ise zamanla yok olmuşlardır. Alexius Comnenus tarafından 1081 yılında Ortodoksluğa dönmeye ikna edildikleri ileri sürülmüştür. Onuncu yüzyıldan sonra, tarih sahnesinden çekilmişlerdir. Ancak, öğretilerinin izleri bir çok yerde görülmüştür. Bulgaristan'daki Bogomil tarikatı Paflikyanların devamıdır.
Bogomiller, Ortaçağ boyunca Batı'ya doğru öğretilerini yaymışlar, Katharlar (Albililer) ve diğer Manici akımları etkilemişlerdir. Ermenistan'da da Paflikyanlardan türeyen benzer tarikatların günümüze kadar varlıklarını sürdürdükleri kabul edilmektedir. yüzyıllar sonra, 1717 yılında Lady Mary Wortley Montagu, İstanbul'a gelirken Filibe'de durakladığında, aynen şunları yazıyor: "Filibe'de kendilerine Paulin adını veren bir tarikat buldum. Bunlar eski bir kiliseyi göstererek Aziz Pavlus'un burada vaaz verdiğini söylüyorlar.
Pavlus, bunların en makbul azizleridir..."Paflikyanların Öğretisi Paflikyan öğretisinin temel görüşü, maddi dünyayı yaratan ve yöneten Tanrı ile tapılması gereken, ruhları yaratan göklerin Tanrısı arasındaki ayrımdır. Paflikyanlara göre tüm maddi varlıklar kötüdür. Bu yaklaşım Paflikyanların, Manicilikten etkilenen akımlardan biri olarak kabul edilmeleri gerektiğini ortaya koyar. Ancak, Paflikyan öğretisinde güçlü bir "Marcionist" etki de vardır. Eski Ahit'i kabul etmezler, İsa'nın yeniden doğacağına inanmazlar; Paflikyanlara göre İsa Tanrı'nın dünyaya gönderdiği bir melektir ve gerçek annesi göklerdeki Kudüs'tür; İsa'nın tüm eseri yaydığı öğretisidir; İsa'ya inanmak insanı son yargıdan kurtarır; gerçek vaftiz İsa'nın sözlerini duymakla olur.
Paflikyanlar haça değer vermezler, yalnızca İncil'in bir kısmına inanırlar; İsa'yı reddettiği için Aziz Petrus'un mektuplarını dikkate almazlar; yalnızca Luka İncili ve Pavlus'un mektuplarına değer verirler. Tüm resim ve heykellere karşıdırlar. Maddi dünyaya ait herşeyin sadece simgesel bir değeri vardır. Bu bakımdan, Paflikyanlar Kiliseyi de, Kilisenin geleneklerini, dogmalarını, kurumlarını, ruhban sınıfını da reddemişlerdi. Onlara göre, herkes kutsal metinleri okuyup yorumlama hakkına sahiptir.
Paflikyanlar kendilerini kabul ettirmek için çok şiddetli bir misyoner etkinliği göstermişlerdi. Ayrıca korku duyulan savaşçılar olup, bu nitelik kuşkusuz bulundukları bölgenin coğrafyasından kaynaklanıyordu. Zira Paflikyanlar, dinleri ve uygarlıkları ayıran bir sınır üzerinde yer alıyorlardı. Akımın bu militan görünümü, toplumsal alanda da radikal bir ideoloji ile koşuttu. Yeryüzünde tüm tinsel yetkeyi reddetikleri için, dünyasal iktidar ve politik hakların varlık nedenini de inkar ediyorlardı. Böylece, dinsel düzeydeki eşitlikçiliğe, toplumsal düzeyde de bir eşitlikçi anarşizm eklenmekteydi.
Paflikyanlara göre, tüm Kilise hiyerarşisi kötüdür, aynı biçimde tüm ayinler ve kutsal eşyalar da reddedilmelidir. Örgütlenmelerinde en önde gelen kişiler, tarikatın farklı yörelerdeki kurucularıdır. Bu kurucu azizler, genellikle adlarını Aziz Pavlus'un öğrencilerinden alırlar ve onların yeniden dünyaya gelmiş ruhlarını taşıdıklarını ileri sürerler. Azizlerden sonra, bir konsil oluşturan "synechdemoi" (yoldaşlar) ile toplantılarda düzeni sağlayan "notarioi" gelir.
Toplantılarını kiliselerde değil, "proseuchai"nde (dua evleri) yaparlar. Baskı altındayken inançlarını saklamanın ve hatta reddetmenin doğru olduğuna inanırlar. Bu nedenle, dışardan Kiliseye bağlı bir görünüm sunarken, gizlice Paflikyan inançlarını sürdürebilmişlerdir. Ülküleri, tüm ırk ayrımlarını giderecek olan inananların tinsel birliğine ulaşmaktır.
Düşmanları Paflikyanları sürekli ahlaksızlıkla suçlamışlardır. Hatta dua evlerinde bile ahlaksız davranışlarda bulundukları ileri sürülmüştür. Kendilerinin "Hıristiyan" adından başka bir adla çağırılmalarından hiç hoşlanmazlar. Harnack'a göre Paflikyanlar, "Katolik ve Ortodoks Hıristiyanlığı reddeden, hiyerarşi karşıtı düalist Puritanlardır".
Gibbon'dan beri Paflikyanlar, ilk ve saf Hıristiyanlığı sürdürmeye çalışan, düşmanları tarafından baskı ve ıstırap altında yaşamak zorunda bıraktırılmış, İncil'e bağlı iyi insanlar olarak kabul edilmektedirler. Conybeare, Paflikyanları Adopsiyonistler'in devamı olarak nitelendirir. Adeney ise Paflikyanları "Protestanlıktan önceki Protestanlar" olarak değerlendirir. | |
| | | Programcı Administrator
Mesaj Sayısı : 818 Tecrübe Puanı : 9432 Rep : 1002 Yaş : 28 Nerden : Ankara
| Konu: Geri: Dinler Tarihi Çarş. Haz. 23, 2010 11:45 am | |
| Panteizm
Tanrı ile Evren'i bir, aynı ve özdeş kabul eden görüştür. Panteizm, anlam olarak tümtanrıcılık demektir. Panteizme göre Tanrı'nın Evren'den ayrı ve bağımsız bir varlığı yoktur. Tanrı; doğada, nesnelerde, insan dünyasında vardır. Her şey Tanrı'dır.
Bu anlayış; Hindu, Buda Dinlerinde hayalgücü geleneğine göre bir panteizmi gösterir. Bir felsefe tasarımı olarak panteizm ise, eski Yunan Felsefesi'nde Plotinos, Rönesans'tan sonra Giordano Bruno ve Spinoza tarafından temsil edilmiştir. Tasavvuf (mistisizm) düşüncesi de özünde bir panteist anlam taşımaktadır. Hallac-ı Mansur ve Mevlâna bu düşüncededir | |
| | | Programcı Administrator
Mesaj Sayısı : 818 Tecrübe Puanı : 9432 Rep : 1002 Yaş : 28 Nerden : Ankara
| Konu: Geri: Dinler Tarihi Çarş. Haz. 23, 2010 11:45 am | |
| Paskalya Bayramı
İsa'nın dirilişini dile getiren Paskalya, Hıristiyanlık'ın en büyük bayramı sayılır. Paskalya Günü, ilkbahar gün dönümünün yaşandığı 21 Mart'ta dolunayın görülmesinden sonraki ilk pazar günüdür. Bu nedenle Paskalya Günü'nün tarihi değişebilmekle birlikte genellikle, Paskalya tarihi için nisan ayının ikinci pazarı önerilir.
Paskalya, perhizle geçen beş haftalık (büyük perhiz) bir hazırlık dönemi ile son haftayı (kutsal hafta) kapsar. Paskalya Günü'nde (paskalya pazarı) sona erer. Pentekostes (hamsın) yortusuna kadar süren 50 günlük döneme, Paskalya dönemi (hamsin dönemi) adı verilir.
Paskalya Günü için evlerde özel çörekler (paskalya çöreği) yapılır; yumurta (boyalı paskalya yumurtası) haşlanır; mumlar yakılır; dualar okunur.
Paskalya'yı bütün Hıristiyan mezhepleri, kendi inanç düzenlerine göre kutlarlar. Süryanilerin temmuz ayında kutladıkları "Meryem Ana Paskalyası" adı verilen yortu da Paskalya kavramı içine girer.
Katolik Kiliselerinde, Paskalya gecesi ayininde yeni ateş kutsanır, paskalya mumu yakılır; kutsal kitaptan bölümler okunur, vaftiz törenleri yapılır (Hıristiyanlığın başlangıç döneminde vaftiz törenleri, yılda yalnızca bir kez, paskalya gününde yapılırdı).
Rum ve Rus Ortodoks Kiliselerinde gece ayinlerinden önce kilise dışında bir ayin alayı düzenlenir; alay, kiliseden çıkarken hiç ışık yakılmaz; dönüşte ise, İsa'nın dirilişini simgelemek için yüzlerce mum yakılır. | |
| | | Programcı Administrator
Mesaj Sayısı : 818 Tecrübe Puanı : 9432 Rep : 1002 Yaş : 28 Nerden : Ankara
| Konu: Geri: Dinler Tarihi Çarş. Haz. 23, 2010 11:46 am | |
| Patrikhane
Bizans Kilisesi'nin devamı olan Rum Ortodoks Patrikhanesi 330 yılından beri süregelmektedir. Ortodoks Kilisesi'nin başında bulunan başpapaza patrik, onun makamına ve bulunduğu yere de patrikhane denir. Bütün dünyada bulunan 5 Ortodoks patrikliğinin en büyüğü İstanbul'dakidir. Fener Rum Ortodoks patriği bütün Ortodokslarca dünya patriği sayılır. Öteki 4 Ortodoks patriği Moskova, İskenderiye, Antakya ve Kudüs'tedir.
Önceleri bütün Hıristiyanların bağlı bulunduğu kiliselerin sayısı üçtü. İsa'nın havarilerinden Petrus'un kurduğu Roma Kilisesi, Paulus'un kurduğu Antakya Kilisesi ve Yuhanna'nın kurduğu iskenderiye Kilisesi. Roma İmparatorluğu ikiye ayrılıncaya kadar bu durum devam etti. Roma Kilisesi güçlendikçe doğu kiliseleriyle ayrılıklar baş gösterdi ve iyice keskinleşti. Sonunda 1054 yılında Roma ve Bizans kiliseleri birbirinden tamamen koptu; böylece Roma Kilisesi'nin başında bulunan papa bütün Katoliklerin; İstanbul'daki Ortodoks Kilisesi'nin başında bulunan patrik ise bütün Ortodoksların başı oldu.
Fener Patrikhanesi
Fatih Sultan Mehmet 1453'te İstanbul'u fethettiği zaman Ortodoks Kilisesi'ne dokunmadı, hattâ ona bütün Hıristiyanlar üzerinde geniş yetki tanıdı. İlk patrikhane şimdiki Fethiye Camii olan Pammakaristos Kilisesi'ndeydi. 1586'da patrikhane Fener'deki Eflak Sarayı Kilisesi'ne, 1602'de Aya Yorgi Kilisesi'ne taşındı. 1720'de de patrik Yeremyands, patrikhanenin şimdi bulunduğu kiliseyi yaptırarak patrikhaneyi buraya yerleştirdi.
Patrikhane Birinci Dünya Savaşı ertesinde Türkiye aleyhine çalışarak Anadolu ve İstanbul'daki Rum ahaliyi kışkırttıysa da Kurtuluş Savaşı'ndan sonra, Anadolu Rumlardan arındığı için patrikhaneye dokunulmadı.
Türk Ortodoks Patrikliği
Kurtuluş Savaşı sırasında Fener Patrikhanesi'nin Anadolu'daki Rumları kışkırtarak Pontus Krallığı'nı diriltmeğe kalkışması ve Yunanlıların Anadolu'yu istilâsını alkışlaması üzerine Keskin metropoliti papa Ettim (Pavri Karahisarlıoğlu, sonra Evrenerol) 1921'de bir bildiri yayımlayarak "Türk Ortodoks Kilisesi"ni kurduğunu açıkladı. Anadolu'daki Hıristiyan Türkler adına Fener Patrikhanesi'yle savaşan papa Eftim, Kurtuluş Savaşı'nı desteklediği için Fener Patrikhanesi'nce aforoz edildi. O da 1924'te Rum Ortodoks Kilisesi'nden ayrılarak İstanbul'da Ortodoks Kilisesi'ni kurdu ve bunun başına patrik seçildi. Papa Eftim 1968'de ölünce yerine oğlu Turgut Evrenerol patrik oldu. | |
| | | Programcı Administrator
Mesaj Sayısı : 818 Tecrübe Puanı : 9432 Rep : 1002 Yaş : 28 Nerden : Ankara
| Konu: Geri: Dinler Tarihi Çarş. Haz. 23, 2010 11:46 am | |
| Reform
Katolik Kilisesi'nin bozulması ve dini amaçlardan uzaklaşması üzerine 16. yüzyılda Almanya'da başlayarak diğer Avrupa Ülkelerine yayılan dini alandaki yeniliklere Reform denilmiştir.
Reform'un Nedenleri
Katolik Kilisesi'nin bozulması ve ıslahat fikrinin yayılması.
Hümanizm sayesinde Hıristiyanlığın kaynaklarına inilmesi, İncil'in milli dillere çevrilerek temel ilkelerin ortaya konulması.
Matbaanın yaygınlaşması ile okuma-yazma bilenlerin artması üzerine Katolik Mezhebi'nin sorgulanmaya başlanması.
Endülüjans sorununun ortaya çıkması, para karşılığında kilisenin günahları affetmesi.
Rönesans hareketlerinin etkisi.
Reform hareketlerinin ilk defa başladığı Almanya'da siyasal birlik olmaması ve Almanya'daki prenslerin dinde yenilik isteyenleri desteklemesi.
1517'li yıllarda Reform düşüncesi Almanya'da Martin Luther tarafından ortaya atıldı. Sonunda Luther'in görüşleriyle Protestanlık mezhebi doğdu. Protestanlar ve Katolikler arasında mücadeleler Ogsburg Antlaşması ile sona erdi (1555). Buna göre; Protestanlık Mezhebi ve Kilisesi kesin olarak kabul edilmiştir.
Alman prensleri istedikleri mezhebi seçme ve kendi topluluklarına kabul ettirme konusunda serbest oldular. Prensler, kendi ülkelerinde din işlerinin mutlak hakimi haline geldiler. Prenslerin mezheplerini kabul etmeyen Almanların başka yerlere göç etmesine izin verildi. Almanya'da başlayan Reform hareketleri İngiltere, Fransa, İsveç, Norveç ve Danimarka gibi ülkelere de yayılmıştır.
Reform'un Sonuçları
Avrupa'da mezhep birliği bozuldu. Katolik ve Ortodoks Mezhepleri yanında Protestanlık, Kalvenizm ve Anglikanizm mezhepleri ortaya çıktı, mezhepler arasında çatışmalar başladı.
Din adamları ve kilise, eski itibarını kaybetti.
Katolik Kilisesi, kendisini yenilemek ve düzenlemek zorunda kaldı.
Eğitim-öğretim faaliyetleri kiliseden alınarak laik bir eğitim sistemi kuruldu.
Katolik Kilisesi'nden ayrılan ülkelerde kilisenin mallarına ve topraklarına el konuldu.
Papa ve kilisenin Avrupa Ülkelerinin kralları üzerindeki etkisi sona erdi ve Avrupa'da siyasal bölünmeler yaşandı. Çünkü Ortaçağ'da Papa, Avrupa krallarına taç giydirerek onların krallıklarını onaylıyor ve yönlendirebiliyordu. Papanın bu gücü kaybetmesi, Haçlı Seferleri'nin düzenlenmesini engellemiştir.
Katolik kalan ülkelerde yeni mezheplerle mücadele etmek amacıyla Engizisyon Mahkemeleri kuruldu.
Protestan krallar ve prensler, din işlerinin mutlak hakimi oldular.
Reform hareketleri, Avrupa'yı siyasi yönden zarara uğratmıştır. Şarlken'in Osmanlı Devleti üzerine yapmayı planladığı Haçlı Seferi bölünmelerden dolayı gerçekleşmemiştir.
Mezhep savaşları, Osmanlı Devleti'nin Avrupa'da ilerlemesini kolaylaştırmıştır.
Osmanlı Devleti içerisinde yaşayan Gayrimüslimlerin büyük çoğunluğu Hıristiyandı. Osmanlı Devleti bunlara inanç ve din konularında serbestlik tanıyarak geniş haklar verdi. Osmanlı'da dini bakımdan bağımsız olan Hıristiyan Toplumu, Avrupa'daki mezhep kavgalarından etkilenmedi. Bunda Osmanlı Devleti'nin Hıristiyan halkı kilisenin suistimallerine karşı koruması etkili olmuştur. | |
| | | Programcı Administrator
Mesaj Sayısı : 818 Tecrübe Puanı : 9432 Rep : 1002 Yaş : 28 Nerden : Ankara
| Konu: Geri: Dinler Tarihi Çarş. Haz. 23, 2010 11:46 am | |
| Şintoizm
İki ana bölüm vardır. Birincisi, hepsi birbirine benzeyen 13 eski mezheptir. İkincisi Şinto Eyaleti olarak bilinir ve en yüce ifadelerini İmparatora tapmada ve Eyalet ile aileye sadakatte bulan sonraki sentezlerdir Şinto'ya ("Ruhların Yolu" nu işaret eden Çin karakterleri Şin ve Tao'dan alınmıştır) anavatanı Japonya'da Kamonomiçi denmektedir, Kami çok Tanrı ya da doğa ruhları demektir.
Şinto türbeleri Japonya'da 100.000'in üzerindedir. Türbelerde hiçbir resme tapılmaz; Kamilerin orada olduğu farz edilir. Sunak üzerine günlük olarak taze yiyecekler, su, tütsü vb. şeyler konur. Tüm evrenin kutsallığında içsel bir inanç vardır ve insan bu kutsallıkla uyum içinde olabilir. İnsanın, gizli tanrısal yapısını gizleyen "tozu" kaldırabileceği saflaşmaya ve doğruluğa önem verir. Bu sayede Kamilerin kılavuzluğunu ve rahmetini elde edebilecektir.
Şintoistin anavatanına yönelik hararetli sevgisi, Japon halkının kendi ülkelerine olan bağlılığında ifadesini bulmaktadır. Şintoizm yaklaşık 2500-3000 yıl önce ortaya çıktı. 13 eski mezhebin her birinin kendi kurucusu vardır. Kutsal metinleri, Japonya Kayıtları Kokiji (Eski Olayların Kayıdı) Nikorg Yengişiki (Yengi döneminin Enstitüleri)'dir. | |
| | | Programcı Administrator
Mesaj Sayısı : 818 Tecrübe Puanı : 9432 Rep : 1002 Yaş : 28 Nerden : Ankara
| Konu: Geri: Dinler Tarihi Çarş. Haz. 23, 2010 11:46 am | |
| Süryanilik
Antakya Süryani Kilisesi, ilk kurulduğu dönemlerde coğrafi konum itibarıyla Doğu Kilisesi ve Batı Kilisesi olarak iki kola ayrılmıştır. Pers Hükümdarlığı'nın sınırları içinde yaşayan Süryaniler Doğu Kilisesi'ni; Roma İmparatorluğu'nda yaşayanlar ise Batı Kilisesi'ni oluşturuyordu. Ancak bir birlik anlayışı içinde faaliyetlerini yürüten Kilise'nin içinde iki nedenden dolayı anlaşmazlıklar çıktı.
Bu nedenlerden birincisi, Bizans'ın Doğu halkları üzerindeki baskı uygulamaları ve kendi çıkarına yönelik olarak oynadığı politik oyunlardır. İkincisi ise, kendisi de Süryani kökenli olan İstanbul Patriği Nasturius'un genel kilise anlayışına ters düşen öğretisidir. Bu iki neden Kilise'nin ikiye bölünmesine yol açtı. Bu anlaşmazlıkta Nasturius'un görüşlerini benimseyen Süryaniler, tarihte "Nasturiler" ismiyle anılmaya başlandı.
1445 yılında Nasturilik'ten kopan ve çeşitli nedenlerden dolayı Papalığa bağlanan Kıbrıs Nasturi Metropoliti Timotheos ve onunla birlikte hareket eden kalabalık kitle, Papa IV. Evgin tarafından "Keldani" adıyla nitelenmiştir. Bu şekilde Nasturilik'ten kopup Katolik inancı benimseyenlerden oluşan bu kilise, "Keldani Kilisesi" olarak adlandırılmıştır. M.S. 451 yılında Süryaniler arasında bir başka bölünme daha ortaya çıkmıştır. Bu tarihte politik, mezhepsel ve yerel sürtüşmelerin artması nedeniyle toplanan Kadıköy Konsili, bu bölünmeye neden olmuştur.
Bizans İmparatoru Markian'ın yapabileceği baskı ve zulüm uygulamalarından korkup, atalarının iman ilkelerini önemsemeyen ve Kadıköy Konsil'inin bu doğrultuda aldığı kararları benimseyen Süryanilere "Malkoye Melkit" denilmiştir. Bu isim "Kralın Yandaşları" anlamına gelmektedir. Bu topluluk günümüzde Rum Ortodoks adıyla anılmaktadır.
Malkoye Melkit adı verilen bu topluluk içerisinde M.S. VII. Yüzyıl'da bir bölünme daha yaşanmıştır. Lübnan'daki Mor Marun Manastırı rahipleri Melkit Patriği Maksimus'un savunduğu dinsel teorik görüşle ters düştüler ve "Maronit Patrikliği" adı verilen bağımsız bir patriklik kurdular. Bu Patriklik 13.Yüzyıl'da Papalığa bağlandı. Diğer yandan Rum Ortodoks (Melkit) Kilisesi bireylerinden bir bölümü başka bir anlaşmazlık yüzünden Roma Papalık Kürsüsü'ne bağlandılar. Bu topluluk, 1724 yılında "Rum Katolik" ismiyle, kendilerine ait bir Patriklik Merkezi kurdu. Antakya Süryani Kilisesi, 18. Yüzyıl içerisinde bir bölünmeye daha sahne oldu.
Episkopos Mihael Carve'nin önderliğini yaptığı bir grup Süryani, Papalığa bağlandı ve "Süryani Katolik" ismi altında bir Patriklik Merkezi kurdu. Bu arada 19. asırda Protestan misyonerlerinin Süryani bireyler arasında yürüttüğü çalışmalar sonucunda bazı Süryanilerin Protestanlığı benimsediği de görülmüştür.
Antakya Süryani Ortodoks Kilisesi'nin Patriklik Merkezleri
Süryani Patrikliğinin ilk merkezi Antakya'dır. Mor Petrus (Şemun) tarafından M.S. 37- 43 yılları arasında kuruldu. 518 yılına kadar Antakya'da kalan Patriklik merkezi daha sonra geçici olarak birçok yerlere ve manastırlara taşındı. 969'da Patrik VII. Yuhanna zamanında Malatya'ya yerleşti. 1058'de Özellikle Melkit (Krallığa mensup) Rum Ortodoksların baskı ve saldırılarından dolayı Diyarbakır'a alındı.
1293 yılına kadar hem Diyarbakır hem de Deyrulzafaran manastırı merkez olarak kullanıldı. 1293 yılında Patrik İğnatiyos Bin Vahip Döneminde Patriklik merkezi sürekli ve resmen Deyrulzafaran'da kaldı. 1932 yılında Humus Metropoliti Efrem Barsavm Patrik olunca Suriye'nin Humus şehrine taşıdı. 1959'da Patrik İğnatıyos III. Yakup Patriklik merkezini Suriye'nin başkenti Şam'a aldı. Bugün Antakya Süryani Ortodoks Kilisesinin Patriklik merkezi hala Şam'dadır.
Süryani Ortodoks Kilisesi, Antakya kentinin; Roma İmparatorluğu'nun üç büyük başkentinden biri olduğu dönemde kurulmuştur. Bu süreç Kudüs'ten sonraki "elçisel dönem"e denk düşmektedir. Dönemin Antakya'sı, Helenistik kültürün önde gelen merkezlerinden biri olma özelliğini taşımaktadır.
Antakya, Hıristiyanlık döneminde de bu özelliğini sürdürerek, Süryani Ortodoks Patrikliği'nin yönetim merkezi ve dinsel başkenti olmuştur. Doğu'nun gerçek kilisesi olan Süryani Kilisesi; inanç ülküsü, dogma ve liturya alanında verdiği dinsel-kültürel hizmetlerle etkin misyon çalışmaları birleştirerek, Ortadoğu'dan Uzakdoğu'ya dek uzanan bir coğrafyada yaşayan insanlara kadar inançlarını taşıma başarısına sahip olmuştur. Paganlar arasındaki Hıristiyanlık inancının öncüsü olan Kilise, aynı zamanda değişik etnik kökenlerden gelen insanları çatısı altında barındırmayı başaran ilk Hıristiyan kilisesidir.
İsa yeryüzünde iken, yaydığı yeni öğretiler sonucunda Mor Yakup'un başkanlığında Hıristiyanlık inancına sahip ilk düzenli topluluğun oluşumu söz konusudur. Ancak bu topluluk, tinsel anlamda gerçek bir kilise olma niteliğini ve yetkinliğini Hıristiyan inancına göre Kutsal Ruh'un inişiyle birlikte kazanmıştır. Bunun sonucunda ortaya çıkan Kudüs Kilisesi, yapısı içinde sadece Yahudi kökenli Hıristiyanları barındırmaktaydı. Kudüs Kilisesi Mesih'in ilk kilisesi olması nedeniyle kilise babaları tarafından bu dönemde "Ana Kilise" adıyla tanımlanmıştır. İlerleyen süreç içerisinde İsa'nın yeni topluluğu, Yahudi kökenlilerin uyguladıkları baskı ve kovuşturma politikalarına maruz kalmıştır.
Kudüs'teki topluluk, bu baskı uygulamaları ve M.S. 34 yılında Diyakos Estefanos'un şehit edilme olayı sonucunda dağılmak mecburiyetine düşmüştür. Bu nedenlerden dolayı dağılan topluluğun bir bölümü Antakya şehrine giderek, burada yaşayan ve putperest Süryaniler ile Yahudilerden oluşan yerli halkın gönlüne, Hıristiyanlık inancının ilk tohumlarını ekmeyi başarmıştır. Böylece Süryani ve Yahudilerden oluşan ilk çekirdek topluluk Antakya'da kurulmuştur.
Kudüs Kilisesi, Antakya'da faaliyet gösteren böyle bir topluluktan haberdar olur olmaz, yetmişli müjdecilerden Aziz Barnaba'yı Antakya'ya göndermiştir. Aziz Barnaba'nın burada yürüttüğü etkili ve yoğun çalışmalarına, daha sonraları Mor Pavlus'un bir yıl süren özverili katılımının da eklenmesi sonucunda Antakya Kilisesi'nin etrafında toplanan insanların sayısı bir hayli çoğalmıştır. Bu yoğun ve etkili çalışmaların sonucunda günden güne güçlenen ve sayıları artan Antakya'daki topluluk tarafından; "Hıristiyan" ismi ilk kez belirtici bir özellik olarak kullanılmaya başlanmıştır.
Antakya şehri, sosyal, kültürel ve dinsel etmenler dolayısıyla, farklı tarihlerde birçok müjdecinin uğrak yeri olmuştur. Kentteki dinsel etkinliklerin hızlanmasının ve Kilise bireylerinin sayısının hızla artmasının çeşitli nedenleri vardır. Bu nedenlerden başlıcaları; şehrin yerlilerinin Yahudi baskısından uzakta ve Roma İmparatorluğu'nun vatandaşı olmaları, daha da önemlisi misyon faaliyetlerinin dili olarak Süryanice'nin kullanılmasıdır.
M.S. 37 yılında Mesih'i müjdelemek amacıyla Antakya'ya gelen ve burada bulunduğu süre içinde kentteki topluluğun programlı ve düzenli etkenliklerine şahit olan "Onikiler"den Mor Petrus ( Şemun ), Hıristiyan dünyasının üç büyük kürsüsünden ilki olan "Antakya Elçisel Kürsüsü"nü M.S.37-43 yılları arasında burada kurmuştur. Antakya Kilisesi bu şekilde, "Ana Kilise" olarak adlandırılan Kudüs Kilisesi'nden sonra kurulan ilk Hıristiyan kilisesi olmuştur.
Nitelik ve yapısı itibarıyla bakıldığında Yahudi kökenli ve putperest kökenli (Süryani) Hıristiyanları çatısı altında birleştiren ilk "Ana Kilise" olan Antakya Kilisesi, yönetimsel açıdan da Doğu Hıristiyanlığı'nın merkezi haline gelmiştir. Tarihsel süreç içinde, Yahudi kökenli Hıristiyanlar ile putperest kökenli Hıristiyanlar arasında bazı görüş farklılıklarının ve anlaşmazlıkların belirdiği görülmektedir. Bu anlaşmazlıkların temelinde Yahudi kökenli Hıristiyanların, putperest kökenli birinin Vaftiz olabilmesine ilişkin görüşleri yatmaktaydı.
Onlara göre, putperest birisinin Vaftiz olabilmesi için Musa Yasası'nı tamamlaması; yani sünnet olması gerekiyordu. Bu meseleden kaynaklanan sürtüşmelerin ve anlaşmazlıkların son bulması amacıyla M.S. 51 yılında Kudüs'te Hıristiyan dünyasının ilk "Konsil"i toplandı. Bu Konsil'in toplanabilmesi için Aziz Barnaba ve Pavlus özel bir çaba ve emek sarfettiler.
Elçi Mor Yakup'un başkanlığında bir araya gelen Konsil, putperest kökenlilerin vaftiz olabilmeleri için sünnet olmalarının şart olmadığına yönelik karar almıştır. Bu karar putperest kökenli Hıristiyanların Musa töresinden kurtulmalarını sağlamıştır. Konsilde bunun yanı sıra Antakya Kilisesi'nin güçlendirilmesine ilişkin bir takım kararlar daha alınmıştır. Bu kararlardan en önemlileri Mor Pavlus ve Aziz Barnaba'yla birlikte Yahuda ve Silasi'nin da Antakya'ya yollanması, Putperest kökenli olanlara yönelik olarak kendilerinin de putperest iken alıştıkları put kurbanlarından, kandan, boğulmuş olandan ve zinadan şiddetle kaçınmalarıdır.
Antakya Kilisesi "Ana Kilise" unvanına sahip olduktan sonra İsa'nın ismini yaymaya yönelik bütün misyon çalışmaları bu merkez tarafından yönetilmeye ve yürütülmeye başlandı. Bundan dolayı Mor Petrus misyon çalışmalarına başka yerlerde devam etmek üzere Antakya'dan ayrıldı. Ayrılışı sırasında Mor Pavlus'un da yardımı ile Mor Afudius'u putperest kökenli Hıristiyanlara; Mor İğnatius Nurani'yi de Yahudi kökenli Hıristiyanlara dinsel yönetici -Episkopos- olarak atadı. Ancak Mor Afudius M.S. 68 yılında Roma İmparatoru Neron tarafından öldürüldü. Bu olay neticesinde her iki kökenden gelen Hıristiyanlar, Kutsal Ruh'un bağıyla Mor İğnatius Nurani'nin başkanlığında birleşti. Bu birleşme, o tarihten itibaren Antakya Kilisesi'nin "Genel Kilise" unvanını almasına vesile oldu.
Mor İğnatius Nurani'nin başkanlık yaptığı dönemde özellikle Suriye, Lübnan ve Anadolu topraklarında yürütülen misyon çalışmaları bir ivme kazanmış ve kısa sürede bu coğrafyada Hıristiyan bireylerin sayısı gözle görülür bir biçimde artmıştır. Ancak Kilise'nin bu derece güçlenmesi Roma İmparatoru'nun kaygılarını artırdığı için dönem dönem çalışmalarda aksaklıklar ortaya çıkmıştır. Yine de Antakya Kilisesi uygun zemin bulduğu sürece İncil'in yaşam verici öğretilerini yaymayı amaçlayan misyon çalışmalarını devam ettirmiştir. Tüm bu süreç boyunca yürütülen sistemli ve bilinçli çalışmalar, Antakya Kilisesi'nin Genel Başkanı Mor İğnatius Nurani'nin bölgedeki en büyük dinsel lider olmasını ve hakimiyeti eline geçirmesini sağlamıştır. Bu andan itibaren İğnatius Nurani'nin "Suriye Episkoposu" unvanını kullanmaya başladığı görülmektedir.
Aynı dönemde Sur, Sayda, Kayseri, Beyrut, Cubeyil, Efes, Kapadokya, Bergama, Sardiş ve Leodikiya şehirlerinin her biri 2. Yüzyılın sonlarında "Episkoposluk" statüsünü kazanmışlardır. Tüm bu merkezler M.S. 5. Yüzyıla kadar yönetim açısından Antakya Süryani Kilisesi'ne bağlıydılar. Bu gelişmelerin paralelinde dönemin dikkat çeken diğer özelliği de Mezopotamya'da yürütülen misyon çalışmalarının kaydettiği aşamadır. Bu bölgede henüz 3.yüzyılın ilk çeyreğinde; yani yaklaşık 200 yıl gibi kısa bir sürede tam yirmi Episkoposluk Merkezi kurulduğu görülmektedir. Bu merkezlerin en önemlileri, Bethzabday (İdil), Hilvan, Sincap, Katar, Kerkük, Keşker, Basra, Erbil, Urhoy (Urfa), Amid (Diyarbakır), Nsibin (Nusaybin) ve Bethgarmay'dır. | |
| | | Programcı Administrator
Mesaj Sayısı : 818 Tecrübe Puanı : 9432 Rep : 1002 Yaş : 28 Nerden : Ankara
| Konu: Geri: Dinler Tarihi Çarş. Haz. 23, 2010 11:47 am | |
| Taoculuk
Taoculuk, Çin kökenli başlıca iki dinsel felsefi sistemden biridir. Konfiçyüsilikle birlikte 2000 yıldan fazla Çin'de yaşamın her alanını biçimlendirmiş, Çin kültürünün ulaştığı Kore, Japonya ve Vietnam gibi başka Asya ülkelerinde de etkileri görülmüştür.
Resmi, pragmatik Konfiçyüsçü gelenekten farklı olarak doğaya uygun davranışı, kendiliğindenliği, mistik ve metafizik yaşantıyı, yönetimde müdahaleden kaçınmayı ve toplumsal yaşamda ilkelliği savunan bir düşünce ve inanç sistemidir. Çin toplumunda Konfiçyüsçülüğün dengeleyecisi ve tamamlayıcısıdır.
Çin geleneğinin bütünü içinde Konfiçyüsçülük, bir ahlaki ve siyasal sistemin yaratılmasıyla, Taoculuk ise daha kişisel ve metafizik konularla ilgilidir. Çin felsefesinin temel özelliklerinden olan insanla evren arasındaki karşılıklılık, Taoculuk'ta çok önemli bir yer tutar. İnsan küçük bir evrendir ve bedeninde evrenin düzenini yaratır; insanı anlayan evrenin yapısını da anlar.
Dinsel Taoculuk'ta insan bedeninin Taoculuk'ta insan bedeninin evrendeki bütün tanrıları barındırdığına, tanrısal öğretmenini Çin'in kutsal dağlarında arayan Taocu üstadın, sonunda onu kendi kafasındaki 'saraylar'da bulunduğuna inananılır. İnsanoğluyla doğal düzenin birliği inancı, açıklanamayan büyülü bir duygudan kaynaklanır; bu birliği kavramanın yolu da meditasyondur. Dinsel Taoculuk'ta ölümsüzlüğe ulaşmak için meditasyonun yanı sıra yiyecek sınırlamalarına, nefes kontroluna, cinsel disipline, simya ve tılsımlara da başvurulur. | |
| | | Programcı Administrator
Mesaj Sayısı : 818 Tecrübe Puanı : 9432 Rep : 1002 Yaş : 28 Nerden : Ankara
| Konu: Geri: Dinler Tarihi Çarş. Haz. 23, 2010 11:47 am | |
| Teizm
Bu anlayışa göre Tanrı yaratıcıdır, oluşun kaynağı ve koruyucusudur. Tanrı güç, gerçeklik ve değer bakımından en yüksek varlıktır. Ezeli ve ebedi olan salt akıl ve iyilik olan yüce bir iradedir. Teistler Tanrı'nın varlığını bazı kanıtlarla temellendirmeye çalışmışlardır.
Ontolojik Kanıt
Tanrı kavramından Tanrı'nın varlığını çıkartmaktır. Bu kanıtlama, Ortaçağ'da St. Anselmus ve Yeniçağ'da Descartes tarafından geliştirilmiştir.
Hudus (Varlığın ortaya çıkması) Kanıtı
Sonradan meydana gelen her şey, mantıken onu meydana getiren bir varlığa muhtaçtır. Evren de zaman içinde sonradan meydana geldiğine göre, onu meydana getiren varlık Tanrı'dır. Bu kanıt, ilk olarak İslâm Felsefesi'nde kelamcılar (kelam, İslâm Felsefesi'nde Tanrı'nın varlığını ve birliğini akıl ve mantık yoluyla kanıtlamak isteyen görüştür.) kullanmıştır.
Erdem Kanıtı
Bu kanıtı St. Thomas kullanmıştır. Bu kanıtlamaya göre, Evren'de var olanların bir mükemmellik sıralaması vardır. Bu sıralamanın en üst katında bulunan, her şeyin en mükemmeli olan Tanrı'dır.
Ahlâki Kanıt
İnsan iyilik yapmaya, kötülüklerden kaçınmaya eğilimlidir. Bu bir ahlâk yasasıdır. Bu yasa öğrenilmemiştir; özümüzde, vicdanımızda hazır olarak bulunur. Bunu insana kazandıran Tanrı'dır.
Teistler, Tanrı'nın varlığını nedensel olarak kanıtlamak isterler. Her bir şeyin bir nedeni vardır. Her bir neden, başka bir nedenin sonucudur. Bu nedensellik zincirini sonsuza kadar götürmek, insan aklı için mümkün olmadığından, kendisi sonuç olmayan nedende durulur. İşte, teizme göre ilk neden Tanrı'dır. | |
| | | Programcı Administrator
Mesaj Sayısı : 818 Tecrübe Puanı : 9432 Rep : 1002 Yaş : 28 Nerden : Ankara
| Konu: Geri: Dinler Tarihi Çarş. Haz. 23, 2010 11:49 am | |
| Türkler ve İslamiyet
IX. asrın ortalarından itibaren gelişen askeri, ticari ve dini münasebetler neticesinde Türkler büyük gruplar halinde birbiri arkasından Müslüman olmaya başladılar. IX. asrın ikinci yarısında Samanilerin hakimiyetine geçmiş olan şehirlerin (Talas, İsficab) halkının çoğunluğunun Müslüman olduğunu söyleyebiliriz. Ancak büyük rakamlara ulaşan din değiştirmeler X. asırda başlamıştır.
Nasr b. Ahmed'in Talas seferi ve İsficab beglerinin faaliyetleri sonunda Balasagun'un batısındaki Ordu şehrinde oturan Türkmen meliki İslam'ı kabul etmiş ve İsficab beylerine vergi vermeye başlamıştır. Türk boyları arasında kalabalık bir grup halinde Müslümanlığı ilk kabul edenler, Balasagun ile Talas'ın doğusundaki Mirki kasabasında oturan Türkmenler olmuştur.
Türklerin İslamı Kabul Sebepleri
Türkler Müslümanlıktan başka diğer dinlere de zaman girmişlerdir. Fakat Musevilik, Hıristiyanlık ve Budizm gibi dinler çok az sayıda taraftar bulmuşlardır. Hatta bu dinlerin yayılmasına karşı sert tepkiler bile olmuştur. Buna karşılık İslamiyeti kabullerinde böyle bir durumda karşılaşmıyoruz.
xII. asırda yaşamış din adamı ve tarihçi Süryani Mihail (ölm.1199) şu bilgiyi vermektedir "Türk Milleti tek tanrıya inanmakta idi. Arapların da tek Allah'a inanmaları Türklerin islam dinini kabul etmelerine sebep olmuştur." Süryani Mihail'in bu tesbiti bir gerçeği ortaya koymaktadır.
Türklerin M.Ö. III. asırdan itibaren her şeye kadir olan ebedi Gök-Tanrıya inandıkları tarihi hakikat olarak ortaya çıkmıştır. Bu sebeple kendi "Tanrı" anlayışlarına ters düşmeyen İslamın Allah'ını kolaylıkla kabul etmişlerdir. Diğer tarafdan İslamın cihat mefkuresi ile Türklerin savaşçılık ruhu ve dünyaya hakim olma idealleri birbirini tamamlıyordu. Cihadın faziletleri ve mücahitlere ahirette vaat edilen mükafatlarda, Türkler, kendi ideallerini bulmuş oluyorlardı. Esasen kendi inançlarında öldürdükleri düşman nisbetinde öteki dünyada mükafatın vaad edilmiş olması yeni dini kabulde teşvik edici bir sebep olmuştur.
Hz. Muhammed'in Türkler hakkındaki hadisleri, Türkler arasında İslam peygamberine karşı bir sempati ve yakınlığın doğmasına sebep olmuştur. Keramet sahibi olan ve gaipden haber veren Kamlar ile İslamın Evliya ve mürşitleri birbirlerinin yerine geçerken daha doğrusu birbirleri ile kaynaşırken meydana gelen değişiklik pek farkedilmiyordu.
Türk töresi ile İslam'ın ortaya koyduğu nizam arasında bilhassa ahlaki meselelerde büyük benzerlik dikkati çekmektedir. Bu hususlar Türklerin inanç ve ideallerine uygun gelen ve zamanın en mükemmel bir dinine ve medeniyetine neden ve nasıl girmiş olduklarını ortaya koymaktadır.
Müslümanlığın Türkler Üzerindeki Etkileri
Türkler'in Müslümanlığı kabulü bu milletin kaderi üzerinde de son derece önemli bir yer işgal geder. Yeni bir din veya medeniyetin kabulü, cemiyette inanış, düşünüş ve yaşayış gibi çeşitli bakımlardan meydana getirdiği değişiklik ve gelişmeler dolayısıyla bir milletin tarihinde en önemli bir hadise olma özelliğini daima korumaktadır. Böyle bir değişiklikle milletlerin varlıklarını koruduğu, yeni bir iman ve hızla ileri bir seviyeye eriştiği veya bunun tam aksine milli bünyelerinin sarsıldığının, hatta milli benliklerini kaybettiklerinin örneklerine tarihte sık sık rastlanmaktadır. Din değiştirmenin bir milletin hayatında meydana getirdiği değişikliklerin Türk tarihinde açık olarak görebiliriz.
Türkler Müslüman olmadan önce gerek Türkistan'da ve gerekse yayıldıkları ülkelerde Budizm, Maniheizm, Musevilik, ve Hıristiyanlık gibi dinleri kabul etmişlerdir. Ancak bu dinleri kabul kısmen olmuş ve büyük Türk kitlesi kendi Gök-Tanrı dinlerine bağlı kalmışlardır. Türklerin kısmen de olsa kabul ettikleri bu dinlerin ortaya koyduğu nizam, onların töre ve yaşayışlarına uymadığı için, kısa zamanda onların milli benliklerini kaybetmelerine sebep olmuştur.
Gök Türk Hakanı Bilge Kağan, vezir'i Tonyukuk'tan bir Budist mabedinin yapılmasını istediği zaman bu Bilge vezirin ona verdiği "Savaşı ve hayvan etini yemeği yasaklayan ve miskinlik telkin eden bu dinin kabulu Türkler için felaket olur" cevabı bu husustaki ileri görüşünü ve endişesini bütün açıklığıyla ortaya koymaktadır.
İslamiyetin kabulü Türklere yeni bir ruh ve kuvvet vermiş, Asya steplerinden Avrupa içlerine kadar uzanan sahalarda büyük ve uzun ömürlü devletlerin kurulmasında başlıca sebep olmuştur. Bunlardan daha önemlisi İslam dininin ortaya koyduğu nizam ile Türk töre ve yaşayışı birbirine uyduğu ve birbirini tamamladığı için Türkler milli varlıklarını devam ettirmişlerdir.
İslam dinini kabul eden Türk boylarından hiçbirisi, diğer dinleri kabul eden Macarlar, Bulgarlar, Hazarlar ve Peçenekler gibi milli varlıklarını kaybetmemişlerdir. Diğer bir ifade ile dünyanın çeşitli ülkelerine dağılmış olan Türk Milleti varlığını İslam dini sayesinde koruyabilmiştir. İslamiyetin bu müsbet tesiri, devlet idaresinden sanata kadar toplum alanının her alanında kendisini göstermiş, ilham kaynağı olmuş ve ölümsüz eserlerin meydana gelmesini sağlamıştır. | |
| | | Programcı Administrator
Mesaj Sayısı : 818 Tecrübe Puanı : 9432 Rep : 1002 Yaş : 28 Nerden : Ankara
| Konu: Geri: Dinler Tarihi Çarş. Haz. 23, 2010 11:49 am | |
| Vaftiz Hıristiyanlığa göre, kişinin İsa'nın dinine katılmasının hukuksal ve kutsal simgesi olan vaftiz "vaftiz töreni" adı verilen özel bir törenle gerçekleştirilir. Sözcük Yunanca "Baptisis" sözcüğünden türetilmiştir.
Hıristiyan doğuş günlerinde, İsa'nın ortaya çıkışından öncede varolduğu, İncil'de adı Vaftizci Yahya olarak geçen Aziz Yahya'nın yüceltilmesinden, "Doğrusu size derim: Kadınlardan doğanlar arasında: Vaftizci Yahya'dan daha büyüğü çıkmamıştır; fakat göklerin egemenliğinden daha küçük olan ondan daha büyüktür. Vaftizci Yahya'nın günlerinden Şimdiye kadar göklerin egemenliği zorlanıyor" (Matta, Bap 11,11:12). "Zira Vaftizci Yahya, ekmek yemeyerek ve su içmeyerek gelmiştir" (Luka,Bap 7,33), İsa'yı vaftiz ettiğinin anlatılmasından anlaşılmaktadır.
Ama Hıristiyanlıkta vaftiz ilk günahın açmış olduğu kirlilikten temizlenme anlamında, daha önceki din ve gelenekler arasındaki arınma törenlerine benzemekle birlikte, yeni bir varlık yaratması, İsa'nın kilisesine (topluluğuna) katılmasının simgesi olması bakımından onlardan ayrılır. Müslümanların uyguladığı gusül (boy abdesti) aslında bir suya daldırma geleneğidir. Sabiilikte bu; doğum sonrası çocuklara da uygulanır. Yani yeni doğan çocuk suya daldırılır. Bu bir "vaftiz" dir ve bilindiği gibi Hıristiyanlıkta da vardır. Hıristiyanlıkta vaftiz işleminin anlamı, önemi mezheplere göre değişir. Her mezhep vaftizi kendi inanç ölçülerine göre yorumlar.
KATOLİKLİKTE VAFTİZ
Bu mezhebe göre vaftiz, İsa'nın kurduğu bir arınma törenidir. Vaftiz işlemi su ve şarap dökülerek gerçekleştirilir. Kişi yalnızca "Baba-Oğul-Kutsal Ruh" adına vaftiz edildiğinden, tören sırasında, vaftizci "ben seni baba-oğul-kutsal ruh adına vaftiz ediyorum" diyerek işlemine başlar. Vaftiz edilen kişinin başına dökülen su ruh arınmışlığını, parlaklığının simgesidir. Tören sırasında İncil'den ilgili bölümler okunur.
ORTODOKSLUKTA VAFTİZ
Ortodokslukta vaftiz, vaftizci tarafından "bu kişi Baba-Oğul-Kutsal Ruh adına vaftiz edildi" denmesiyle gerçekleştirilir. Vaftiz edilenin önce bütünüyle suya sokulmasıyla, sonra bedeninin bir bölümünün suya sokulmasıyla bitirilir. Vaftiz edilenin üstüne su serpmekle uygulanan vaftiz işlemide geçerlidir.
PROTESTANLIKTA VAFTİZ
Protestanlıkta vaftiz suyla serpme yada başa dökme yoluyla uygulanır. Ancak vaftiz konusunda, Protestan mezhepleri arasında görüş ayrılıkları vardır. | |
| | | Programcı Administrator
Mesaj Sayısı : 818 Tecrübe Puanı : 9432 Rep : 1002 Yaş : 28 Nerden : Ankara
| Konu: Geri: Dinler Tarihi Çarş. Haz. 23, 2010 11:49 am | |
| Yezidilik
Yezîdilik, Hâricîliğin İbâziyye Mezhebinden türeyen ve zamanla ayrı bir din sayılan koludur. Şeytana tapmakla suçlanan, gerçekte varlığın birliği inancına sahip olan bütün tasavvuf tarikatları gibi her şeyi bu arada Şeytan'ı da tanrı sayan bir inançtır.
Melek Tâvus dedikleri Şeytan, Yezîdiliğe göre, Tanrı'nın celâl (kızgınlık) niteliğinin varlaşmasıdır. Yezîdilerin asılları Kürtçe olan Kitab'ül- Cilve ve Mushaf-a Reş adlı iki kutsal kitabı var. Kitab'ül- Cilve'nin, kurucu Yezîd'in, geleceğini haber verdiği yeni peygamber Şeyh Adî 'ye (XII. yy.) Melek Tâvus tarafından vahiy edildiğine inanırlar. Mushaf-a Reş ise Şeyh Hasan bin Adî tarafından yazılmıştır. Kurucusu Şeyh Adî'dir. Kutsal metinleri ise Kitab'ül- Cilve ve Mushaf-a Reş'dir. | |
| | | Programcı Administrator
Mesaj Sayısı : 818 Tecrübe Puanı : 9432 Rep : 1002 Yaş : 28 Nerden : Ankara
| Konu: Geri: Dinler Tarihi Çarş. Haz. 23, 2010 11:49 am | |
| Zerdüştlük
Zerdüşt ahlakçılığının temelini iki ilke oluşturur; Hayatın devamı ve kötülüğe karşı mücadele. Hayatı devam ettirmek için insan, toprağı işlemeli, hayvan yetiştirmeli, evlenmeli ve çocuk sahibi olmalıdır. İnzivaya çekilmek ve bekârlık kınanmaktadır. Saflık ve kirlilikten (ölüm, cinler vb.) kaçınmak değerli sayılır. Kötülükle savaşmak için insanlar kötülüğün güçlerine ve onun yanında olan insanlara karşı gelmelidir. Zerdüştlük iki zıt gücün evrensel yönetimini tanırken, tek tanrıcılığı vurgular.
İyiliğin güçlerini Ahura Mazda (Aklın Efendisi) yönetir, kötülüğün güçlerini ise Agna Mainyu (Ahriman ="Kötü Ruh"). Her rakibin de kendisine ait savaşçıları vardır. Bir tarafta melekler ve baş melekler, diğer tarafta da cinlerle şeytanlar. Kıyamet Günü'nde iyi galip gelecek, kötüleri cezalandırmak, iyileri dünya üzerindeki cenete yerleştirmek için Sayaşant adıyla bir Kurtarıcı (Mesih) ortaya çıkacaktır.
Bu dinin önemli bir özelliği, her evde sürekli bir şekilde yanan kutsal ateştir. Ateş, güneşin kendisini sembolleştiren tek tapınma simgesidir ve en yüce temizleyici olarak görülür.Zerdüştlük, 2600 yıl önce Mezopotamya'da ortaya çıkmıştır.Kurucusu, Spenta Zarathustra (Zerdüşt)'dır. Kutsal metinleri, Zend Avesta ve Vendidat'tır.
Ölüm ve Sonrası
Aryan mitolojisini incelerken, hemen nihai büyük hesaplaşmaya geçemeyiz. Bu mitolojide büyük hesaplaşmadan önce ferdi hesaplaşma durağı vardır. Birey olarak insanın, bilinen hayat sürecinin sona ermesi. Diğer bir deyimle insanın ölümü ile başlayan ferdi hesaplaşma süreci, Aryan mitolojisinde değişik zaman dilimlerinde değişik şekillerde yorumlanmıştır.
Aryanlar'da ölüm son değildir. Buna göre insanlar öldüklerinde, ruhlarının yeraltı ülkesine doğru "seyahatı" başlar. Gitmek durumundaki bu ülke, "ölümlü ilk insan" olan Yima'nın yönettiği yeraltı krallığıdır. Fakat ruhların bu krallığa seyahati hemen başlamadığı gibi kolay da değildir. İnsanın ruhu (urvan-avdenak. Urvan teni şekillendiren, onun belli bir şekle girmesini sağlayan ruhsal öğedir) ayrıştığı cesedin başından, üç gün boyunca ayrılmaz.
Bu üç günlük süre ölünün aşağıya doğru seyahatinde hayati öneme sahiptir. Çünkü bu süre boyunca şeytani güçler tetikte beklemektedir. Bu savunmasız ruha saldırmak için fırsat kollamaktadır. Bunu önlemek için bütün iş, ölünün geride kalan yakınlarına düşmektedir. Onlar bu süre boyunca mezarı başında ağlaşır, dua ederler.
Üç gün boyunca oruç tutarlar. Kurban keserler. Bu kurbanı kutsal ateşe sundukları törenler eşliğinde kutsarlar. Din adamı bu süre boyunca ölünün başında dualar okur, sunulan gıdaların tümünü eti kutsadığı gibi kutsardı. Aryanlar ayrıca ölülerine bu süre boyunca, temsili olarak yiyecek sağladığı gibi onların mezarları başına giyim eşyası elbise taşımayı da ihmal etmezlerdi. Böylece kendilerine bağımlı olan ölülerini hem beslemiş hem de giydirmiş olurlardı. Ölüler sonradan başlamış olan yolculuğu için güçlenmiş olurlardı. Üçüncü günün sonunda ölü artık yalnız olarak çıkacağı seyahate hazır sayılırdı.
Kimbilir belki de ölünün kendisinden önce giden yakınları onun yolunu beklemeye ve kucaklamaya hazırdır yeraltı krallığında. Ama kucaklamak için aceleye gerek yok. Daha kat edecek çok yol var.Yer altından uzunca bir kanal karanlık. İlk dönemeç, ilk tehlike bir yer altı nehri. Bu karanlık nehri geçmek için ya bir su taşıtı veya geçit vasıtası ile geçilir.
Zerdüşt bunu daha da mükemmelleştirmiş. Bir köprü "Çinvato pereto". Köprünün sağında solunda birer yırtıcı köpek. Geç de geçesin. Bu güçlü ve tehlike karşısında ölünün yapacağı hiçbir şey yok. Görev dünyada kalan yakınlarına bilhassa büyük oğula düşmektedir. Dua edecek her gün bir kap yemek pişirip yoksullara verecek. Bir din adamına dua ettirecek. Yiyecek sunma üçüncü gününden otuzuncu gününe kadar devam edecek. Otuzuncu gün bir kurban kesilip, yine dinsel bir tören düzenlenir. Böylece ölü yer altı dünyasına daha da adepte olduğu varsayılır. Ama onun hâlâ desteğe ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaç tereddütsüz yerine getirilir. Bundan sonraki dönemde her ay onun ruhuna adanacak bir kurban bu destek için yeterli sayılır. Aylık kurban kesimi bir yıl boyunca sürdürülecektir.
Birinci yıldan sonra dünyevi gıdaya olan sembolik bağımlılığı daha da azaldığına hükmolunur. Bundan sonra kurbanlar yılda bir kez kesilir. Bu işlem otuz yıl devam ederdi.
Eski Aryanlardan Dersim Alevi Kürtlerine Kalan Miras
Yukarıdaki yazılı kaynağını Zerdüşt'ün gathalarından alan ve günümüze kadar değişik biçimlerde ve değişik din ve inançların egemenliğine nazaran değişik dinler adına günümüz Dersim'inde hâlâ yaşamaktadır. Şöyle ki, Dersim Alevilerinde yaşadığımız asırda, ölü gönderme geleneği. Birinci gün kurban kesilir, dualar deyişler okunur. Sonrası islami kurallara göre yıkanır. Yıkama işlemi de Zerdüştilerdeki gibidir. Ancak Zerdüşt Mazda inancında ölünün başı kuzeye, ayaklara güneye, yüzü güneşe dönük yıkanır ve defnedilir. Alevi geleneğine göre yön kıbledir.
Definden sonra, ikinci gün ölünün elbiseleri yıkanır, kişisel eşyaları toplanır, hayır için fakirlere verilmek üzere hazırlanır. Üçüncü gün kurban tığlanır. Yemek yapılıp gelen misafirlere yedirilir. Tarımsal gıdalardan helva, kömbe yapılıp mezarı ziyaret edilir, lokma dağıtılır.
Üçüncü günden sonra, kırk günlük yas başlar. Kırk gün boyunca Kuran okuyabilen bir hocaya her gün Kuran okutulur. Her akşam bir kap yemek hazırlanıp bir yoksul aileye götürülür. Kırk gün dolduktan sonra, bir kurban daha kesilir. Yemek yapılıp yedirilir. Kuran okutulur ve yas sona erer. Ama işlem bitmez. Daha bir yıl Kuran okunur. Buna hatim diyoruz. Bir yıl sonra bir kurban tığlanır. Mezarı ziyaret edilir. Üzerinde yasin okunarak üç kez Allah, Muhammed ya Ali denilerek ilk kazma vurulur ve mezarı yaptırılır. Bundan sonra da, her yıl sonbaharda ölü aşı diye bir gelenekleri var Dersimlilerin. Göçen ölülerin ruhlarına kurban kesip yemek çekme ve Kuran okutma. Bu işlem hemen hemen her yıl tekrarlanır Dersim'in dindar ve hali vakti yerinde olanlarda.
Dikkat edilirse ruhun yer altı krallığına yolculuğunda, bir köprü önüne çıkar (Cinvato-pıreto). Bu köprü, İslam inanışında "Sırat köprüsü" olarak yerini alır. Ve müminleri o köprüden Cennet'e taşır.
Zerdüşt öğretisine ve Mazda inancına göre ilkel insan (Gayo Maretan) Zerdüşti takvimine göre (Before Religion) dinden önce 6000 Milattan önce 6630 yıl önceye rastlar. Günümüze göre 8628 yıldır. Zerdüşt dini İsa'dan 630 yıl öncedir.
Zerdüşt öğretisinde ve Mazda inancında Kelime-i şahadet Zerdüştiler'in Fravarane (itikat) dedikleri ve bir nevi kendilerini tanıttıkları bir temel dini cümleleri vardır: "Ben kendimi Mazda'nın tapıcısı ve Zarahustra'nın takipçisi olarak açıklıyorum. Kötü güçlerin düşmanı iyi güçlerin dostuyum. Ahüra Mazda'nın kurallarına bağlıyım."
İslamdaki Kelime-i şahadet de anlam bakımından aynıdır. Şöyleki; "Ben Allah'ın birliğine, Muhammed'in onun kulu ve resulü olduğuna şahitlik ederim." Görülüyor ki, birinde tanrı Ahura Mazda'dır. İkincisinde tanrı Allah'tır. Birinde peygamber Zerdüşt'tür. İkincisinde peygamber Hz Muhammed'dir. Kötü güçlerin düşmanı, iyilerin ise dostu. | |
| | | Programcı Administrator
Mesaj Sayısı : 818 Tecrübe Puanı : 9432 Rep : 1002 Yaş : 28 Nerden : Ankara
| Konu: Geri: Dinler Tarihi Çarş. Haz. 23, 2010 11:50 am | |
| Musevilik
Tanrı'nın İsrailoğulları'na Musa aracılığıyla bildirdiği din kurallarının bütünü. Tektanrıcı büyük dinlerin en eskisi Musevîliktir. Musevîlik Yahudi ulusunun geleneksel dinidir.
Yahova ve «On Emir»
İsrailoğulları Milattan 2 bin yıl önce Filistin'e yerleşmişlerdi. Birkaç kabileye ayrıldılar. Bunlardan Yahuda kabilesi sonradan ülkenin bütününü egemenliği altına aldı. Bu kabilenin adından türeyen Yahudilik ve Yahudi sözcükleri, sonradan Musevîlik ve Musevi sözcükleriyle karşılandı.
Musevîliğin kuralları Musa'nın ilkelerinden doğdu, ama İsrail halkıyla birlikte gelişti. Bu imanın temeli tek Tanrı'dır. Bu Tanrı (Yahova [var olan]) gözle görülmez, elle tutulmaz, her şeyden üstün, doğru ve güçlüdür. Yeri ve göğü yaratan odur. Musevîlik ahlâkı ve kuralları «On Emir»de özetlenmiştir.
kutsal metinler
Musevîliğin bütün ilkeleri iki eserde yer alır: Tora ve Talmud. Tora, Kutsal Kitap'ın ilk beş kitabını (Pentatök) ve Sina Dağı'nda Musa'ya açıklanan «On Emir»i (Dekalogos) içerir; bunların tamamı, Tanrı'nın kullarıyla anlaşmasını içeren ve kutlayan bir dinsel yasa meydana getirir. Her sinagog'da, yani Musevi tapınağında, Tora'nın iki sırığa sarılmış bir parşömen üzerine el ile kopya edilmiş bir nüshası bulunur; her ayinde haham (Musevi din adamı), sinagogdakilere bundan bölümler okur.
Miladın III. ve IV. yy.larında kaleme alınan Talmud, Tora'nın, Musevî topluluklarının hayat koşullarını belirlemeyi amaçlayan yorumlarının ve açıklamalarının derlemesidir. Sözgelimi şabbat ilkesi Talmud'da geçer: madem ki Tanrı dünyayı yarattıktan sonraki yedinci gün dinlenmiştir, o halde İsrailliler de cumartesi günü hiç bir iş yapmamalıdır. Bunun gibi, bazı beslenme kurallarına uymaları da gerekir: et, kaşer olmalı, yani dinsel törelere göre hazırlanmalıdır (hayvanlar hahamın huzurunda kesilir). Ve ekmek hamursuz olmalıdır, yani maya katılmadan yapılmalıdır; domuz eti ve pulsuz balıkların eti yasaktır.
Hıristiyanlığın kökeni
Musevîlik, Hıristiyanlığın doğmasına yol açmış ve Hıristiyanlık, kutsal kitaplarının büyük bölümünü (Eski Ahit) Musevîlikten almıştır. Ancak, Hıristiyanların tersine, Museviler, İsa'yı Mesih (kurtarıcı) olarak tanımazlar.
İbranî takvimi
Hıristiyan takviminin 1975 yılı İbranî takviminde 5735 yılıdır. Musevilikte büyük bayramların tarihi İsrail takvimine göre hesaplanır. En önemli bayram Yılbaşı Bayramı'dır (Roş Aşana), ardından on günlük oruç gelir, Büyük Bağışlanma (Yom Kipur) günüyle son bulur. Paskalya, Mısır'dan ayrılan ve Musa'nın yönetiminde Filistin'e ulaşan İbranilerin kurtuluşunu kutlar.
sinagog
Genellikle Kudüs'e doğru yön verilmiş sinagog, ibadet için kurulmuş bir yapıdır. Adı Yunanca «toplantı» anlamına gelen bir sözcükten alınmıştır. Başlıca öğeleri Tora'nın saklandığı Kudas dolabı ve Bima denen bir düzlükte bulunan masa veya kürsüdür. Haham, ayini bu masadan yönetir. | |
| | | Programcı Administrator
Mesaj Sayısı : 818 Tecrübe Puanı : 9432 Rep : 1002 Yaş : 28 Nerden : Ankara
| Konu: Geri: Dinler Tarihi Çarş. Haz. 23, 2010 11:50 am | |
| İbrahim Peygamber
«Kur'an»da adı geçen 28 peygamberden biridir. İbrahim'in M.Ö. 1263 yıllarında yaşadığı söylenir. Yahudi, Hıristiyan veya Müslüman olsun, Tanrı'ya inanan herkes için İbrahim, sadece bir efsane kahramanı değil, dinî inançlar açısından, tektanrılı dinlerin ortak atasıdır.
Devrin hükümdarı Nemrut, falcıların bir sözüne uyarak, yeni doğan bütün erkek çocukları öldürtüyordu. Bu yüzden anası Uşa, İbrahim'i bir mağarada gizlice doğurdu. İbrahim Tanrı'nın «bir» olduğuna daha küçük yaşlarda, bu mağarada inanmıştı. Sonra, mağaradan çıktı, halkın içine karıştı. Babası Azer'in yaptığı tahta putları pazarda satardı, satarken de «kendi yaptığınız ve hiç bir işinize yaramayan tahta putlar» diye bağırırdı.
Yakmayan Ateş
Bir gün, mabetteki bütün putları kırdı. Onu cezalandırmak için büyük bir ateşe attılar ama ateş, Tanrı'nın isteğiyle soğudu ve İbrahim'i yakmadı. Bunun üzerine İbrahim, kendisine inanmayanları bırakarak Mısır'a, sonra Filistin'e gitti. Önce Sara, ondan çocuğu olmadığı için de daha sonra Hacer ile evlendi. Hacer'den İsmail adını verdiği bir oğlu oldu. İsmail, bütün Müslümanların atası sayıldı. İsmail 13 yaşındayken, Tanrı, İbrahim'e rüyasında, oğlunu bana kurban et, diye emretti. İbrahim çok zor olan bu emri yerine getirirken, Tanrı'nın kendisini denediği bildirildi ve bağışlandı.
İbrahim bunun üzerine Tanrı tarafından gönderilen bir koçu oğlu yerine ona kurban etti, işte İslâm töresinde Kurban Bayramı'nın kökeni bu olaydan gelmedir.
İbrahim'e oğlu İsmail ile birlikte, bütün inanmışların ibadet edeceği bir mabet yapması emredildi. Bunun üzerine baba-oğul Kâbe'yi birlikte yaptılar. Sonra İbrahim'in Sara'dan da bir oğlu oldu. Onun adım İshak koydular, İshak da sonradan bütün Musevîlerin atası sayıldı. İbrahim, Kur'an'da adı geçen ve kendisine «kitap» gönderilen peygamberlerden biridir. Hiç bir puta tapmaması en güçlü özelliğidir.
İbrahim'in Fedakârlığı. Ghiberti'nin bu kabartmasında İbrahim'in oğlu İshak'ı bir eşeğe bindirmiş, kurban edeceği yere doğru götürdüğü görülüyor; son anda Tanrı'nın gönderdiği bir melek çocuğu kurban edilmekten kurtaracaktır. Oysa Hıristiyanlardan farklı olarak İslâm inancına göre, kurban edilmeğe götürülen oğul İshak değil İsmail'dir ve onun yerine kurban edilmek üzere gökten bir koç indirilecektir. | |
| | | Programcı Administrator
Mesaj Sayısı : 818 Tecrübe Puanı : 9432 Rep : 1002 Yaş : 28 Nerden : Ankara
| Konu: Geri: Dinler Tarihi Çarş. Haz. 23, 2010 11:50 am | |
| İsa Peygamber
Hıristiyanlığın kurucusu; daha önceki peygamberlerin, geleceğini haber verdikleri İsa'ya, «Tanrı tarafından gönderilen» anlamına «Mesih» de denir.
Hıristiyanlar tarafından Tanrı'nın oğlu sayılan İsa, kendisine inanmayanların gözünde, herhangi bir Yahudi peygamberinden başka biri değildir. Kim olursa olsun, İsa'nın, tarihin en dikkate değer kişilerinden biri olduğuna kuşku yok; çünkü bildirisi, havarilerinin yazdığı İncil'lerle insanlara ilettiği o sonsuz sevgi ve kardeşlik bildirisi, insan düşüncesinin gelişmesini derinden etkileyecektir.
İsa, kendi adını taşıyan çağdan, yani Milattan birkaç yıl önce, o sıralar Roma İmparatorluğu'na bağlı olan Filistin'in Beytülahm kentinde doğdu. Anası Meryem'in ve Nâsıra'lı bir marangoz olan babalığı Yusuf'un yanında geçirdiği sanılan gençliği hakkında fazla bir bilgi yok.
İsa, yirmi sekiz yaşına doğru, vaazlar vermek ve Tanrı saltanatının pek yakında başlayacağını bildirmek üzere ailesinin yanından ayrıldı. Böylece birkaç yıl havarileriyle birlikte Yahudiye'yi, Celile'yi, Samariye'yi dolaştı. Ünü günden güne yayıldı ve onu Mesih olarak kabul edenlerin sayısı hızla arttı.
Felâkete uğramışlara, zayıflara, hor görülenlere kucak açan İsa, yoksulluğu ve alçakgönüllülüğü, Tanrı'nın ödüllendirdiği erdemler olarak tanıtmakla çağının geleneksel inanışlarını altüst etti. İnsan sevgisine ve Tanrı adaleti önünde herkesin eşitliğine dayanan böyle bir öğretinin devrimci yönü, kısa sürede Yahudi ileri gelenleriyle din adamlarının düşmanlığını uyandırdı ve bunlar İsa'dan kurtulmağa karar verdiler.
İsa'yı, on iki havarisinden biri olan Yahuda ele verdi. Havarileriyle son bir yemek yiyen İsa, yemekten sonra onların ayaklarını yıkamış ve «Bu benim vücudumdur» diyerek ekmeğini, «Bu benim kanmadır» diyerek şarabım onlarla bölüşmüştü. Kudüs yakınında yakalandı, Yahudi makamlarınca yargılandı ve «Tanrı'nın oğlu» olduğunu söylediği için «kâfir» sayılarak mahkûm ve Roma valisi Pontus Pilatus'a teslim edildi. Vali, İsa'nın kölelere uygulanan bir ceza ile, çarmıha gerilerek öldürülmesi emrini verdi; elleri bağlı olarak Golgotha Tepesi'ne kadar sırtında taşıdığı çarmıha gerilen İsa, orada öldü.
Hıristiyan inancına göre, ölümünden iki gün sonra bir mucizeyle dirilen İsa, havarilerini kelâm'ını bütün dünyaya yaymakla görevlendirdikten sonra göğe doğru yükselerek Tanrı'nın, Baha'sının yanına çıktı. İsa'nın havarilere verdiği bu görev, bütün engellere rağmen, Hıristiyanlığın yayılmasıyla gerçekleşmiş oldu.
Havariler
Isa, kendisine inananlar arasından, yanından hiç ayrılmayan on iki kişiyi havari (yardımcı) seçti ve bunları İncil'i yaymakla görevlendirdi, İsa'nın Petrus adını verdiği Yunus'un oğlu Simun, onun kardeşi Andreas, Büyük Yakup ile Küçük Yakup, Yuhanna, Filipus, Bartholomaeus, Matta, Tomas, Gaygur Simden, Yakup'un oğlu Yahuda ve hain Yahuda İskariyot. Hepsi de işçi, balıkçı gibi yoksul kişilerdi.
İsa'yı tasvir eden bir freskten parça. 1123'te yapılan bu fresk, San Clemente de Tahull Kilisesi'ni süslemekteydi. Katalonya Sanat Müzesi, Barselona.
«Çobanların Tapınması», Hugo Van Der Goes'un tablosu, Uffizi Galerisi, Floransa. İsa'nın İncil'de anlatılan hayat hikâyesi sayısız sanat eserine konu olmuştur. En çok işlenen konular Bakire Meryem'e Tanrı'nın çocuğunu doğuracağının haber verilmesi (Tebşir), İsa'nın doğuşu, havarilerle yediği son yemek, tutuklanışından önce Zeytin Dağı'nda dua edişi, Golgotha Tepesi'ne gidişi ve orada çarmıha gerilişi sahneleridir. | |
| | | Programcı Administrator
Mesaj Sayısı : 818 Tecrübe Puanı : 9432 Rep : 1002 Yaş : 28 Nerden : Ankara
| Konu: Geri: Dinler Tarihi Çarş. Haz. 23, 2010 11:50 am | |
| Kutsal Kitap
Bir kısmı en az 30 yüzyıl önce yazılmış olan Kutsal Kitap, başlıca iki bölümden oluşur. Hem Musevilerin, hem Hıristiyanların okuduğu birinci ve uzun kısma Eski Ahit, İsa'nın doğuşuyla başlayan ve yalnız Hıristiyanlarca okunan ikinci kısma Yeni Ahit denir.
Dünyanın Yaratılışı
Eski Ahit, dünyanın ve insanın yaratılışını, Âdem ile Havva'nın hikâyesini anlatan Tekvin (oluş, yaratma) ile başlar. Bu kitap, Tanrı'nın imgesi olarak yaratılan insanın yüceliği konusunda, hem dramatik, hem hayali, gerçek bir derstir. Erkeğin eşi ve dengi olan kadın, onunla birlikte, başka erkekler ve kadınlar doğurmakla görevlendirilmiştir ve bunların torunları yeryüzünde gittikçe çoğalacaktır. Bu insanlar arasından Tanrı, daha sonra İbrahim'den türeme küçük bir topluluğu seçecektir: İbraniler.
Sayıları kırkı bulan öteki kitaplar ise, «Adanmış Ülke»ye (Filistin) yerleşmeğe çalışan ve birçok sınamadan sonra amacına ulaşan bu ulusu anlatır. İbranilerin başkanı önce Musa'dır; Musa onlara bir yaşam kuralı verir, Tanrı'nın Sina Dağı'nda ona açıkladığı Yasa'yı bildirir. Yerleştikten sonra, İbraniler kendi krallarını (Davut ve Süleyman gibi) seçerler, bu krallar, Kutsal Kitap'ın en güzel şiir derlemelerinden ikisini yazmışlardır: Mezmurlar ve Neşideler Neşidesi.
Yahudiler, birçok kötülüğe, sayısız savaşa ve uzun süre Babil'de sürgün kalmalarına rağmen, ulusun yazgısına olan güvenlerini kaybetmezler.
Yeni Ahit'in başlangıcında, Nasıralı İsa doğduğu zaman Filistin Romalıların işgalindedir. Hıristiyanlarca Tanrı'nın oğlu ve peygamberlerin haber verdiği Mesih sayılan İsa'nın kısa ömrünün otuz yılı, imparator Augustus ve Tiberius'un saltanat dönemine rastlar. Onun alçakgönüllülük ve sevgi taşan sözleri, bütün İncil'e, havarilerin işleri, mektuplar gibi (özellikle Paulus'unkiler), doğmakta olan Hıristiyanlığa kesin yön veren yazılara esin kaynağı olmuştur.
Çok Çeşitli Bir Bütün
Kutsal Kitap, bir defada yazılmış bir eser değildir; yüzyıllar içinde, değişik zamanlarda yazılmış çeşitli eserlerin bir derlemesidir. Eski Ahit'e dahil kitapların çoğu İbranice yazılmış, sonradan bu dil yerini, yavaş yavaş (Milattan önce VI. yy.da, Yahudilerin Babil'e sürülmesinden başlayarak) tacirlerin ve memurların konuştuğu, ileride İsa'nın da konuşacağı daha pratik bir dil olan Aramca'ya bırakmıştır. Yeni Ahit ise Yunanca yazılmıştır.
Kutsal Kitap'ın hikâyeleri, orada anlatılan olaylarla çağdaş değildir. Bu hikâyeler M.Ö. X. yy.dan başlayarak o zamanın kâğıdı olan papirüs yaprakları üzerine yazıldı. Bunlar, kuşaklar boyunca, inananlarca ağızdan ağıza aktarılıp gelen geleneksel hikâyelerin yazılışıdır. Bunların özünü kavrayabilmek için, doğuluların bir olayı anlatırken çoğu zaman imgelerden, karşılaştırmalardan ve mesellerden yararlandıklarım bilmek gerekir. Yaşanmış bir tarihi, kesin bir coğrafyayı ve belirli bir ulusun anlayışını yansıtmasına rağmen bu hikâyelerin gerçek dışı ve olağanüstü görünmesinin nedeni budur.
Musevilerde Kutsal Kitap büyük bir saygı görür: onlara göre Tevrat, Tanrı sözüdür; 3000 yıl önce, Yaradan ile halkı arasında varılan anlaşmanın gözle görülen belirtisidir. Kutsal Kitap, insanlığın bir kısmının din ve ahlâk eğitimine yüzyıllarca temel olmuştur: bütün batı uygarlığı, bugün bile dünyanın en çok okunan kitabı olan İncil'in ışığında açıklanabilir. Hayatın yarattığı sorunların çözümünü bu kitapta bulanlar çoktur. Musevilere ve Hıristiyanlara göre Kutsal Kitap bütün insanlığın malıdır.
Kutsal Kitap, 1,108 dil ve diyaleğe çevrilmiştir. Başlangıçta keşişler tarafından, sabırla elde kopya edilip süslenirken, ilk defa Gütenberg tarafından 1455 yılında Latince basılmıştır. İsa'nın yaşamını ve öğretisini anlatmış olan dört yazara, İncil'ciler denir. Bunlar. Matta, Markos, Luka ve Yuhanna'dır.
(Solda) Salvador Dali tarafından «Apokalipsis» için yapılmış, 210 kg ağırlığında bronz cilt kapağı. Bir yayıma, dünyanın en değerli kitabını yaratmak hevesine kapılmış ve bu amaçla, Fini, Fujita, Mathieu gibi sanatçılara, Cocteau ve Jünger gibi yazarlara başvurmuştu. Resimdeki kitap 4 yıl sonunda hazırlanabildi (1961).
(Ortada) Gütenberg'in bastığı ünlü Kutsal Kitap'tan bir sayfa.
(Sağda) XII. yy. eseri, elyazması bir Kutsal Kitap'ın yer alan ve Dünya'nın yaratılışını tasvir eden resim. | |
| | | Programcı Administrator
Mesaj Sayısı : 818 Tecrübe Puanı : 9432 Rep : 1002 Yaş : 28 Nerden : Ankara
| Konu: Geri: Dinler Tarihi Çarş. Haz. 23, 2010 11:51 am | |
| Hac
Eski Yunanlılar yazgılarını öğrenmek için Apollon kâhinine başvurmak üzere Delfi'ye (Delphoi veya Delphi) veya Asklepios'tan şifa dilemek üzere Epidauros'a giderlerdi. Yahudiler yılda bir defa Kudüs'e, Müslümanlar ise Kabe'yi ziyaret ve tavaf etmek üzere yaşadıkları süre içinde en az bir defa Mekke'ye gitmek zorundadırlar.
İslâm'da Hac
Müslümanlıkta hac, dinin beş şartından biridir ve yalnız yılın belli zamanında Kabe'ye yapılan ziyarete denir. Diğer kutsal yerlerin ziyaret edilmesine hac denmez.
Hac günü Kurban Bayramı'na rastlayan 10 zilhiccedir. Bu töre Araplarda İslâm'dan önce de vardı. Osmanlı devrinde hacca çok önem verilir, padişah her yıl Kabe'ye yeni bir örtü gönderir, bunun için yapılan törene «sürre alayı» denirdi. Müslümanlıkta hac, sadece hali vakti ve sağlığı yerinde olanlar için zorunludur. Hacca gidip gelmiş olanlara hacı denir.
Hıristiyan Hacılar
Hıristiyanlık zamanla haccı genişletmiş, Kudüs'ten başka birtakım kiliseleri ve kutsal yerlerin ziyaret edilmesini de hac saymıştır. Ortaçağ'da bazı Hıristiyan azizlerinin gömülü bulunduğu kilise ve manastırlar bunlar arasındadır. Örneğin Fransa'da Lourdes ve Chartres kentlerindeki kutsal yerleri her yıl milyonlarca hacı ziyaret eder. Türkiye'de Efes (İzmir) yakınındaki Meryemana Evi de Hıristiyanlar için önemli bir hac yeridir.
(Solda) Mekke'de dua eden bir Müslüman. İslâm'da hac ziyareti, ayrıntıları belirlenmiş bir program uyarınca yerine getirilir.
(Sağda) Ürdün Irmağı'nda yıkanan Hıristiyan hacılar. Ortaçağ'da Filistin'e pek çok Hıristiyan hacı giderdi. | |
| | | Programcı Administrator
Mesaj Sayısı : 818 Tecrübe Puanı : 9432 Rep : 1002 Yaş : 28 Nerden : Ankara
| Konu: Geri: Dinler Tarihi Çarş. Haz. 23, 2010 11:51 am | |
| Hacı Bektaş
Türk mutasavvıfıdır (1210-1271). Bektaşî tarikatının kurucusu olan Hacı Bektaş Veli, Doğu İran'da Horasan bölgesindeki Nişapur kentinde doğdu. Horasan'dan Sivas'a geldi, sonra Amasya'ya giderek Baba İshak'a mürit ve halife oldu. Bir süre Kırşehir ve Kayseri'de kaldıktan sonra Hacıbektaş'a (eski Sulucakarahöyük) yerleşti.
Selçuklular zamanında dinî-askerî bir topluluk olan Bâcıyânı Rum topluluğu önderlerinden Hatun Ana'yı evlât edindi. Şeyhi Baba İshak'ın Selçuklulara karşı ayaklanması sırasında Baba İshak'la birlikte Hacı Bektaş'ın kardeşi Menteş de Sivas'ta öldürüldü.
Bektaşî Babası
Hacı Bektaş ayaklanmadan arta kalan Batınîleri çevresine toplayarak onlara baş oldu. Müritleri tarafından «kalenderler piri, abdallar serveri» sayıldı. Sonraları bütün şiîbatınî zümreleri içinde toplayan onun tarikatına Bektaşîlik adı verildi.
Hacı Bektaş, Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan önce yaşadı ve öldü. Ama Osmanlı Devleti'nin kuruluş yıllarında Anadolu'da yaygın bir örgüt olan ahilikte her esnaf zümresinin kendini bir pir'e bağlaması gelenekti. Ahilerin seyfî (kılıçlı) kolu olan Alp Erenler de Hacı Bektaş'ı kendilerine pir edindiler; yeniçerilerin piri olduğu rivayeti bundan çıktı.
Bir Bektaşî dervişinin (Ali oğlu Musa) XV. yy.da yazdığı Bektaşi Velâyetnamesi Hacı Bektaş'ın hayatını olağanüstü menkıbelerle anlatır; onun çocukluğundan başlayarak birçok keramet gösterdiğini hikâye eder.
Bektaşî tarikatının merkezi, Nevşehir iline bağlı Hacıbektaş kasabasıdır. 1924 yılında tekkeler ve tarikatlar yasaklanıncaya kadar Müslüman dünyasındaki bütün Bektaşîlerin başı sayılan Hacı Bektaş Veli'nin, halifesi burada otururdu; Hacı Bektaş Veli burada gömülüdür. Hacıbektaş'ta bugün de bütün bölümleri yerli yerinde duran büyük bir Bektaşî dergâhı vardır.
Bektaşilik
Hz. Muhammet'i mürşit, halife Ali'yi rehber. Hacı Bektaş Veli'yi pir tanıyan bir tarikattır. Hacı Bektaş tarafından kurulmuş, esasları Hacı Bektaş'ın Makalât adlı eserinde anlatılmıştır Bu eserin Arapça aslı bulunamamıştır. XIV. yy.da yapılmış bir tercümesi vardır. Bunda hırka, sakalık erkâr miyanbestlik, dört tekbir, gülbank ve Bektaşiliğe ait bütün bilgiler bulunmaktadır.
Bektaşiler Caferi mezhebindendir. Peygamber ailesine aşırı sevgi duyar, Muharrem'de yas tutar, Ali'nin doğum günü saydıkları Nevruz'da bayram yapar, saz çalıp nefesler okurlar. Bektaşîlikte ahlâk verilen söze dayanır: «Elini tek, dilini pek, belini berk tut». Bektaşî şiir ve müziği de ünlüdür ve Türk şiir ve müziğinin önemli bir dalıdır. | |
| | | Programcı Administrator
Mesaj Sayısı : 818 Tecrübe Puanı : 9432 Rep : 1002 Yaş : 28 Nerden : Ankara
| Konu: Geri: Dinler Tarihi Çarş. Haz. 23, 2010 11:52 am | |
| Hıristiyanlık
«Hıristos» da denen (Yunanca «khristos», kutsanmış'tan) İsa Peygamber'e inananların ve öğretisini benimseyenlerin dinidir. İsa, Roma imparatoru Augustus zamanında Yahudiye'de (bugünkü Filistin), Beytüllahm'da Bakire Meryem'den doğdu. 30 yıl kadar sonra, Kudüs'te imparator Tiberius'un saltanatı döneminde çarmıha gerilerek öldürüldü.
Mesaimin kapsamı ve özgünlüğüyle ilgi çeken İsa, Hıristiyanlarca (bugün l milyardan fazladır) İnciri, yani sınırsız bir merhamet yoluyla insanların nasıl kurtulacağını bildiren «Mü j de »yi öğretmek üzere dünyaya indirilmiş, Tanrı'nın oğlu kabul edilir.
İsa'nın öğretisi köklerini Yahudi dininden alır. O, yaşadığı sürece Yahudi yasalarını kaldırmağa çalışmadı, kendisi de o yasalara uydu. Her zaman, Tanrı sevgisinin (bu sevgi onun için,insan sevgisinden ayrılmaz) basit bir görünüşün ötesinde geliştiğini ve «ruhun sözden (kelâm) üstün olduğunu» göstermeğe çalışmıştı.
Kendisine ilk iman edenler (havariler) Yahudiler arasından geliyordu, ama, çarmıha gerildikten, göğe çekilip tanrısal ruhun nefesiyle yeniden dirildikten sonra, onun havarileri anladılar ki, «Müjde» yalnız Yahudiler için değil, bütün insanlar içindir.
Asyalı bir Yahudi olan havari Paulus, Hıristiyan olduktan sonra, İsa dinini Yahudi olmayan ülkelere götürmekle görevlendirildi. 45 yılından başlayarak (İsa'nın ölümünden on iki yıl kadar sonra), Küçük Asya ve Yunanistan'ı dolaştı, oralarda birçok Hıristiyan topluluğu kurdu. Roma'da, İsa havarilerinin başkanı olan ve günün birinde Vatikan'da işkenceyle öldürülen Petrus ile buluştu. Petrus'un öldürüldüğü yere yapılan mezarı, daha sonra, Hıristiyan dininin merkezi sayıldı (Vatikan).
İlk Hıristiyanlar
İncil dininin yayılması, o tarihlerde, uçsuz bucaksız Roma İmparatorluğu'nda hüküm süren barıştan ve bu barışın yarattığı ulaşım kolaylıklarından yararlandı. Bütün inanışları hoşgörüyle karşılayan Roma Devleti, Hıristiyanlara vahşîce eziyet etti. Aslında Roma, kendi bakımından haklıydı; köleleri bile bağrına basan ve tek bir Tanrı tanıyarak, imparatorluğun tanrılığım inkâr eden bir dine göz yumamazdı.
Ama bu güç dönem 310 yılı sonlarına doğru, imparator Constantinus'un. rakiplerini yenerek Hıristiyanları himayesine almasıyla ve Milano Fermanı'nın (313), tam bir iman özgürlüğü tanımasıyla son buldu. 330'da, Constantinus imparatorluğun ikinci başkenti Konstantinopolis'i (İstanbul) kurdu; bu «Yeni Roma», bir din merkezi oldu ve doğu Hıristiyanlarını, Roma yerine, kendine çekti.
Bizans imparatoru ile dört patriğin (en önemlisi Konstantinopolis patriğiydi) çevresinde toplanan doğu Hıristiyanları, bambaşka bir anlayışta gördükleri Latin kardeşlerini kendilerine her gün biraz daha yabancı buluyorlardı. Üstelik, Konstantinopolis'te, imparator ile patrik, Hıristiyanların lideri olarak Roma'daki papayı tanımağa yanaşmıyorlardı.
Papalık ve Batı Hıristiyanları
Batıda da Hıristiyanlık kara günler geçiriyordu. X. ve XI. yy.larda, derebeylik töreleri kilise hiyerarşisine sızmış, kilise bağımsızlığını yitirmişti. Ama reformcu papaların etkinliğiyle kilise yavaş yavaş, İncil mirasının yöneticisi ve bekçisi görevine döndü.
XIV. ve XV. yy.da, bu büyük kargaşalıklar (savaşlar, salgın hastalıklar) döneminde, 1378'den 1417'ye kadar batı kilisesinde biri Roma'da, biri Avignon'da iki papa aynı zamanda saltanat sürüyordu. Sonunda Roma Papalığı galip geldiyse de, Hıristiyan âleminde, çok zengin ve İncil ilkelerinden iyice uzaklaşmış bir kiliseye karşı gelişen geniş Reform akımını önleyecek gücü bulamadı.
Protestanların Reformu
Bir Sakson keşişi olan Martin Luther (1483-1546) haksız saydığı papalık otoritesine karşı çıktı. Milyonlarca Hıristiyan'ı ve Protestan'ı da birlikte sürükledi ve bunlar artık Rönesans'la yozlaşmış Roma'ya boyun eğmek istemediler. İşe hükümdarlar karıştı ve korkunç din savaşları, XVI. ve XVII. yy.larda Avrupa'yı kasıp kavurdu. Luthercilik özellikle Almanya ve İskandinavya'da iyice yerleşti.
Başka bir Protestan, Fransız Jean Calvin (1509-1564) ise İsviçre ve sonra da Fransa'da dinde Reform hareketini geliştirdi. Kalvinizm Hollanda ve İskoçya'da iyice yerleşti.
İngiltere'de Protestanlık, Henry VII Fin kızı kraliçe Elizabeth I sayesinde, kendine özgü bir ulusal kilise, (Anglikanizm) biçimini aldı. Otuzyıl Savaşı'nın (din savaşlarının sonuncusu) bitiminde, Vestfalya Antlaşmaları imzalanırken (1648) batı Hıristiyanlığı dağılmış, doğu Hıristiyanlığı ise (Rusya dışında) Türklere boyun eğmişti.
XVII. yy., İtalya'da, İspanya'da ve özellikle Fransa'da, maneviyatçılığın parlak bir canlanışına sahne oldu. Ama XVIII. yy.da (aydınlık yüzyıl ve Voltaire yüzyılı) yenilgiye uğradı.
Bu anlayış, Hıristiyanlık anlayışına, yani Hıristiyan inancının herkesçe tanınmasına dayandırılmış bir uygarlığa indirilen öldürücü darbe 1789 Fransız Devrimi'yle zafere ulaştı. XIX. yy.da bilim ve tekniğin kaydettiği ilerlemeler, kiliseleri çağdaş toplumdan ayıran uçurumları genişletti.
Balık ve Kuzu
Yunanca balık ichthus'tur; bu sözcük belki de «İsa-Hıristos, Tanrı'nın oğlu, kurtarıcı» anlamına gelen lesous CHristos THeou Uios Sâter kelimelerinin baş harflerinden oluşturulmuştur. Bunun içindir ki, ilk Hıristiyanların sığındığı Roma katakomplarında balık, duvar resimlerinde İsa'yı tasvir eder.
Saflığın ve temizliğin simgesi olan kuzu da, dünyanın günahlarını ödemek üzere kurban edilmiş İsa-Hıristos'u temsil eder. Kuzu ve balık ilk yüzyılların baskı altındaki Hıristiyanlarınca birbirlerini tanıma işareti, «parola»ydı.
Bir Milyarı Aşkın Hıristiyan
Hıristiyan dinine mensup olanların sayısı, günümüzde 1,043,000,000'u bulmuştur. Bunların dağılımı şöyledir: Katolikler (624,000,000), Ortodokslar (124,000,000), Protestanlarla Anglikanlar (295,000,000).
(Solda) İsa'nın Vaftiz Edilişi. (Ravenna mozaiği, VI. yy.). Bu ve benzeri törenler bazı dinlerde çocuğun topluma katılma simgesi sayılır. Birçok Hıristiyan ülkede vaftiz kayıtları uzun süre nüfus kütüğü yerine geçmiştir.
(Ortada) Martin Luther vaaz kürsüsünde, bir Alman duvar halısından bölüm.
(Sağda) Jean Calvin'in bir portresi. Özel koleksiyon, Cenevre.
Hıristiyanlar başlangıçta korkunç işkencelere göğüs gerdiler: sağdaki tablo bu yolda işlenen cinayetleri gösteriyor. Solda, 24 ağustos 1572 gününe rastlayan Saint-Barthelemy katliamı. | |
| | | Programcı Administrator
Mesaj Sayısı : 818 Tecrübe Puanı : 9432 Rep : 1002 Yaş : 28 Nerden : Ankara
| Konu: Geri: Dinler Tarihi Çarş. Haz. 23, 2010 11:52 am | |
| Yılbaşı ve Noel
Yılın birinci günü ve Hıristiyanların, İsa'nın doğum gününü kutladıkları yortudur. Türkiye'de yılbaşı 1935 yılından beri tatil günüdür. Bu tatil, 31 aralık öğleden sonra başlar, l ocak akşamı sona erer. 31 aralığı 1 ocağa bağlayan gece yeni yılın kutlanması da, Hıristiyanlarca yüzlerce yıldan beri bayram kabul edilen Noel yortusu'na özenilerek edinilmiş yeni bir alışkanlıktır.
Noel
Gece yarısı ayini, ışıklarla donatılmış çam dalları, hediyeler, gece yarısı yemeği gibi gösterilerle kutlanan bir din ve aile bayramı olan Noel (Latince natalis[dies], doğum [gün]'ünden) her yıl 25 aralıkta, İsa'nın Beytüllahm'da bir ahırda dünyaya gelişini anmak için milyonlarca Hıristiyan tarafından kutlanır.
Aslında bu tarih ta Îlkçağ'dan beri, kış gününü, Güneş'in doğuşunu selâmlamak amacıyla çeşitli eğlenceler düzenlenerek karşılanırdı. Eski Mısırlılar da, aynı gün, ışığı temsil eden yeni doğmuş bir çocuğu kutsarlardı. Tanrı Mitra'ya tapan Eski İranlılar ise 25 aralığı kutlarlardı. Roma'da bu tarih solis invicti (yenilmez Güneş) günüydü. IV. yüzyılda Hıristiyan kilisesi, kaybolacağını umduğu bu putatapar inancının yerine, aslında gerçek tarihi bilinmeyen İsa'nın doğumunu kutlamayı koydu.
Kutsal ve Din Dışı
Noel şimdi ayinlerle ve halk âdetleriyle kutlanan dinsel bir bayramdır. Noel töreninde kullanılan yemlik, sözde çocuk İsa'nın, yakınları ve hayranları, çobanlar ve Zerdüşt rahipleriyle birlikte bulunduğu Beytüllahm'daki ahırın simgesidir.
Çiçeklerle, mumlarla, rengârenk süslerle bezenen çam ağacı, Kel t papazlarının tanrılarına sungularını astıkları meşe ağacının yerini almış, sonra bu ağaç Ortaçağ'da, dinsel konulu sahne eserlerinde cennet ağacı olarak ortaya çıkmıştır.
Noel Baba efsanesi ise çok yenidir, XVII. yüzyılda İngiltere'de ortaya çıkmıştır. Binlerce çocuk, üstü karla kaplı ve başlıklı kırmızı bir palto giymiş olan bu beyaz sakallı ihtiyarın, ayakkabıların içine oyuncak koymak için bacadan girdiğine inanır. Belçika gibi bazı ülkelerde Noel Baba yerine ermiş Nicolaus'un armağanlar dağıttığına inanılır.
Bir çocuk ve oyuncak bayramı olan yılbaşı ve Noel, günümüzde zengin ülkelerde verimli işler yapmayı sağlayan bir ticarete vesile olmaktadır. Bugün Hıristiyan ülkelerdeki insanların pek çoğu Noel'i sadece hediye alıp vermeğe ve iyi bir yemeğe vesile olduğu için kutlamaktadır.
Noel Ateşi
Kuzey ülkelerinde eskiden geleneğe göre, her evde bütün Noel gecesi boyunca Güneş'in geriye dönüşünü hatırlatmak için kocaman bir odunun yakılması âdetti, İsveç'te bugün de genellikle ocaklarda yakılmakta olan bu odunun yerini bazı Batı Avrupa ülkelerinde, 24 aralık akşamı, yani Noel günü ailece yenmek üzere yapılan Noel pastası almıştır. | |
| | | Programcı Administrator
Mesaj Sayısı : 818 Tecrübe Puanı : 9432 Rep : 1002 Yaş : 28 Nerden : Ankara
| Konu: Geri: Dinler Tarihi Çarş. Haz. 23, 2010 11:53 am | |
| Şamanizm
Şamanizm terimi, daha ziyade Sibirya, Moğolistan ve komşusu olan coğrafyada yaşayan halkların doğa kültüyle karakterize edilen dinlerine göndermektedir.
Şamanizm, esas olarak avcı toplumlarında bulunan bir düşünce tarzıdır. Bu anlayışta, hayvanların ve bitkilerin bir takım 'ruh'lar barındırdığına ve bu ruhların doğaya can verdiğine (hayvanların üremesi, bitkilerin büyümesi, yağmurun yağması, şimşeklerin çakması, vb.) ya da tam tersine ölüme götürdüğüne inanılmaktadır. Şamanlar, belirli anlarda (törenler) transa girerek bu ruhlarla temasa geçme yeteneğine sahip kişilerdir.
Dortier'e (2000) göre, şamanizm, evrimci antropologlar tarafından insanlığın, totemizmin ardından gelen ilk dinlerinden biri sayılmıştır. Bazı yazarlar samanların trans halini merkeze alan açıklamalar yapmış ve şamanlar, akıl hastalarına, trans halleri de histeri veya epilepsi krizlerine benzetilmiştir. Ancak daha yakın yıllarda, trans halinin mizansen yanı üstünde durulmuş ve transın, diğer insanları etkilemeye yönelik bir gösteri olduğu vurgulanmıştır. Bazı yazarlar, trans halini, uyuşturucu özelliği bulunan ve halüsinasyon yaratan çeşitli bitkilerin kullanımına bağlamıştır. Diğer bazıları da, mağaralardaki prehistorik resimlerle şamanlar arasında ilişki kurmuştur.
Şamanizm zaman içinde bir anlam genişlemesine uğramıştır. Nitekim, coğrafyası büyümüş, kehanette bulunma, hastaları iyileştirme ve benzeri bir dizi sihirsel-dinsel pratikleri de içerecek şekilde kapsamı genişlemiştir. Dortier, günümüz Batı dünyasında geleneksel yaşam sanatı ve bilgileri çerçevesinde bir 'şamano-manyak' modasının yayıldığını, atavi pratiklerin bilgisine ve psişik keşif kapasitesine sahip samanların yeniden itibar kazandığını öne sürmektedir (Kaynak: Dortier, 2002; Sciences Humaines). | |
| | | Programcı Administrator
Mesaj Sayısı : 818 Tecrübe Puanı : 9432 Rep : 1002 Yaş : 28 Nerden : Ankara
| Konu: Geri: Dinler Tarihi Çarş. Haz. 23, 2010 11:53 am | |
| Totemizm
Totemizm yaygın kullanımında, bir totem etrafında örgütlenmiş bir dini ifade etmektedir. Totem, bir kabilenin atası olarak kabul ettiği ve adını taşıdığı bir hayvan veya bitkidir. Çoğu kez kutsal bir nitelik taşıyan kabilenin atası, kabilenin yasaklar sisteminin de temel dayanağı olmaktadır.
Ancak günümüzde etnologlar, totemizmi salt bir din olarak görmemektedirler. Etnologların temel ilgi konularından birisi, modern olmayan ya da ilkel toplumlardaki düşünce biçimidir. Bu düşünceler, bazı yazarlara göre canlı varlıkların iki temel öğesi olan 'ruh' ve 'beden' arası ilişki üstüne temellenmektedir.
Zira ruh ve beden arasında süreklilik veya süreksizlik bulunduğunu kabule göre farklı anlayışlar ortaya çıkmaktadır. Bunlardan totemizm, bir hayvan veya bitki kümesini, bir insan topluluğuyla ilişkilendirmekte ve insanlar ile insan olmayanlar arasında ruh ve beden bakımından bir özdeşlik olduğunu savunmaktadır.
Buna karşılık, örneğin samanlıkta rastlanan 'animizm', insan olan ve olmayanlar arasında bir ruh birliği olduğunu, ancak bunların beden bakımından farklılaştığını öne sürmektedir. Sihirsel düşüncelerde rastlanan 'analojizm' ise, insan olan ve olmayanlar arasında sadece bir benzerlik bulunduğunu, ancak ruh veya beden bakımından bir özdeşlik olmadığını savunmaktadır.
Oysa, modem düşüncenin özü sayılabilecek 'natüralizm', insan ile canlılar dünyası arasında maddesel planda bir süreklilik bulunmakla birlikte, spiritüel veya kültürel planda bir süreksizlik olduğu kabulüne dayanmaktadır. | |
| | | | Dinler Tarihi | |
|
Similar topics | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |