FrmCafe
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.


      FrmCafeHoşgeldiniz :
En son ziyaretiniz : Perş. Ocak 01, 1970
Mesaj Sayınız : 0

 
AnasayfaAnasayfa  Latest imagesLatest images  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yapGiriş yap  
Arama
 
 

Sonuç :
 
Rechercher çıkıntı araştırma
En iyi yollayıcılar
Programcı
Dinler Tarihi - Sayfa 2 Vote_lcapDinler Tarihi - Sayfa 2 Voting_barDinler Tarihi - Sayfa 2 Vote_rcap 
Draquinq
Dinler Tarihi - Sayfa 2 Vote_lcapDinler Tarihi - Sayfa 2 Voting_barDinler Tarihi - Sayfa 2 Vote_rcap 
xxReDoLxx
Dinler Tarihi - Sayfa 2 Vote_lcapDinler Tarihi - Sayfa 2 Voting_barDinler Tarihi - Sayfa 2 Vote_rcap 
Dj Güray
Dinler Tarihi - Sayfa 2 Vote_lcapDinler Tarihi - Sayfa 2 Voting_barDinler Tarihi - Sayfa 2 Vote_rcap 
kortel
Dinler Tarihi - Sayfa 2 Vote_lcapDinler Tarihi - Sayfa 2 Voting_barDinler Tarihi - Sayfa 2 Vote_rcap 
AnyCooL
Dinler Tarihi - Sayfa 2 Vote_lcapDinler Tarihi - Sayfa 2 Voting_barDinler Tarihi - Sayfa 2 Vote_rcap 
estonya
Dinler Tarihi - Sayfa 2 Vote_lcapDinler Tarihi - Sayfa 2 Voting_barDinler Tarihi - Sayfa 2 Vote_rcap 
KinqCommando
Dinler Tarihi - Sayfa 2 Vote_lcapDinler Tarihi - Sayfa 2 Voting_barDinler Tarihi - Sayfa 2 Vote_rcap 
kaharamanlar
Dinler Tarihi - Sayfa 2 Vote_lcapDinler Tarihi - Sayfa 2 Voting_barDinler Tarihi - Sayfa 2 Vote_rcap 
zargonx041
Dinler Tarihi - Sayfa 2 Vote_lcapDinler Tarihi - Sayfa 2 Voting_barDinler Tarihi - Sayfa 2 Vote_rcap 
En son konular
» Knıght Online Oynayanlar...
Dinler Tarihi - Sayfa 2 EmptyÇarş. Haz. 30, 2010 11:27 pm tarafından kortel

» Domuz
Dinler Tarihi - Sayfa 2 EmptySalı Haz. 29, 2010 10:31 pm tarafından xxReDoLxx

» 3 Dakika Önce
Dinler Tarihi - Sayfa 2 EmptySalı Haz. 29, 2010 10:31 pm tarafından xxReDoLxx

» Bir Çanak Ayran
Dinler Tarihi - Sayfa 2 EmptySalı Haz. 29, 2010 10:27 pm tarafından xxReDoLxx

» Arka Kapı
Dinler Tarihi - Sayfa 2 EmptySalı Haz. 29, 2010 10:26 pm tarafından xxReDoLxx

» Nereden anladın
Dinler Tarihi - Sayfa 2 EmptySalı Haz. 29, 2010 10:26 pm tarafından xxReDoLxx

» Yesekmi?
Dinler Tarihi - Sayfa 2 EmptySalı Haz. 29, 2010 10:25 pm tarafından xxReDoLxx

» No.160
Dinler Tarihi - Sayfa 2 EmptySalı Haz. 29, 2010 10:24 pm tarafından xxReDoLxx

» Ödül
Dinler Tarihi - Sayfa 2 EmptySalı Haz. 29, 2010 10:22 pm tarafından xxReDoLxx

Zirve100

Zirve100 Toplist
Alexa

 

 Dinler Tarihi

Aşağa gitmek 
Sayfaya git : Önceki  1, 2, 3  Sonraki
YazarMesaj
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Dinler Tarihi - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Dinler Tarihi   Dinler Tarihi - Sayfa 2 EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:44 am

Manicilik

Manicilik (Manihæism, Manihaism) III. yüzyılın son yarısında Mani
tarafından kurulmuş bir dindir. O güne dek bilinen tüm dinsel
sistemlerin gerçek sentezi olduğu ileri sürülmüştür. Manicilik aslında
Zerdüşt Düalizmi, Babilonya folkloru, Buddhist ahlâk ilkeleri ve
Hıristiyan unsurların bir karışımından oluşmaktadır. Bu bileşimde önde
gelen anlayış iki ezelî ilkenin, iyi ve kötünün, çatışmasıdır. Bu
bakımdan din tarihi araştırmaları, Maniciliği bir tür dinsel Düalizm
(ikicilik) olarak sınıflandırmışlardır.

Bu din, hem Doğu'ya, hem de Batı'ya doğru olağanüstü bir hızla yayılmış;
Kuzey Afrika, İspanya, Fransa, Kuzey İtalya ve Balkanlar'da bin yıl
süre ile dağınık ve süreksiz biçimde varlığını devam ettirmiştir. Oysa,
asıl gelişimini doğduğu topraklar olan Mezopotamya, Babilonya ve İran'da
gerçekleştirmiş ve Doğu'da etkisini X. yüzyıldan sonralara kadar
sürdürdüğü Türkistan, Kuzey Hindistan, Batı Çin ve Tibet'e kadar
yayılmayı başarmıştır.

Mani'nin Yaşamı

Mani (Manys, Manytos, Manentos, Manou, Manichios, Manes, Manetis,
Manichæus) özel bir isim değil, bir saygı ifadesi ya da bir unvandır.
Mani sözcüğünün Aramîce kökeni olan "Mânâ", ışık anlamına gelmektedir.
Mandeen (Sâbiîlik) inancında bir cin olan "Mânâ Rabba" ise "Işık Kralı"
demektir. Bu bakımdan Mani sözcüğünün tam anlamının "aydınlatan" olduğu
genelde kabul edilmiştir.

Mani'nin gerçek adının bilinmemesine karşın, babası ve ailesi hakkında
kesin bilgiler mevcuttur. Babasının adı Fâtâk Bâbâk (Patekios,
Patticius, Paftig, Arapça Futtûk) idi ve eski Med başkenti olan Ecbatana
(Hamadan) kökenli bir aileden geliyordu. Karısı, yani Mani'nin annesi
ise soylu Arsakî hanedanı ile akraba olan Marmarjam'dı.

Mani, 14 Nisan 216 tarihinde Babilonya'ya bağlı Mardinu kentinde
(Mardin) dünyaya geldi. Fâtâk güçlü dinsel eğilimlere sahip bir kişi
olmalıydı, zira bir süre sonra Ecbatana'yı terk ederek, Güney
Babilonya'da bulunan "Menakkede" (Arapça Mugtasıla) adlı bir Mandeen
tarîkatine katıldı ve küçük oğlunu bu inançlara göre yetiştirdi.
Mani'nin babası da, din reformu taraftarı olarak önemli etkinliklerde
bulunmuş ve adeta oğluna öncülük etmiştir Mani dinsel eğitiminin
yanısıra gençlik yıllarını nakkaşlık öğrenerek geçirmiştir.

Mani'nin içinde büyüdüğü bu tarîkat hakkında pek ayrıntılı bir bilgi
mevcut değildir. Bir tür su ile arınma yani "vaftiz" uygulamasına sadık
oldukları biliniyor. Tarîkat üyeleri, günahlarından arınmak için hergün
abdest alıyorlar ve yiyeceklerini de su ile temizliyorlardı. Ayrıca, et
yemiyorlar ve şarap içmiyorlardı. Her üye kendine ayrılmış bulunan
tarlada çalışmak zorundaydı. Tarîkat'in yerleşik ve tarımsal görünümü
bir Yahudi tarîkati olan Esseneler'i andırıyor. Bu benzeşimi güçlendiren
diğer bir öge de, kendi dinsel inançlarını tıpkı Esseneler gibi "Yasa"
(Nomos) olarak adlandırmalarıdır. Diğer önemli bir unsur da, bu
tarîkatin, bir Yahudi uygulaması olan "Sabbat" gününe riayet etmesidir.

Mani, 20 Mart 242 günü Gundeşapûr kentinde I. Şahpur'un tahta geçme
törenleri için ülkenin her yanından toplanmış bulunan kalabalığa
öğretisini ilk kez ilân etti. "Nasıl Buddha Hindistan'a, Zerdüşt İran'a
ve İsa Batı topraklarına geldiyse, işte şimdi ben, Mani, Babilonya
topraklarında Gerçek Tanrı'nın habercisi olarak peygamberliğimi
duyuruyorum." Mani'nin bir süre sonra ülkeyi terk etmek zorunda kalmış
olması, önceleri pek başarılı olamadığını kanıtlıyor.

Mani, uzun yıllar süresince çeşitli ülkeleri gezerek öğretisini yaydı,
Türkistan ve Kuzey Hindistan'da Manici topluluklar kurdu. Nihayet İran'a
geri döndüğünde, Şah I. Şahpur'un kardeşi Perviz'i kendi inancına
çekmeyi başardı. Mani, en önemli yapıtlarından biri olan "Şahpurikan"ı
Perviz'e ithaf etti. Perviz, Mani'nin Şahın huzuruna kabul edilmesini
sağladı ve böylece Mani I. Şahpur'a dinsel mesajını aktarma fırsatını
buldu.

Ancak, bir süre sonra Mani tekrar bir kaçak olarak yollara düştü. Farklı
yörelerde kendi inancını yayma çabasını sürdürdü. Bu geziler sırasında,
öğretisini yayan ve güçlendiren uzun mektuplar kaleme aldı. Bu dönemin
sonunda yakalanarak hapse atıldı ve ancak 274 yılında I. Şahpur'un ölümü
üzerine özgürlüğe kavuşabildi.

I. Şahpur'un yerine geçen oğlu I. Hürmüz, Mani'ye destek oldu. Ne var
ki, I. Hürmüz'ün saltanatı yalnızca bir yıl sürebildi. 274 yılında
Şahpur'un diğer oğlu Behram tahtı ele geçirdi. Bu saltanat değişimi
Mani'nin sonunu hazırladı, zira Mazdeizm'e bağlı olan yeni Şah, her
türlü yabancı inancın koyu bir düşmanıydı. Yeni Şah I. Behram, Mani'yi
çarmıha gerdirdi. Mani yandaşlarını yıldırmak amacıyla cesedi
parçalandı, derisi yüzüldü, içine saman doldurularak kent kapısına
asıldı. Mani'nin ölüm tarihi 276-277 yılları olarak biliniyor.

Öğreti

O dönemden günümüze kalabilen resmî belgeler Mani'yi bir din sapkını ve
bir şarlatan olarak tanıtıyorlar. Ancak, XVIII. yüzyıldan başlayarak
yapılan araştırmalar Mani hakkında tüm bilinenleri değiştirdi. Artık
Mani, kimilerine göre yeni bir din kuran bir bilge, kimilerine göre de
çeşitli dinsel öğretilerin, Zerdüşt inancının, Buddha'cı ahlâkın, Mithra
kültünün ve Hıristiyan öğretisinin bileşimini gerçekleştirmiş bir
dehâdır.

Özellikle XX. yüzyılda gerçekleştirilen bazı buluşlar, Mani'nin yaşam
öyküsünün tümüyle gözden geçirilmesini gerektirdi. Ortaya çıkarılan ve
Mani tarafından bizzat yazılmış olduğu savunulan bu yeni belgeler,
Mani'yi insanlığın kurtuluşunu müjdeleyen bir peygamber olarak
göstermektedir. Mani, insanlığın dinsel kurtuluşunun tarihsel bir akış
içinde en önemli aşamalarını sıralarken, kendi öncülleri arasında
Enoch'u, Nuh'un oğlu Sam'ı, Buddha'yı, Zerdüşt'ü ve İsa'yı saymıştır.
Mani, bu yazılarda, İsa'nın yaşamının belli başlı olaylarını özetlemiş,
Havariler'in çabalarını, Paul'un misyonunu, Hıristiyan Kilisesi'nin
yaşadığı krizi ve dünyayı düzeltmek için uğraş vermiş olan Marcion ve
Bardanes gibi gnostikleri anlatmıştır Nihayet, İsa'nın müjdelemiş olduğu
"Paracletos"un, yani bizzat Mani'nin döneminin geldiğini ilân etmiştir.

"Paracletos" sözcüğü, Ruhulkudüs'e verilen bir isim olarak Yuhanna
İncili'nde geçmektedir. "Paracletos"un din dışı anlamı "şefaat eden,
aracı, arabulucu" biçimindedir. Özellikle, İsa'nın veda konuşmalarında
"Avutucu, Gerçek Ruh ve Kutsal Ruh" adı altında sıkça yer almaktadır.
(Yuhanna XIV/16,26 - XV/26 - XVI/7)

Manicilik'te gerçek gizem, köktenci ve evrensel Düalizmdir. Manici
inanca göre bu gizem, Mani'nin ruhsal ikizi olan Paracletos tarafından
Mani'ye aktarılmış ve Mani de bu gizemi öğretmekle görevlendirilmiştir.
Mani, on iki yaşındayken ilk kez göksel bir ziyarete tanık olduğunu ve
ilk ilâhi açıklamaları aldığını ileri sürer. Arap tarihçisi en-Nedîm'e
göre bu ziyareti yapan "et-Taum" (ikiz anlamına gelen Nebatîce bir
sözcük) adlı bir melektir. Bu melek Mani'nin ikizi ya da ruhsal eşi
olup, onu eğitip görevine hazırlayacak olan Paracletos'tur.

Mani'ye göre Zerdüşt, Buddha ve hatta İsa'nın başarılı olamamalarının
nedeni, kendi öğretilerini yazıya geçirmemiş olmalarında aranmalıdır. Bu
düşünce ile Mani, herkesçe anlaşılabilen basit bir dil kullanarak kendi
öğretisini yazıya dökmüştür. Manici yazıların halktan gördüğü yoğun
ilgi, Maniciliğin karşısında olanların ve özellikle Hıristiyan
Kilisesi'nin neden bu yazıları yok etmeye çalıştıklarını açıklamaktadır.
279 Yılında, Roma İmparatoru Diocletianus, İskenderiye kentinde tüm
Manici yazıların yakılmasını buyurmuştur. Buna benzer yok etme çabaları
yüzyıllarca sürdürülmüştür. Halbuki, İsa'dan sonra II. yüzyılın
ortalarında İran'da doğan Manicilik inancı, henüz ilk yüzyılını
tamamlamadan Doğu ve Batı'ya yayılmayı başarmıştı ve doğal olarak
karşısındaki en büyük rakip Hıristiyanlıktı.

Manicilik ile Hıristiyanlık arasında uzun ve sert bir kavga cereyan
etti. Hıristiyanlık bu kez karşısında, akılcı yöntemleri ve başarılı
diyalektik çözümlemeleri olan, Hıristiyan Kilisesi modeline uygun
örgütlenen ciddi bir hasım bulmuştu. Her geçen gün, Manicilik karşıtı
kilise kuralları, devlet buyrukları ve düalist öğretileri kötüleyen
yapıtlar çoğalıyordu.

Hıristiyan Kilisesi, Manicilik karşısında geçirdiği korkuyu bir daha
asla unutamayacak, yüzyıllar boyunca karşılaştığı her düalist hareketi
Maniciliğin bir devamı ya da hortlaması olarak kabul edecekti. Aradan
uzun yıllar geçmiş olmasına karşın Vaudois'lar, Kathar'lar, Tampliye'ler
Manicilik ile suçlanacaktı. Artık, Hıristiyan Kilisesi'nin gözünde her
sapkın inanç Manicilik olarak yaftalanacaktır. Bu suçlamadan ne Luther,
ne de Calvin kendini kurtaramayacaktır. Oysa, Luther kendi yandaşları
tarafından Kilise'nin Maniciliğe karşı son savunucusu olarak
gösterilmiştir.

Batı'daki Reformasyon hareketinden sonra, her ne kadar Kilise'nin
dogmatik tutumunda önemli bir değişim olmadıysa da, Maniciliğin
araştırılması ve daha iyi anlaşılması çabaları başladı. Manici
belgelerinin incelenmesi, Doğu ile Batı'yı Zerdüşt ile İsa'yı
birleştirmeye uğraşmış bir bilgenin varlığını gösteriyordu. Zamanla,
eski İran ve Hind inançlarının daha iyi anlaşılmasıyla, Maniciliğin
kaynaklarına dair yeni açıklamalar elde edildi. Maniciliğin temel
öğretisi olan gnostik düalizmin eski Zerdüşt inançlarının yanısıra, Hind
öğretilerinde kök bulduğu ortaya çıkarıldı. Böylece Manicilik; köktenci
düalizm, Doğu pagan inançları ve doğacı dinlerden kaynaklanan,
Zerdüşt'ten yola çıkarak düzenlenmiş ve İncil kalıbına dökülmüş bir
gnostik Asya inancı olarak tanımlandı.

Assyrioloji'nin gelişimi Manicilikte yeni nitelikler bulunmasını
sağladı. Böylece, Maniciliğin en eski köklerinin Kalde ve Babilonya'nın
eski inançlarında yer aldığı anlaşıldı. Sonuçta Mani dininin,
Mezopotamya -İran düalizmi üzerine temellenen ve evrensel bir din
niteliğine ulaşabilmek amacıyla Buddhizm ve Hıristiyanlık'tan aktarmalar
yapan bir "syncretist" (bağdaştırmacı) inanç olarak Doğu'ya ve Batı'ya
doğru genişlediği belirlendi. Bu genişleme, Hıristiyanlığın ilk
yüzyıllarında tam anlamıyla etkindi ve ancak İslâm tarafından kesin
olarak durdurulacaktı. Kısacası Mani, Zerdüşt inancının da kaynağı olan
Kalde-Babilonya potasında, Buddhist ahlâk ilkelerini ve Hıristiyan
öğretisini harmanlayan bir bilgeydi.

Ortaya çıkarılan son bulguların ışığında, Manicilik bir büyük din olarak
değerlendirilebilir. Üstelik "kitaplı" bir din, bir misyoner dini,
örgütlenmiş bir din, tüm büyük dinleri kendinde eritmek isteyen evrensel
ve nihaî bir din. Ancak tüm bu niteliklerden daha önemlisi, herşeyin
başına iki ezelî ve karşıt iki ilkeyi, Işık ve Karanlığı yerleştirmiş
olan ve İsa'nın gelişini müjdelediği "Paracletos" tarafından gizemleri
açıklanan köktenci bir "gnosis"tir Manicilik. Tüm yaşamı ve tüm
bilgileri içerdiğini ileri süren bir toptancı gizem dinidir. İsa
başarısız olmuş, Aziz Paul ile Marcion'un çabaları boşa gitmiştir.
Gerçek Kilise'ni yeniden düzenlemekle görevlendirilmiş olan
Paracletos-Mani zuhur etmiştir.

Örgüt ve Ritüel

Maniciliğin örgütlenmesinde de Marcion örnek olarak alınmıştır.
Maniciler iki sınıfa ayrılmışlardır: gizeme ulaşmış olanlar ile sıradan
inananlar ya da Mani'nin adlandırdığı gibi "Seçkinler" (ya da Yetkinler)
ile "Dinleyenler". Manicilik'te kadınlar da seçkinlerin arasına kabul
edilirdi. Bir tür ruhban sınıfı olan seçkinler, çok zorlu hazırlık
dönemlerinden ve çetin inisiyasyon törenlerinden geçirilirlerdi.
"Consolamentum" (Teselli) adı verilen inisiyasyon törenine pek önem
verilirdi. Bu aşamadan sonra, seçkinler "Tanrısal Işık" ile dolarlar ve
artık bu ışığı dünyevî nesnelerle kirletecek eylemlerden kaçınırlardı.
Evlenmezler, mülk sahibi olamazlar, et yemezler, şarab içmezlerdi. Tarım
işlerinde çalışmamalı, hatta ekmeği bile doğramamalıydılar. Günlük
yiyecekleri ve yalın giysileri ile gezgin bir yaşam sürmeliydi
seçkinler.

Seçkinlerin ilkeleri, Buddhist keşişlerin disiplinine şaşırtıcı ölçüde
yakındı. Arada bulunan tek fark, Manici seçkinlere yerleşik yaşamın
yasak olmasıydı. Seçkinlerin yaşamı oldukça zordu. Yaşamları üç mühürle
bağlıydı: ağız, el ve gönül mühürleri...İlk mühür, tüm kötü yiyecekleri
ve kötü sözleri yasaklardı. İkinci mühür, canlı varlıkların içinde saklı
bulunan ışığa verilebilecek her türlü zararı engellemek içindi; adam
öldürmek, hayvan öldürmek, hatta meyva koparmak bile yasaktı. Üçüncü
mühür, Manicilik inancına ve temizliğine karşı çıkan her türlü düşünceyi
yasaklamaktaydı.

Doğal olarak, seçkinlerin sayısı pek azdı. Tarihte ün kazanmış
seçkinlerin son derece az sayıda olması da garipsenebilir. Maniciliğe
bağlı olanların büyük çoğunluğu "Dinleyiciler"den oluşuyordu. Bunlar
yalnızca Mani'nin "On Emri" ile bağlıydılar. Bu on emir sırasıyla puta
tapmayı, namussuzluğu, cimriliği, her türlü öldürme eylemini, zina
yapmayı, hırsızlığı, yalancılığı, büyücülüğü, ikiyüzlülüğü ve Maniciliğe
ihaneti yasaklıyordu. Sıradan inananların ilk görevi seçkinlere
neredeyse tapınma derecesine varan bir saygı beslemekti. Dinleyiciler
sık sık seçkinlerin önünde diz çökerek kutsanma talep ederler, buna
karşılık sebze ve meyva verirlerdi. Herkes için geçerli olan diğer
dinsel görevler dua ve oruçtu.

Dua öğle, akşamüstü, gün batımında ve güneş battıktan üç saat sonra
olmak üzere günde dört kez zorunluydu. Gündüz duaları güneşe dönerek
yapılır, geceleri ise aya bakarak dua edilirdi. Ne güneşin, ne de ayın
görünmediği günlerde dua yönü kuzeydi. Dua etmeden önce uygulanması
kesin koşul olan bir arınma riti vardı. Arınma işlemi su ile, ya da su
bulunmazsa toprak ile yapılırdı. Oruç zamanlaması da tıpkı dua gibi
doğrudan astronomik olgulara bağlıydı. Haftanın ilk günü güneşin onuruna
(Sunday?) herkes oruç tutardı. Seçkinler, haftanın ikinci günü de
(Monday?) ay onuruna oruç tutmakla sorumluydular. Ayrıca her yeni ayda,
herkes ik gün oruç tutardı.

Maniciliğin diğer rit ve törenleri hakkında bilinenler pek az. Mani'nin
ölüm yıl dönümünde gerçekleştirilen "Bema" töreni Maniciliğin en büyük
kutlaması olarak biliniyor. Bu törende sürekli dua edilir ve kutsal
yazılar okunurdu. Beş basamakla çıkılan bir platformun üzerine boş bir
taht yerleştirilirdi. "Bema" töreninin diğer ayrıntıları ne yazık ki
bilinmiyor. Ayrıca, Manicilikte vaftiz uygulamasının olduğu da kesin,
fakat bu konuyu içeren kutsal yazılar kayıp olduğundan, Manici vaftiz
töreninin hiçbir ayrıntısı bugün bilinmiyor.

Doğu'daki Etkileri

Hem Roma İmparatorluğu'nun, hem de İran'da Sasanîler'in baskısına
karşın, Manicilik hızla yayıldı. İran'ın Doğusunda bulunan ülkelerde çok
başarılı oldu. X. yüzyılın başlarında, Arap tarihçi El-Birunî "Doğu
Türklerinin büyük çoğunluğu, Çin ve Tibet'te yaşayanlar ve Hindistan'ın
bir bölümü Mani dinine bağlıdırlar" diye yazmıştı. Son zamanlarda Turfan
kazılarında ortaya çıkarılan Manici resim ve edebiyat bulguları bu
açıklamayı kanıtlamıştır.Mani'nin ölümünden bir yüzyıl sonra, Manicilik
Malabar kıyılarına kadar yerleşti. Kara Balgasun'da bulunan ve bir
zamanlar Nesturîler'e ait olduğu zannedilen Çince yazıtların, aslında
Manici oldukları kuşku duyulmayacak biçimde belirlenmiştir.

Doğu'da Manicilik, IV. yüzyılın sonlarından başlayarak, Doğu İran'da
sağlam bir sıçrama tahtası edinmiş ve buradan hareketle İpek Yolu
boyunca Afganistan'dan Tarım Havzasına kadar yayılabilmişti. Manicilik
762 yılında Uygurlar'da devlet dini olarak kabul edilmiş ve böylelikle
Çin'e doğru genişleme olanağına da kavuşmuştu. IX. Yüzyılda Uygur
devletinin yok olmasından sonra, Cengiz Han'a kadar Tarım havzasında
varlığını sürdürmüştü. Çin içinde ise, Güney kıyılarına kadar inerek,
buralarda varlığını gizli bir din olarak devam ettirmeyi başarmıştı.
Çin'in Fukien eyaletinde XVI. yüzyılda bile Maniciliğe rastlanmıştı.

Manicilik İran ve Babilonya'da hiç bir zaman egemen din düzeyine
yükselemedi, ancak Emevîlerin yönetimi altında geniş bir hoşgörü ve
refaha ulaşabildi. Maniciler kimi Emevî halifelerinden müsamaha
gördüler, başkent Bağdat'ta az sayıda olmalarına karşın, Irak'ın bir çok
köyüne yayıldılar. Ancak, Emevîlere oranla çok daha az dinsel hoşgörü
sahibi olan Abbasîler döneminde, Maniciler "zındık" olarak
değerlendirilip baskı görmüşler, çeşitli suçlamalar nedeniyle
cezalandırılmışlardır. Bu suçlamalar arasında Düalizm, zina, akraba
arası cinsel ilişki ve homoseksüellik önde geliyordu. Uygulanan
baskılara karşın, özellikle Irak'ta bulunan Manici topluluk etkinliğini
IX. yüzyıla kadar sürdürmüştü. Ancak, devam eden Abbasî zulmü,
Maniciler'in toplu halde önce Horasan'a ve daha sonra, Maniciliğin bir
devlet dini olduğu Uygur ülkesine göç etmelerine yol açmıştı.

Maniciliğin, "Thomas İncili", "Addas Öğretileri" ve "Hermas'ın Çobanı"
gibi Hıristiyan "apocrypha"larını (Kilise tarafından kabul görmeyen
İncil metinleri) benimsemesinden dolayı, Thomas, Addas ve Hermas'ın Mani
dininin ilk büyük havarileri oldukları söylentisi doğdu. Addas'ın
Doğu'da, Thomas'ın Suriye'de ve Hermas'ın da Mısır'da havarilik
ettikleri varsayıldı.

Manicilik, Mani'nin ölümünden önce bile, Filistin'de biliniyordu. St.
Ephrem 378 yılında, hiç bir başka ülkenin Mezopotamya kadar
Manicilik'ten etkilenmediğinden yakınmaktaydı. Edessa'da (Urfa) 450
yılında güçlü bir Manici cemaat mevcuttu. Emesus'lu Eusebius'un,
Laodicea'lı George'un, Tarsus'lu Diodorus'un, Antakya'lı
Chrysostomus'un, Salamis'li Epiphanus'un ve Bostra'lı Titus'un
Maniciliğe karşı mücadele ettikleri biliniyor. Tüm bunlar, Maniciliğin
Batı Asya'da Hıristiyanlık için ne denli büyük bir tehlike olduğunu
göstermektedir. Ancak, Maniciliğin Hıristiyanlığa en fazla zarar verdiği
ülke Mısır oldu. İmparator Konstantin zamanında, Maniciliği benimsemiş
olan İskenderiye valisi tüm Hıristiyan rahiplere görülmemiş bir
sertlikle davrandı.

Doğu Roma toprakları üzerinde, Manicilik en etkin olduğu düzeye 375-400
yılları arasında ulaştı ve sonra hızla geriledi. VI. yüzyılda bir süre
için yeniden önem kazandı ve toplumun yüksek sınıfları arasında kabul
gördü. Bu dönemde İmparator Justinianus Manicilikle ciddi bir mücadeleye
girdi ve kısa sürede Maniciliğin bu canlanma çabası da bastırıldı.
Ancak, bu çabalar Maniciliği tümüyle yok edemedi. Bir süre sonra
Manicilik, yeniden canlanarak, Paulician'lar ve Bogomil'ler adı altında
Bizans İmparatorluğu'nu istilâ etti.

Batı'daki Etkileri

Batı'da Maniciliğin esas yurdu Kuzey Afrika'ydı. Mani'den sonra gelen ve
ikinci Paracletos olarak adlandırılan Adimantus da Afrika'da etkin
olmuşdu. Maniliğin Afrika'daki en büyük önderlerinden biri de, IV.
yüzyılın sonlarında yaşayan Mileve'li Faustus'tur. Mileve'de yoksul bir
ailenin oğlu olarak doğan Faustus, gençliğinde Roma'ya yerleşmiş ve
orada Maniciliğe girmişti. Derin bilgi sahibi değildi, ama etkileyici
bir konuşmacıydı.

Manici çevrelerde ünü çok yaygındı. 383 Yılında Kartaca'ya göç ettikten
kısa süre sonra Hıristiyanlar tarafından tutuklandı, fakat herhangi bir
ceza görmeden salıverildi. 400 Yılında, Maniciliği öven ve
Hıristiyanlığı, özellikle Eski Ahid'i yeren bir kitap yazdı. Hıristiyan
Pederlerinden ve Maniciliğin en önemli düşmanı olan St. Augustinus bu
kitaba tam otuz üç ciltlik bir yapıtla yanıt verdi.

Faustus'un daha sonraki yaşamı hakkında bilgi mevcut değil. Ancak, St.
Augustinus'un yirmi yıl boyunca kaleme aldığı sonraki yapıtlarında
Manicilik'ten hiç söz etmemesi, bu süre içinde Maniciliğin etkisini
giderek yitirdiğini gösteren bir kanıttır. Vandallar'ın Afrika'yı ele
geçirmesi üzerine, Maniciler son bir girişimle, Arius mezhebine bağlı
Vandallar'ı Maniciliğe çekmeye çalıştılar. 477-484 Yılları arasında
hüküm süren Vandal Kralı Huneric'in bu girişime karşı tepkisi çok sert
oldu ve Kuzey Afrika'daki tüm Maniciler ya sürgüne gönderildiler, ya da
yakıldılar.

Maniciliğin Batı'daki merkezlerinden biri de Roma kentiydi. 311-314
Yılları arasında Papalık yapan Miltiades, "Liber Pontificalis" isimli
eserinde, Roma'daki Manicilerden söz etmekteydi. İmparator
Valentianus'un 372 yılında çıkardığı bir ferman, Roma'daki Manicilerin
kovuşturulmasını buyurmaktaydı. 384-388 Yılları arasında da,Roma'da
"Martari" adında yeni bir Manici tarîkat ortaya çıktı. Bu tarîkat, özgün
Mani öğretisini değiştirmeyi amaçlıyarak, seçkinlerin gezgin yaşamı
terk etmesini ve bir tür manastır düzenine girmesini öngörmekteydi.
Martari'ler en büyük direnci Maniciler'den gördüler.

VI. yüzyıldan başlayarak, Manicilik Batı'da neredeyse tümüyle yok oldu.
Her ne kadar sağda solda, kimi gizli topluluklar ve düalist tarîkatlar
varlığını sürdürdüyse de, bunların Babilonya'lı peygamber Mani ile
doğrudan ya da bilinçli bir ilintisi mevcut değildi. Ancak tam beş
yüzyıl sonra, XI. yüzyılda Doğu'dan, Bizans ve Bulgaristan yolu ile
gelen Paulician'lar ve Bogomil'ler Batı'yı etkilediler. Bunların düalist
öğretileri, Kuzey İtalya ve Güney Fransa'da tohumlanabilecek verimli
alanlar buldular ve böylece tarihte ilk kez Hıristiyan topraklarına
yönelik Haçlı Seferlerine yol açmış olan Kathar hareketinin temellerini
attılar.

Sonuç

Bu denli sıradışı bir teoloji ve insanın yazgısından çok "Işık" için
ilgi besleyen bir dinsel inancın, böylesine hızla yayılıp itibar görmesi
oldukça yadırgatıcı bulunabilir. Ancak, gnostik efsanelerin bolluğu, ne
denli akıldışı olursa olsun, bu tür yaratılış öykülerine inanmaya hazır
geniş halk kitlelerinin varlığını göstermektedir. Ayrıca, III. yüzyılda
Roma'nın baskıcı ve mutsuz dünyasında, tıpkı Hıristiyanlık gibi,
herkese kurtuluş vaadeden bir inancın yayılma olasılığının ne ölçüde
yüksek olduğu Manicilik örneğinden açıkça anlaşılmaktadır.

Maniciliğin kısa sürede yayılması, ne ondan önceki, ne de sonraki dinsel
inançların yayılmasına benzemez. Zira Manicilik, diğer dinlerin aksine,
kabul edildiği ülke ve topluluklarda hiç bir temel politik ve sosyal
değişim yaratmayı öngörmemiştir. Bu durum Manici misyonerlerin
görevlerini zorlaştırmış, zaten bir bileşim olarak doğan dinlerini,
diğer ulusların kültürel ve toplumsal koşullarına adaptasyon gereğini
yaratmıştır.

Maniciliğin tümüyle entellektüel düzeyde kalması ve toplumsal-politik
değişimler yaratmakta iddiasız olması en zayıf özelliğiydi. Kısacası
Manicilik anti-sosyal olması yüzünden başarısızlığa uğradı. Bu sert ve
savaşçı çağlarda, uygarlıklarını barbar saldırılarına karşı koruma
endişesindeki yöneticiler, bu denli edilgen bir inancı onaylayamazlardı.
Toplumsal kuralları hiçe sayan, yandaşlarına başıboş dolaşıp çalışmayı
reddetmelerini ve sadaka ile geçinmelerini buyuran, hayvanların
öldürülmesine bile karşı çıkan barışçı bir inancın baskı ve zulüm
görmesi kaçınılmazdı. Örgütsel yapıları da, ağır baskılardan sonra
yaşamını sürdüremeyecek kadar dayanıksız ve edilgendi.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Dinler Tarihi - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Dinler Tarihi   Dinler Tarihi - Sayfa 2 EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:45 am

Masonluk

Yaklaşık olarak yüz elli yıldan bu yana, mason tarihçiler geleneksel
tarihlerini çeşitli yöntemlerle araştırma çabasındadırlar ve 1717
yılında İngiltere Büyük Locasının kuruluşundan önceki dönemlere ilişkin,
belgelere dayanan gerçek kanıtların taramasına girişmişlerdir. Diğer
taraftan, bu tür bilimsel sayılabilecek araştırma ve yayınlara karşın,
gizemci ya da romantik diye tanımlayabileceğimiz bazı mason
araştırmacıların işleri daha da karıştıran yayınları da süregelmektedir.


Bu durumda, düşünsel masonluğun tarihine iki temel yaklaşımın
bulunduğunu ileri sürebiliriz; doğrulanabilir olgu ve belgelere dayanan
bilimsel (ya da otantik) yaklaşım ve masonluğu gizemci gelenekler
çerçevesine oturtmaya çalışan, ritüelik öyküler ve simgeler aracılığı
ile çeşitli ezoterik (içrek) geleneklere bağlamaya çalışan romantik
yaklaşım. Sorunları daha da karıştıran bir yön de, her iki ana
yaklaşımın kendi içlerinde de çeşitli fikir ayrılıkları içermesidir.

Ritüelde Tarih

Masonlar, masonluk tarihine ilişkin temel bilgilerini doğrudan kendi
ritüellerinden edinirler. Çeşitli törenler sırasında, Kudüs'te Süleyman
Tapınağının yapımını, orada çalışan çırak ve kalfa duvarcıları, onların
başındaki usta Hiram'ı, mason gizlerini açığa vermek istemeyen Hiram'ın
öldürülüş öyküsünü öğrenirler.

Ritüellerde ortaya konulan tarih, masonluğun Hz. Süleyman zamanında (İÖ
950) varolduğu ve o günlerden beri yaşayan bir sistem olarak süregeldiği
biçimindedir. Oysa, ritüellerin amacı tarihsel gerçekleri ortaya koymak
değil, masonluğun ilke ve öğretilerinin aktarıldığı dramatik bir öykü
sunmaktır.

Anderson Yasaları

Resmi anlamda ilk mason tarihi, 1723 yılında James Anderson'un ilk Büyük
Loca için kaleme aldığı "Temel Yasa"nın bir bölümü olarak yazılmıştır.
Anderson'un çalışması, cennet bahçesindeki Hz. Adem'den başlayarak, 1717
İngiltere Büyük Locasının kuruluşuna kadar süren, geniş bir masonik
söylenceden ibarettir.

Bu tarih yorumu nedeniyle Anderson sert eleştirilere uğramıştır. Ancak,
onun bir tarihçi olmayıp, o dönemde yeni olarak düşünülebilecek bir
kuruma onurlu bir geçmiş kazandırmaya uğraştığı anımsanırsa, bu
eleştirilerin haksızlığı anlaşılır. Üstelik Anderson, özgün bir çalışma
yaptığını da savunmamış, yalnızca Gotik duvarcı yasalarını yeniden
düzenlediğini belirtmiştir.

1738 Yılında, Anderson Temel yasasının yeni bir baskısını hazırlar.
Sınırsız düş gücünün egemen olduğu yeni bir tarih yorumu yaparak,
İngiliz masonluğunun 10. yüzyıldan 1717 yılına kadar ayrıntılı bir
tarihini verir. Kral Edwin'in 926 yılında York kentinde düzenlediği
büyük toplantıyı Büyük Locanın ilk bir araya gelişi olarak ileri sürer.
Ve bu toplantıların düzenli bir biçimde 1700'lere kadar yapıldığını
savunur. Mimarları ve inşaat mesleğini uygulayanları korumuş olan tüm
İngiliz soylularını ve bilinen tarihi kişileri büyük üstat olarak
listesine alır.

İlk baskıda hak ettiği hoş görüyü, ikinci baskıda yer alan ayrıntılı
ancak kanıtlanması olanaksız savlar nedeniyle yitirir. Üstelik
Anderson'un Eylemsel masonlukla Düşünsel masonluk arasında hiç ayrım
yapmamış olması da önemli bir eksikliktir. Anderson'un yapıtı Büyük Loca
adına yazıldığı için, sonraları neredeyse kutsal bir niteliğe ulaşmış,
içerdiği tarih yorumu uzun süre tartışılmamış, masonların kendi tarih
anlayışlarını derinden etkilemiştir.

Tarihsel Kanıtların Peşinde

Anderson'un eylemsel-düşünsel masonluk ayrımını hiç yapmamış olması,
bilimsel yaklaşıma bağlı tarih araştırmacılarını huzursuz ederek, bu
resmi tarih yorumunu eleştirmeye yöneltmiş ve eylemsel masonluk ile
düşünsel masonluk arasında doğrudan bir bağlantı kurma arzusunu
yükseltmiştir.

Gün ışığına çıkan her kanıt kırıntısı bile dikkatle incelenmiş,
araştırma alanları mimari kayıtlardan eski lonca defterlerine kadar
genişletilmiştir. Amaç aşikârdır: eylemsel masonluktan düşünsel
masonluğa dönüşümün kanıtlanması gerekmektedir. Gerçekten de,
araştırmacılar İskoçya'daki eylemsel mason localarının ilginç özellikler
gösterdiğini kanıtlamışlardır.

Bu localar coğrafi olarak birbirinden ayrı birimler biçiminde
düzenlenmişler ve ülkedeki tüm inşaat işlerini sürdürüp denetlemişlerdi.
İskoç eylemsel masonluğunda, bir başka locanın bölgesine geçen
inşaatçıların kendilerini tanıtabilmek için, çeşitli gizli parola ve
işaretleri kullandıkları da belirlenmiştir. Bu durum, farklı locaların,
en azından bu tanıtım işaretlerini ve parolaları saptamak için bir araya
geldiklerini, bu buluşmaların da locaları birleştiren bir örgütlenmenin
ilk adımı olduğu düşünülebilir.

Öte yandan, araştırmalar, İskoçya'daki sözkonusu eylemsel locaların 16.
ve 17. yüzyıllarda, inşaat mesleğinden olmayan kişileri de "kabul
edilmiş" (accepted) ya da "centilmen" mason niteliğiyle aralarına üye
olarak aldıklarının sarsılmaz kanıtlarını ortaya koymuştur. Üstelik, 17.
yüzyılın sonlarına doğru bazı localarda kabul edilmiş üyeler çoğunluğu
ele geçirmişler ve bu değişimi gösteren localar tümüyle düşünsel bir
nitelik kazanmışlardır. Tüm bu kanıtların bir araya getirilmesiyle,
eylemsel masonluktan düşünsel masonluğa kademeli geçiş kuramının, en
azından İskoçya için, doğrulandığı söylenebilir.

İngiltere Masonlarının Yorumu

İskoçya'da belirlenen bu eylemselden düşünsele geçiş kanıtları
karşısında, İngiltere masonluğunun savunusu oldukça ilginçtir. Onlara
göre, yapılan araştırmalar İngiltere'de tam anlamıyla gelişmiş eylemsel
locaların bulunmadığını göstermektedir. Ortaçağ'da İngiliz duvarcıların
örgütlenmesi, alet ve takımların saklandığı ve dinlenme zamanlarının
geçirildiği basit bir barakadan ibarettir ve bunun ötesinde önemli bir
gelişme göstermemiştir.

1600 Yıllarında, İngiliz lonca sistemi zaten çökmüş durumdadır. Ne
yöresel düzende örgütlenmeler, ne de gizli tanıtım işaretleri
saptanabilmiştir. Hele eylemselden düşünsele geçiş dönemini belirleyen
karma localara yönelik hiçbir ipucu yoktur. Kısacası, söz konusu geçiş
ya da dönüşüm kuramı İngiltere için pek geçerli görülmemektedir.

Bu durumda, İngiliz mason kuramcılar, kabul edilmiş masonluğun hiç bir
eylemsel öncüle bağlı olmadan İngiltere'de kendiliğinden yepyeni bir
kurum olarak doğduğunu ileri sürmekten kaçınmamışlardır. Kanıtlanması
pek olası olmayan bu savın yanı sıra, düşünsel masonluğun İskoçya'dan
İngiltere'ye geçmiş olabileceği tezini de, geleneksel ulusçulukları ile
yadsımaktadırlar. Özetle İngiliz mason tarihçilerin bir bölümüne göre,
bugünkü masonluk İngiltere'den, hiç bir önceliği olmaksızın ve hiçbir
başka ulustan etkilenmeksizin, kaynaklanmıştır.

İngiliz Adaları Dışında Eylemsel Masonlar

Zamanla, düşünsel masonluğun doğrudan kaynağı olabilecek duvarcı
örgütlerinin İngiliz Adalarının dışında varolabileceği tartışılmış ve
derinlemesine bir araştırmaya yönelinmiştir.

a) Roma İmparatorluğu

Öncelikle, Roma'nın "Collegia Fabrorum"ları, yani meslek örgütleri ele
alınmıştır. Çoğu zaman, "Collegia" sözcüğüne gizemci ve düşünsel kült
anlamları yakıştırılmaya çalışıldığı olmuştur. Oysa, Collegia'lar
Roma'nın, varlıkları en eski çağlara kadar uzanan esnaf ve zanaatkâr
dernekleridir. Bunlar arasında özellikle "Magistri Comacini" (Como
Ustaları) 7. ve 8. yüzyıllarda tüm Orta Avrupa'ya yayılmış bir inşaatçı
topluluğudur. Bu örgütün en önemli iki niteliği; kendi içinde bir
derecelenme sistemi uygulaması ve üyeler arasında sıkı bir kardeşlik
bağının kurulmuş olmasıdır. Roma mimari anlayışını Avrupa'ya yayan bu
topluluk, Gotik mimarinin geliştiği 10. yüzyılda etkisini yitirmiştir.

Daha sonraki dönemlerde, Orta Avrupa lonca sisteminde ve
mimar-duvarcı-taş yontucu mesleklerinin örgütlenmesinde Collegia'lardan
esinlenilmiş olduğu düşünülebilir. Anadolu'daki Ahi lonca
örgütlenmesinde, Bizans yoluyla aktarılan Roma Collegia'larının
etkisinin olup olmadığı ayrı bir inceleme konusu olabilir.

b) Manastırlar

Yaklaşık olarak 8 yüzyılla 12. yüzyıllar arası Avrupa'da, inşaatçılık
çalışmaları manastırların çatısı altında sürdürülmüştür. Eylemsel
masonluğun en parlak dönemini yaşamasını sağlayan Gotik mimari stili de
manastırlarda ortaya çıkmıştır. Muhteşem Gotik katedralleri inşa eden
masonlar, manastırlarda oldukça huzurlu bir yaşam ve çalışma olanakları
bulmuşlardır. Roma Kilisesinin manastırlar üzerinde giderek artan
baskıcı denetimi ve Gotik mimarinin etkisini yitirmesi üzerine, bu
masonlar zamanla manastırlardan bağımsızlaşmışlar ve Collegia'lardan
örnek alarak kendi örgütlerini oluşturmuşlardır.

c) Fransız Compagnonage'ları - Alman Steinmetzen'leri

Ortaçağ sonrasında Fransa'da oluşturulan meslek birliklerine genel
olarak "Compagnonage" denir. Sözlük anlamı "birliktelik" olan bu
örgütler ekonomik kriz dönemlerinde meslektaşlar arası dayanışma
oluşturmak ve güvence sağlamak amacındadırlar. Birer öncü sendika
niteliğinde olan bu kuruluşlar, zamanına ne devletçe desteklenmişler ne
de kilise tarafından korunmuşlardır. Duvarcılarla birlikte diğer meslek
gruplarından kişileri de barındıran "Compagnonage" örgütlerinin
amblemlerinde gönye ve pergel bulunması oldukça anlamlıdır.

Yine Ortaçağ sonrasında, bu kez Orta Avrupa'da, özellikle Almanya'da
örgütlenen eylemsel masonlar "Steinmetzen" yani taş ustaları olarak
adlandırılırlar. 12.yüzyıldan başlayarak, manastırlarla tüm
bağlantılarını koparan duvarcı örgütleri, 13-17. yüzyıllar arasında tüm
Avrupa'ya yayılmışlardır. "Steinmetzen"ler 14. yüzyılda Strasbourg
kentini üs edinen bir merkezi örgütlenme oluşturmuşlar ve 1452 yılında
da bir anayasa düzenlemişlerdir.

Ancak, hem Compagnonage'lar hem de Steinmetzen'ler üzerinde yapılan
araştırmalar düşünsel nitelikte bir çalışmanın varolduğu hakkında
herhangi bir kanıt ortaya çıkaramamıştır.

Eylemsel Masonlukla Dolaylı Bağlantı Kuramları

Otantik araştırma anlayışına bağlı bazı mason tarihçiler, duvarcı
örgütleri ile düşünsel masonluk arasında doğrudan değil de, dolaylı
ilişkiler olasılığı üzerinde durmaktadırlar. Bu yaklaşım, düşünsel
masonluğun kurucularının zamanında açıkça uygulanması olanaksız eylem ve
düşünülerini gizlemek amacıyla, kendilerine eylemsel bir örgüt görünümü
verdikleri varsayımını irdelemektedir.

15. ve 16. yüzyıllar, siyaset ve dinin iç içe geçtiği ve fikir
ayrılıklarının savaşlara bile yol açabildiği huzursuz bir dönemdir.
Özellikle dinsel kurallara uymayan kişilere şiddetli yasal yaptırımlar
uygulanmaktadır. Bu kurama göre ilk düşünsel masonlar, devlet
politikalarına ve dinsel uygulamaların katılığına karşı çıkan ve
toplumsal gelişmenin sağlanması amacıyla çeşitli görüş ve inançta
kişileri bir araya getirmek isteyen kişilerdir. Yaklaşımları devrimci
bir nitelikte olmakla birlikte, geçerli dinsel yapıyı alaşağı etmeyi
düşünmeden, vicdanların özgür kılındığı bir toplum düzenini kurmak
arzusundadırlar.

Yine bu dolaylı etkilenme kuramı çerçevesinde, bir alternatif görüş de,
masonluğun kaynağına düşünsel açıdan değil de, bir hayır kurumu niteliği
açısından yaklaşmaktır. Bu varsayım, masonluğu 17. yüzyılda gelişen bir
yardımlaşma örgütü olarak ele alır.

Diğer Örgütlerle Doğrudan Bağlantı Kuramları

Düşünsel masonluğun kaynağına ilişkin olarak geliştirilen diğer bazı
kuramlar da, eylemsel masonluğun tümüyle dışında bulunan bir takım
toplulukları ele almışlardır.

a) Gül-Haç Örgütü (Rozikrüsyen'ler)

Bu topluluk 16. yüzyılda Almanya'da ortaya çıkmıştır. Kurucusu,
gerçekten yaşayıp yaşamadığı bilinemeyen Christian Rozenkreutz isimli
bir kişidir. Bu örgüt 17. yüzyılda Fransa ve İngiltere'yi de kapsayan
geniş bir alana yayılmayı başarmıştır. İlk bakışta hem localar, hem de
dereceler açısından masonlukla büyük benzerlikler göstermektedir.
Gül-Haç örgütü özünde gizemci bir topluluktur. Evrenin ve yaşamın
gizlerini tümüyle gizemci bir yaklaşımla, hermetizm ve kabala gibi
uygulamalarla tanımaya çalışmaktadırlar.

Masonluğun hemen her ritinde bulunan "Gül-Haç Şövalyesi" derecesi
nedeniyle, düşünsel masonluğun Gül-Haçlardan kaynaklandığı sıkça ileri
sürülmüştür. Öyle ki, İngiltere'deki ilk düşünsel masonlar arasından
bazılarının aynı zamanda Gül-Haç örgütüne üye olduklarının bilinmesi,
doğrudan bir bağlantının kanıtı olarak sunulmuştur. Bazı savlar
masonluğun, Gül-Haç'ların İngiltere'deki şubesi olduğu noktasına kadar
vardırılmıştır.

b) Tampliye'ler

Düşünsel masonluğun kaynağı olabilecek örgütler arasında belki de
üzerinde en çok durulmuş ve tartışılmış olanı Tampliye'lerdir.
Özellikle, bir çok mason ritinde bazı yüksek derecelerin adı olarak
"Tampliye Şövalyesi" unvanının benimsenmiş olması dikkatleri bu örgüt
üzerine çekmiştir.

Bir keşiş-şövalye tarikatı olan Tampliye'ler, 1118 yılında Kudüs'te
kurulmuştur. Görünen amaçları, Hıristiyanların Kutsal Topraklar'da
esenlik içinde yolculuk yapabilmelerini sağlamaktı. Bir adı da "İsa'nın
Yoksul Askerleri" olan bu tarikat, Kudüs'te Süleyman Mabedinin
yıkıntılarının bulunduğu bir bölgede yerleşmişti. Bu nedenle de, aynı
zamanda "Tampliye" yani tapınak tarikatı adı ile tanındılar.

Tampliyeler, 1128 yılında toplanan Troy konsilinde, St. Bernard'ın
girişimleri ile Roma Kilisesi tarafından onaylandı ve Papa'dan başka
hiçbir otoriteye hesap vermeyecek bir statüye kavuştu. Tarikat kısa
sürede tüm Avrupa'lı soylulardan ve dinsel kurumlardan parasal destek
gördü ve hızla gelişti, hem üyelerinin sayısı, hem de mal varlığı arttı.
Zamanla, bankerlik işlemlerine de başladılar. Para ve değerli malların
para karşılığında bekçiliğini yapıyorlar, faiz karşılığı borç
veriyorlar, Avrupa limanları ile Filistin arasında kredi mektubu, çek
gibi işlemler uyguluyorlardı.

12. yüzyıl sonlarına doğru, topluluk tüm Avrupa'ya yayılmış, yaklaşık
30.000 üyesi bulunan ve inanılmaz bir mal varlığına sahip bir güç haline
gelmişti. Tarikat tarafından, köprüler, yollar, katedraller ve şatolar
inşa edilmişti. Tampliyeler artık Fransa ve İspanya krallarına bile borç
verir duruma gelmişlerdi.

Doğu'da, Filistin'de Müslümanlarla ilişkilerini geliştirmişler ve
özellikle Sünni otoriteye karşı çıkan Şii-batıni İslam tarikatleriyle
(Lübnan'da Dürzi'ler ve Suriye'de Haşhaşi'ler) dostluk kurmuşlardı.

Ancak, önce Kudüs'ün sonra diğer Kutsal Toprakların tekrar Müslümanların
eline geçmesi, Tampliyeler'in prestijini sarstı. Ellerinde
bulundurdukları büyük maddi güç, Fransa kralı IV. Philip'i huzursuz
etmekteydi. Nihayet, Avignon kentinde zorunlu olarak ikamet etmekte olan
V. Clement, Philip'in politik baskılarına dayanamayarak, Tampliye
tarikatının düzmece suçlamalarla yargılanmasına karar verdi.

1309 Yılında, Fransa'da bulunan şövalyeler Büyük Üstatları Jacques de
Molay ile birlikte tutuklandılar. Suçlamalar, dinden çıkarak şeytana ve
puta tapma ile sapık cinsel ilişkilerdi. Bir çok şövalye engizisyonun
işkenceleri ile can verdi. Suçlarını itiraf etmeyen Büyük Üstat Jacques
de Molay ile iki önde gelen şövalye 1314'te Paris'te yakılarak
öldürüldü. Tarikat Papa tarafından kapatıldı ve tüm taşınmaz malları
Hospitallier tarikatına devredildi. Tüm nakit varlıklar da Fransa
kralının kasasına aktarıldı.

Bazı kaynakların ileri sürdüğüne göre, 1309 yılındaki tutuklamadan kaçan
kimi şövalyeler İskoçya'ya kaçmıştı. Burada bulunan yerel Tampliye
örgütüne sığınan bu kaçaklar, İskoç kralı Robert Bruce'ün ordusuna
katılarak 1314 yılında İskoçya-İngiltere savaşına katılmışlar ve daha
sonra da Heredom yakınlarında bulunan Kilwinnig isimli bir eylemsel
mason locasına girmişler. Kesin olarak kanıtlanamayan bu savlara göre,
Tampliyeler daha 14. yüzyıl başlarında, ilk kabul edilmiş masonlar
olmuşlar. Aynı görüş, Avrupa'nın diğer ülkelerinde bulunan
Tampliyeler'in de çeşitli localara katıldıkları biçiminde yinelenmiştir.


Tampliyeler en güçlü oldukları dönemlerde, Avrupa'nın hemen her yerinde
çeşitli loncalar ve meslek dernekleri ile yakın ilişkiler kurmuşlardı.
Tarikatın her şubesinde, önde gelenler arasında bir "Magister
Carpentarus" bulunurdu ki bunlar gerçek mimarlardı. Tarikat özellikle
Paris'te çok güçlüydü. Kentin yaklaşık üçte biri tarikatın denetiminde
ve kralın yargılaması dışındaydı. Tampliyeler'e bağlanan meslek
kuruluşları özgür dernekler olarak kabul ediliyorlar ve kraliyet
yargıçlarının yetkilerinin dışında kalıyorlardı. Böylece haraç, angarya,
göz altı gibi yaptırımlardan kurtulan tüm bu meslek sahipleri tarikatın
kurallarına göre yaşıyorlardı.

Tampliyeler'in 1314 yılına kadar olan tarihleri sağlam belgelere ve
kanıtlara dayanmaktadır. Ancak, mason localarına katıldıklarına dair
tutarlı kanıtlar bulunamamıştır. Yalnızca, "Rite de Bouillon" adı
verilen bir 18. yüzyıl yazmasında, düşünsel masonluğun Tampliyeler'den
kaynaklandığını belirten bir ritüel saptanmıştır. Aslında, bir adı da
"Eski İskoç Riti" olan Bouillon riti Andrew Michael Ramsay tarafından
kurulmuştur. Ramsay bu ritin kuruluşunu 1737 yılında başlatmış ve
düşünsel masonluğun Tampliye kaynaklı olduğunu savunmuştur. Bu rit, 1758
yılında "Olgunlaşma Riti"ni, 1786 yılında da "Eski ve Kabul Edilmiş
İskoç Riti"ni doğurmuştur.

Romantik Kuramlar

Düşünsel masonluğun kaynaklarına ilişkin diğer bir büyük kuramlar
topluluğunu, genel olarak "romantik kuramlar" olarak adlandırmak
olasıdır. Bu kuramlar şu ana akımlara indirgenebilir:

a) İçrek Yaklaşım

Bu yaklaşım mason ilkelerinin, ritlerin, simgelerin ve ritüelik
terimlerin, diğer içrek örgütlerdeki unsurlarla olan benzerliklerinin
irdelenmesi ve bulunan benzerliklerin rastlantısal olmayıp kasdi
olduğunun savunulması ve böylelikle diğer içrek örgütlerle gelenek
bağlarının kanıtlanabileceği savlarına dayanan yaklaşımdır.

Bu anlayışta, ilke ve çoğu simgelerin evrensel olabileceği göz önünde
tutulmadan, tüm inisiyasyon töreni aracılığı ile girilen örgütlerin,
gerçek ya da zorlama benzerlikler aracılığıyla, düşünsel masonlukla
bağlantısı olduğu düşünülmektedir. Bu tür içrek örgütler arasında
İsis-Osiris kültleri, Gnostik tarikatler, Pisagorculuk, Mitracılık,
Orfizm, Kabalacılık, Simyacılar, Gül-Haç örgütü gibi topluluklar
bulunmaktadır.

b) Gizemci Yaklaşım

Masonluk mesleğinin, düşünsel öğeleri ile birlikte, ezelden beri
süregeldiğini, özünde Hıristiyanlık değerlerini içeren bir kurum
olduğunu, Orta Çağ'dan itibaren lonca sistemi ile bütünleştiğini,
dereceler biçiminde örgütlenme ve nesiller boyu mason gizlerinin
aktarılması gibi unsurlar nedeniyle gizemci bir sisteme dönüştüğünü
savunan bir yaklaşımdır.

Bu yaklaşımın bir hareket noktası da simgelerdir. Mason simgelerinin
çeşitli dinler, tarikatler, gizli örgütler ve gizemci kurumların
simgeleri ile karşılaştırma ve ilişkilendirme yolunu tutar.

c) Gelenekçi Yaklaşım

Anderson geleneğini sürdürerek, düşünsel masonluğu cennet bahçesine ve
Adem'e kadar geri götürür. Kesin belge ve kanıtların bulunduğu
dönemlerde bile, masonluğun değişim ve gelişmelerini yadsıyarak,
ritüelin tüm ayrıntıları ile ezelden beri uygulana geldiğini savunan,
tam anlamı ile dogmatik bir anlayıştır.

Sonuç

Düşünsel masonluğun kaynaklarına ilişkin kesin bilgi ve belgelerin
bulunmaması, bu konudaki yaklaşımların çeşitliliğini arttırmıştır.
Masonlukta, merkezi denetime bağlı tek bir ritüel ve standart bir ritüel
yorumlaması bulunmadığı için, her mason topluluğu kaynak konusunda
kendine ait ayrı bir tarih yorum ve anlayışı geliştirebilmiştir.

Bugün için, tüm mevcut loca ve eski meslek örgütlerinin kayıtları gözden
geçirilmiş olmasına karşın, düşünsel masonluğun gerçekten nereden
kaynaklandığını kanıtlamak olası değildir. Ancak mason tarihini
araştıranlar, henüz kilise ve özel aile arşivlerini incelemek olanağını
elde edebilmiş değildirler.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Dinler Tarihi - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Dinler Tarihi   Dinler Tarihi - Sayfa 2 EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:45 am

Paflikyanlar

Ermenistan'da Hıristiyan inancı, II. ve III. yüzyıllarda hızla ilerlemiş
ve III. yüzyılın sonlarında (287 yılında) ya da IV. yüzyılın başında
(301 yılında), Hıristiyanlık resmi din olarak Ermeni ulusunca kabul
edilmişti. Hıristiyan inancına bağlı akımlar, Kuzey-Batı yönünden "Helen
Tipi" ve Güney-Batı yönünden "Suriye Tipi" biçimlerinde Ermenistan'a
girip tüm IV. yüzyıl süresince yan yana var olmuşlardı. Ayrıca pagan
inançlar da Hıristiyanlığın kabul edilmesinden çok sonralarına kadar
etkisini sürdürmeyi başarmıştı.

Öteden beri süregelen Zerdüştçü ve Mazdeist kurum ve gelenekler de bir
anda sökülüp atılamamıştı. Hıristiyanlığın tüm kültürel, sosyal ve
politik gerekleriyle birden kabul edilmesinden sonra, Ermenilerin
Batı'ya yönelmeleri kaçınılmaz olmuştu. Hıristiyan inancının korunması
için eski inançlar zamanla Batılı bir yaklaşıma dönüştürülmüştü. Bu
düzeni sürdürmek için Ermenistan'ın güçlü Hıristiyan komşuları sık sık
Ermeni Kilisesinin yaşam alanına müdahale etmişler, dogmatik
çekişmelerde çeşitli gerekçelerle kendileri için elverişli olan
çözümleri sağlamak için baskı uygulamışlardı.

Bu gelişmelere rağmen, Ermeniler arasında artan Hıristiyan etki
dalgasını dengelemek üzere politik ve dinsel akımlar ortaya çıkmıştı.
Bir akım, pagan inançlarının yeniden canlanması için harekete geçerken,
bir diğeri, Hıristiyanlığı denetimi altına almak isteyerek, Hıristiyan
inançlarının en koyu bir biçimde savunmasını yüklenmişti.

Ermeni Kilisesi'nin başlangıç tarihi, çok sayıda dinsel akımla birlikte,
ruhban sınıfı karşıtı çekişmeler ve aralarındaki ilişkilerin
belirlenmesi çok zor olan tarikatlar karmaşasını içerir. Bu tarikatların
eğilimleri ya Hıristiyanlığın ahlak öğretisini aşan, çarpıtan ve bu
öğretiye karşı duran, ya da kilise uygulamalarından daha fazla bir
tutuculuğu içeren aşırılıklara yönelmekteydi.

Maniciler, Messalianlar, Montanistler, Tondraklar, Borboritler ve
Paflikyanlar gibi çeşitli tarikatlar Ermenistan'da verimli bir ortam
bulmuşlardı. Helenizm ve Gnosis Hıristiyanlık, Kudüs'ün M.S. 70 yılında
yıkılmasından sonra kendini Yahudi etki alanından kurtarmış olarak,
ancak çevresindeki Helenizm'in inanç ve düşünceleriyle çelişki içinde
bulmuştu. Bu yeni olgu, Hıristiyan inancını bozabilecek tehditler
içeriyordu.

İlk yılların Hıristiyan Kilisesinin ilk girişimi, kendini Helenizm
ruhuna kolayca teslim etmemek için çabalamak oldu. Hıristiyanlık, Yahudi
kalıbında kalsaydı yayılamayacaktı. Kolaylıkla Helen kültürünü
benimsemiş olsaydı, yine günümüzdeki durumundan çok farklı bir konumda
olacaktı. Gerçekleşen gelişim, erken Hıristiyan inancıyla Helenizm
arasında beliren bir sentezdir. Helen dünyasında oldukça yaygın olan
Gnostisizm, M.S. 80 ile 150 yılları arasında Hıristiyanlığın gizemci
uygulamaları için kullanılmış bir ad olup, aslında Hıristiyan
Kilisesinin en korkulacak rakibi durumundaydı.

Gnostik akımın yandaşları, Kilise'nin basit inancını hiçe sayan gizli
bir bilginin (Gnosis) sahibi oldukları savıyla ortalıktaydılar.
Yeni-Platonculuk'tan, Helenleşmiş Zerdüşt inancından ve Yahudilik'ten
aktarılmış sistematik bir öğreti durumuna ulaşan Gnostisizm, bir tür
kozmolojik yaklaşım ortaya koymuştu. Bu yaklaşım, tinsel unsurların
maddenin tutsaklığından zamanla kurtulması görüşünü içeriyordu. Bu
düşünce, Basilides ve Valentinus'un kurduğu Gnostik gruplarda, İsa'nın
insan biçiminde belirmesini reddetmeye kadar vardırılmıştı.

Gnostisizm, Ermeni tarikatları üzerinde de önemli bir etkiye sahip
olmuştu. Örneğin Messalianlar, Gnostisizmin etkisinde kalmış bir dilenci
tarikatıydı. Önerdikleri köktenci inanç biçimi, dünyadan tümüyle
koparak, insanın kurtuluşu sorunun çözümleneceği yolundaydı.
Messalianizm, tam anlamıyla bu dünyaya ait her türlü çalışma ve etkinlik
biçimlerinin inkarına dayanan bir dinsel akımdı.

Paflikyanlar, Manicilikten türemiş düalist sapkın bir Ermeni tarikatıdır
Paflikyanlar. Paflikyan (Pavlikyan, Bavlikyan) ya da "Paulician" adının
kökeni karanlıktır. Gibbon, bu adın "Aziz Pavlus'un öğrencileri"
anlamına geldiğini belirtir. Paflikyanların bu havari iç in besledikleri
özel ilgi ve tüm Paflikyan önderlerinin Aziz Pavlus'ün öğrencilerinden
birinin adını almaları bu görüşü desteklemektedir. Ancak, Paflikyanların
düşmanları tarafından kullanılan biçimi ile "Paulikianoi" adı oldukça
ilginçtir ve bu terimin "Samsat'lı Pavlus'un izleyicileri" anlamına
geldiği ileri sürülmüştür. Oysa Samsat'lı Pavlus'un öğretisi ile
Paflikyanların hiçbir bağlantısı yoktur.

Photius'un aktardıklarına göre ise, Samsatlı Kallinice adlı Manici bir
kadın Pavlus ve Yohan adlı iki oğlunu bu öğretiyi yaymak üzere
Ermenistan'a göndermiştir ve Paflikyanların adı işte bu Pavlus'tan
gelmektedir. Ancak, bunun sadece bir öykü olduğu ve bu kişilerin
gerçekten var olmadıkları tarihçiler tarafından ileri sürülmüştür.
Konunun uzmanlarından Ter-Mkrttschian, Paulician adının Ermenice'de
"küçük Pavlus'un izleyicileri" anlamına geldiğini belirtmekte, ancak bu
küçük Pavlus'un kim olduğu konusuna bir açıklık getirememektedir.

Paflikyan adı ilk kez, 719 yılında Ermeni Kilisesinin Duin Sinod'unda
kullanılmış ve bu Sinod'da "hiç kimse Paflikyan denilen kötü sapkınların
evini ziyaret etmeyecek" biçiminde bir kural konulmuştur.
Paflikyanların Tarihi Kendi adını Silvanus olarak değiştiren Mananali'li
Constantine, Colonia yakınlarındaki Kibossa'da ilk Paflikyan
topluluğunu bir araya getiren kişidir. Öğretisini yaymaya 657 yılında
başlamıştır. Kendisi kitap yazmadığı gibi, tüm öğrencilerinin sadece
İncil'i esas almalarını istemiştir.

Constantine'den sonra Paflikyanların önderliğini Symeon-Titus
üstlenmiştir. Aslında Bizans tarafından Paflikyanları yok etme görevi
ile gönderilen Symeon, Constantine'i 684 yılında öldürdükten sonra
inancını değiştirmiş ve Paflikyanlara katılmıştır. Ne var ki, 690
yılında Symeon-Titus da, Bizans görevlileri tarafından öldürülmüştür.
Bundan sonra ciddi bir bocalama dönemi geçiren tarikat, 715 yılında
Pavlus adlı bir kişinin önderliğinde Phanaroea yakınlarındaki
Episparis'te yeniden toparlanmıştır. Akımın adının bu Pavlus'tan
kaynaklandığı da ileri sürülmektedir.

Pavlus ölünce iki oğlu, Gegnesius-Timothy ile Theodore, önderlik için
kavgaya tutuşmuşlar ve Gegnesius, 717 yılında İstanbul'a giderek
imparator III. Leo ve patrik I.Germanius'u kendisinin bir Ortodoks
olduğuna inandırmış, bir imparatorluk birliği ile Mananali'ye geri
dönerek Theodore'u yenilgiye uğratmıştır.

Paflikyanların başına geçen Gegnesius bir süre sonra ölmüş, bu kez de
onun iki oğlu, Zachary ve Joseph-Epaphroditius arasında kavga çıkmıştır.
Kısa zaman sonra Zachary ve izleyenleri Müslüman orduları tarafından
yok edilince, tüm Paflikyanlar yine Joseph'in önderliğinde
birleşmişlerdir. Joseph, tüm Anadolu'da Paflikyan toplulukları
oluşturmayı başarmıştır. Ne var ki, Joseph'ten sonra başa geçen Vahan
zamanında tarikat hem sayıca ve hem de etki olarak gerilemiştir.

Bu dönemde ortaya çıkan Sergius-Tychius adlı bir kişi, Vahan'dan
ayrılarak, Paflikyan tarikatını güçlendirmek ve reforme etmek için
harekete geçmiştir. Paflikyanlar, "Vahanitler" ve "Sergitler" olmak
üzere ikiye bölünmüştür. Sergitler, kısa süre içinde başarılı olmuşlar
ve rakiplerini neredeyse tümüyle ortadan kaldırmışlardır. Bu dönemde
Paflikyanlar, Bizans İmparatorluğu'nun bazen baskısı, bazen de koruması
altında kalmaktaydılar.

IV. Constantine ve II. Justinian, Paflikyanlara şiddetli bir baskı
uygulamıştı. III. Leo ve onu izleyen "İkona Kırıcı" (Iconoclast)
imparatorlar ise, genellikle Paflikyanlara sempati beslemişlerdir. I.
Nicephorus, Paflikyanları Phrygia ve Lycaonia yörelerinde asker olarak
kullanmak istemiştir.

I. Michael, yeniden Paflikyanlara karşı şiddet uygulamasına başlamış,
özellikle V. Leo, kendisinin de bir Paflikyan olduğu iddialarını
yalanlamak amacıyla, müthiş bir Paflikyan avına çıkmıştır. Bu dönemde
bir çok Paflikyan, Bizans'tan kaçarak Müslümanlara sığınmıştır. Sergius
835 yılında öldürülmüştür.

İmparatoriçe Theodora zamanında da baskı sürmüş, Karbeas yönetiminde
isyan eden Paflikyanlar kitle halinde Müslüman topraklarına göç
etmişlerdir. Artık Bizans'ın kanlı düşmanı durumuna gelen Paflikyanlar,
Müslümanlar tarafından desteklenmişlerdir. Tephrike'de (Divriği) bir
kale kuran Paflikyanlar, sürekli olarak Bizans topraklarını
yağmalamışlar, giderek etkilerini arttırarak politik bir güç durumuna
yükselmişlerdir.

İmparator I. Basil zamanında, Paflikyan ordusu Anadolu'yu boydan boya
geçerek Efes'e kadar gelmiş, İzmit'i işgal ederek neredeyse İstanbul'un
karşı kıyılarına kadar ulaşmıştır. Ancak sonunda yenilgiden
kurtulamamışlar ve 871 yılında Tephrike kalesi yerle bir edilmiştir. Bu
durum tarikatın askeri gücünü yok etmiştir. Paflikyanlar Anadolu'nun
çeşitli yörelerine dağılmışlardır.

V. Constantine ve I. Johannes, Paflikyanları kitleler halinde Trakya'ya,
özellikle Filibe kenti ve çevresine göçe zorlamışlar ve Slavlara karşı
askeri güç olarak kullanmışlardır. Dokuzuncu ve Onuncu yüzyıllar
süresince Bizans yönetimi ve Kilisesi, Anadolu ve Trakya'daki
Paflikyanlar ile uğraşmış, onları Ortodoks inancına çekebilmek için
sürekli çaba harcanmıştır.

Ermenistan'da Paflikyan hareketi, dokuzuncu yüzyılda Smbat adlı bir
kişinin kurduğu "Tondrak" tarikatı biçiminde varlığını sürdürmüştür.
Trakya'da ise zamanla yok olmuşlardır. Alexius Comnenus tarafından 1081
yılında Ortodoksluğa dönmeye ikna edildikleri ileri sürülmüştür. Onuncu
yüzyıldan sonra, tarih sahnesinden çekilmişlerdir. Ancak, öğretilerinin
izleri bir çok yerde görülmüştür. Bulgaristan'daki Bogomil tarikatı
Paflikyanların devamıdır.

Bogomiller, Ortaçağ boyunca Batı'ya doğru öğretilerini yaymışlar,
Katharlar (Albililer) ve diğer Manici akımları etkilemişlerdir.
Ermenistan'da da Paflikyanlardan türeyen benzer tarikatların günümüze
kadar varlıklarını sürdürdükleri kabul edilmektedir. yüzyıllar sonra,
1717 yılında Lady Mary Wortley Montagu, İstanbul'a gelirken Filibe'de
durakladığında, aynen şunları yazıyor: "Filibe'de kendilerine Paulin
adını veren bir tarikat buldum. Bunlar eski bir kiliseyi göstererek Aziz
Pavlus'un burada vaaz verdiğini söylüyorlar.

Pavlus, bunların en makbul azizleridir..."Paflikyanların Öğretisi
Paflikyan öğretisinin temel görüşü, maddi dünyayı yaratan ve yöneten
Tanrı ile tapılması gereken, ruhları yaratan göklerin Tanrısı arasındaki
ayrımdır. Paflikyanlara göre tüm maddi varlıklar kötüdür. Bu yaklaşım
Paflikyanların, Manicilikten etkilenen akımlardan biri olarak kabul
edilmeleri gerektiğini ortaya koyar. Ancak, Paflikyan öğretisinde güçlü
bir "Marcionist" etki de vardır. Eski Ahit'i kabul etmezler, İsa'nın
yeniden doğacağına inanmazlar; Paflikyanlara göre İsa Tanrı'nın dünyaya
gönderdiği bir melektir ve gerçek annesi göklerdeki Kudüs'tür; İsa'nın
tüm eseri yaydığı öğretisidir; İsa'ya inanmak insanı son yargıdan
kurtarır; gerçek vaftiz İsa'nın sözlerini duymakla olur.

Paflikyanlar haça değer vermezler, yalnızca İncil'in bir kısmına
inanırlar; İsa'yı reddettiği için Aziz Petrus'un mektuplarını dikkate
almazlar; yalnızca Luka İncili ve Pavlus'un mektuplarına değer verirler.
Tüm resim ve heykellere karşıdırlar. Maddi dünyaya ait herşeyin sadece
simgesel bir değeri vardır. Bu bakımdan, Paflikyanlar Kiliseyi de,
Kilisenin geleneklerini, dogmalarını, kurumlarını, ruhban sınıfını da
reddemişlerdi. Onlara göre, herkes kutsal metinleri okuyup yorumlama
hakkına sahiptir.

Paflikyanlar kendilerini kabul ettirmek için çok şiddetli bir misyoner
etkinliği göstermişlerdi. Ayrıca korku duyulan savaşçılar olup, bu
nitelik kuşkusuz bulundukları bölgenin coğrafyasından kaynaklanıyordu.
Zira Paflikyanlar, dinleri ve uygarlıkları ayıran bir sınır üzerinde yer
alıyorlardı. Akımın bu militan görünümü, toplumsal alanda da radikal
bir ideoloji ile koşuttu. Yeryüzünde tüm tinsel yetkeyi reddetikleri
için, dünyasal iktidar ve politik hakların varlık nedenini de inkar
ediyorlardı. Böylece, dinsel düzeydeki eşitlikçiliğe, toplumsal düzeyde
de bir eşitlikçi anarşizm eklenmekteydi.

Paflikyanlara göre, tüm Kilise hiyerarşisi kötüdür, aynı biçimde tüm
ayinler ve kutsal eşyalar da reddedilmelidir. Örgütlenmelerinde en önde
gelen kişiler, tarikatın farklı yörelerdeki kurucularıdır. Bu kurucu
azizler, genellikle adlarını Aziz Pavlus'un öğrencilerinden alırlar ve
onların yeniden dünyaya gelmiş ruhlarını taşıdıklarını ileri sürerler.
Azizlerden sonra, bir konsil oluşturan "synechdemoi" (yoldaşlar) ile
toplantılarda düzeni sağlayan "notarioi" gelir.

Toplantılarını kiliselerde değil, "proseuchai"nde (dua evleri) yaparlar.
Baskı altındayken inançlarını saklamanın ve hatta reddetmenin doğru
olduğuna inanırlar. Bu nedenle, dışardan Kiliseye bağlı bir görünüm
sunarken, gizlice Paflikyan inançlarını sürdürebilmişlerdir. Ülküleri,
tüm ırk ayrımlarını giderecek olan inananların tinsel birliğine
ulaşmaktır.

Düşmanları Paflikyanları sürekli ahlaksızlıkla suçlamışlardır. Hatta dua
evlerinde bile ahlaksız davranışlarda bulundukları ileri sürülmüştür.
Kendilerinin "Hıristiyan" adından başka bir adla çağırılmalarından hiç
hoşlanmazlar. Harnack'a göre Paflikyanlar, "Katolik ve Ortodoks
Hıristiyanlığı reddeden, hiyerarşi karşıtı düalist Puritanlardır".

Gibbon'dan beri Paflikyanlar, ilk ve saf Hıristiyanlığı sürdürmeye
çalışan, düşmanları tarafından baskı ve ıstırap altında yaşamak zorunda
bıraktırılmış, İncil'e bağlı iyi insanlar olarak kabul edilmektedirler.
Conybeare, Paflikyanları Adopsiyonistler'in devamı olarak nitelendirir.
Adeney ise Paflikyanları "Protestanlıktan önceki Protestanlar" olarak
değerlendirir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Dinler Tarihi - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Dinler Tarihi   Dinler Tarihi - Sayfa 2 EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:45 am

Panteizm

Tanrı ile Evren'i bir, aynı ve özdeş kabul eden görüştür. Panteizm,
anlam olarak tümtanrıcılık demektir. Panteizme göre Tanrı'nın Evren'den
ayrı ve bağımsız bir varlığı yoktur. Tanrı; doğada, nesnelerde, insan
dünyasında vardır. Her şey Tanrı'dır.

Bu anlayış; Hindu, Buda Dinlerinde hayalgücü geleneğine göre bir
panteizmi gösterir. Bir felsefe tasarımı olarak panteizm ise, eski Yunan
Felsefesi'nde Plotinos, Rönesans'tan sonra Giordano Bruno ve Spinoza
tarafından temsil edilmiştir. Tasavvuf (mistisizm) düşüncesi de özünde
bir panteist anlam taşımaktadır. Hallac-ı Mansur ve Mevlâna bu
düşüncededir
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Dinler Tarihi - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Dinler Tarihi   Dinler Tarihi - Sayfa 2 EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:45 am

Paskalya Bayramı

İsa'nın dirilişini dile getiren Paskalya, Hıristiyanlık'ın en büyük
bayramı sayılır. Paskalya Günü, ilkbahar gün dönümünün yaşandığı 21
Mart'ta dolunayın görülmesinden sonraki ilk pazar günüdür. Bu nedenle
Paskalya Günü'nün tarihi değişebilmekle birlikte genellikle, Paskalya
tarihi için nisan ayının ikinci pazarı önerilir.

Paskalya, perhizle geçen beş haftalık (büyük perhiz) bir hazırlık dönemi
ile son haftayı (kutsal hafta) kapsar. Paskalya Günü'nde (paskalya
pazarı) sona erer. Pentekostes (hamsın) yortusuna kadar süren 50 günlük
döneme, Paskalya dönemi (hamsin dönemi) adı verilir.

Paskalya Günü için evlerde özel çörekler (paskalya çöreği) yapılır;
yumurta (boyalı paskalya yumurtası) haşlanır; mumlar yakılır; dualar
okunur.

Paskalya'yı bütün Hıristiyan mezhepleri, kendi inanç düzenlerine göre
kutlarlar. Süryanilerin temmuz ayında kutladıkları "Meryem Ana
Paskalyası" adı verilen yortu da Paskalya kavramı içine girer.

Katolik Kiliselerinde, Paskalya gecesi ayininde yeni ateş kutsanır,
paskalya mumu yakılır; kutsal kitaptan bölümler okunur, vaftiz törenleri
yapılır (Hıristiyanlığın başlangıç döneminde vaftiz törenleri, yılda
yalnızca bir kez, paskalya gününde yapılırdı).

Rum ve Rus Ortodoks Kiliselerinde gece ayinlerinden önce kilise dışında
bir ayin alayı düzenlenir; alay, kiliseden çıkarken hiç ışık yakılmaz;
dönüşte ise, İsa'nın dirilişini simgelemek için yüzlerce mum yakılır.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Dinler Tarihi - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Dinler Tarihi   Dinler Tarihi - Sayfa 2 EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:46 am

Patrikhane

Bizans Kilisesi'nin devamı olan Rum Ortodoks Patrikhanesi 330 yılından
beri süregelmektedir. Ortodoks Kilisesi'nin başında bulunan başpapaza
patrik, onun makamına ve bulunduğu yere de patrikhane denir. Bütün
dünyada bulunan 5 Ortodoks patrikliğinin en büyüğü İstanbul'dakidir.
Fener Rum Ortodoks patriği bütün Ortodokslarca dünya patriği sayılır.
Öteki 4 Ortodoks patriği Moskova, İskenderiye, Antakya ve Kudüs'tedir.

Önceleri bütün Hıristiyanların bağlı bulunduğu kiliselerin sayısı üçtü.
İsa'nın havarilerinden Petrus'un kurduğu Roma Kilisesi, Paulus'un
kurduğu Antakya Kilisesi ve Yuhanna'nın kurduğu iskenderiye Kilisesi.
Roma İmparatorluğu ikiye ayrılıncaya kadar bu durum devam etti. Roma
Kilisesi güçlendikçe doğu kiliseleriyle ayrılıklar baş gösterdi ve iyice
keskinleşti. Sonunda 1054 yılında Roma ve Bizans kiliseleri birbirinden
tamamen koptu; böylece Roma Kilisesi'nin başında bulunan papa bütün
Katoliklerin; İstanbul'daki Ortodoks Kilisesi'nin başında bulunan patrik
ise bütün Ortodoksların başı oldu.

Fener Patrikhanesi

Fatih Sultan Mehmet 1453'te İstanbul'u fethettiği zaman Ortodoks
Kilisesi'ne dokunmadı, hattâ ona bütün Hıristiyanlar üzerinde geniş
yetki tanıdı. İlk patrikhane şimdiki Fethiye Camii olan Pammakaristos
Kilisesi'ndeydi. 1586'da patrikhane Fener'deki Eflak Sarayı Kilisesi'ne,
1602'de Aya Yorgi Kilisesi'ne taşındı. 1720'de de patrik Yeremyands,
patrikhanenin şimdi bulunduğu kiliseyi yaptırarak patrikhaneyi buraya
yerleştirdi.

Patrikhane Birinci Dünya Savaşı ertesinde Türkiye aleyhine çalışarak
Anadolu ve İstanbul'daki Rum ahaliyi kışkırttıysa da Kurtuluş
Savaşı'ndan sonra, Anadolu Rumlardan arındığı için patrikhaneye
dokunulmadı.

Türk Ortodoks Patrikliği

Kurtuluş Savaşı sırasında Fener Patrikhanesi'nin Anadolu'daki Rumları
kışkırtarak Pontus Krallığı'nı diriltmeğe kalkışması ve Yunanlıların
Anadolu'yu istilâsını alkışlaması üzerine Keskin metropoliti papa Ettim
(Pavri Karahisarlıoğlu, sonra Evrenerol) 1921'de bir bildiri
yayımlayarak "Türk Ortodoks Kilisesi"ni kurduğunu açıkladı. Anadolu'daki
Hıristiyan Türkler adına Fener Patrikhanesi'yle savaşan papa Eftim,
Kurtuluş Savaşı'nı desteklediği için Fener Patrikhanesi'nce aforoz
edildi. O da 1924'te Rum Ortodoks Kilisesi'nden ayrılarak İstanbul'da
Ortodoks Kilisesi'ni kurdu ve bunun başına patrik seçildi. Papa Eftim
1968'de ölünce yerine oğlu Turgut Evrenerol patrik oldu.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Dinler Tarihi - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Dinler Tarihi   Dinler Tarihi - Sayfa 2 EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:46 am

Reform

Katolik Kilisesi'nin bozulması ve dini amaçlardan uzaklaşması üzerine
16. yüzyılda Almanya'da başlayarak diğer Avrupa Ülkelerine yayılan dini
alandaki yeniliklere Reform denilmiştir.

Reform'un Nedenleri

Katolik Kilisesi'nin bozulması ve ıslahat fikrinin yayılması.

Hümanizm sayesinde Hıristiyanlığın kaynaklarına inilmesi, İncil'in milli
dillere çevrilerek temel ilkelerin ortaya konulması.

Matbaanın yaygınlaşması ile okuma-yazma bilenlerin artması üzerine
Katolik Mezhebi'nin sorgulanmaya başlanması.

Endülüjans sorununun ortaya çıkması, para karşılığında kilisenin
günahları affetmesi.

Rönesans hareketlerinin etkisi.

Reform hareketlerinin ilk defa başladığı Almanya'da siyasal birlik
olmaması ve Almanya'daki prenslerin dinde yenilik isteyenleri
desteklemesi.

1517'li yıllarda Reform düşüncesi Almanya'da Martin Luther tarafından
ortaya atıldı. Sonunda Luther'in görüşleriyle Protestanlık mezhebi
doğdu. Protestanlar ve Katolikler arasında mücadeleler Ogsburg
Antlaşması ile sona erdi (1555). Buna göre; Protestanlık Mezhebi ve
Kilisesi kesin olarak kabul edilmiştir.

Alman prensleri istedikleri mezhebi seçme ve kendi topluluklarına kabul
ettirme konusunda serbest oldular. Prensler, kendi ülkelerinde din
işlerinin mutlak hakimi haline geldiler. Prenslerin mezheplerini kabul
etmeyen Almanların başka yerlere göç etmesine izin verildi. Almanya'da
başlayan Reform hareketleri İngiltere, Fransa, İsveç, Norveç ve
Danimarka gibi ülkelere de yayılmıştır.

Reform'un Sonuçları

Avrupa'da mezhep birliği bozuldu. Katolik ve Ortodoks Mezhepleri yanında
Protestanlık, Kalvenizm ve Anglikanizm mezhepleri ortaya çıktı,
mezhepler arasında çatışmalar başladı.

Din adamları ve kilise, eski itibarını kaybetti.

Katolik Kilisesi, kendisini yenilemek ve düzenlemek zorunda kaldı.

Eğitim-öğretim faaliyetleri kiliseden alınarak laik bir eğitim sistemi
kuruldu.

Katolik Kilisesi'nden ayrılan ülkelerde kilisenin mallarına ve
topraklarına el konuldu.

Papa ve kilisenin Avrupa Ülkelerinin kralları üzerindeki etkisi sona
erdi ve Avrupa'da siyasal bölünmeler yaşandı. Çünkü Ortaçağ'da Papa,
Avrupa krallarına taç giydirerek onların krallıklarını onaylıyor ve
yönlendirebiliyordu. Papanın bu gücü kaybetmesi, Haçlı Seferleri'nin
düzenlenmesini engellemiştir.

Katolik kalan ülkelerde yeni mezheplerle mücadele etmek amacıyla
Engizisyon Mahkemeleri kuruldu.

Protestan krallar ve prensler, din işlerinin mutlak hakimi oldular.

Reform hareketleri, Avrupa'yı siyasi yönden zarara uğratmıştır.
Şarlken'in Osmanlı Devleti üzerine yapmayı planladığı Haçlı Seferi
bölünmelerden dolayı gerçekleşmemiştir.

Mezhep savaşları, Osmanlı Devleti'nin Avrupa'da ilerlemesini
kolaylaştırmıştır.

Osmanlı Devleti içerisinde yaşayan Gayrimüslimlerin büyük çoğunluğu
Hıristiyandı. Osmanlı Devleti bunlara inanç ve din konularında
serbestlik tanıyarak geniş haklar verdi. Osmanlı'da dini bakımdan
bağımsız olan Hıristiyan Toplumu, Avrupa'daki mezhep kavgalarından
etkilenmedi. Bunda Osmanlı Devleti'nin Hıristiyan halkı kilisenin
suistimallerine karşı koruması etkili olmuştur.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Dinler Tarihi - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Dinler Tarihi   Dinler Tarihi - Sayfa 2 EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:46 am

Şintoizm

İki ana bölüm vardır. Birincisi, hepsi birbirine benzeyen 13 eski
mezheptir. İkincisi Şinto Eyaleti olarak bilinir ve en yüce ifadelerini
İmparatora tapmada ve Eyalet ile aileye sadakatte bulan sonraki
sentezlerdir Şinto'ya ("Ruhların Yolu" nu işaret eden Çin karakterleri
Şin ve Tao'dan alınmıştır) anavatanı Japonya'da Kamonomiçi denmektedir,
Kami çok Tanrı ya da doğa ruhları demektir.

Şinto türbeleri Japonya'da 100.000'in üzerindedir. Türbelerde hiçbir
resme tapılmaz; Kamilerin orada olduğu farz edilir. Sunak üzerine günlük
olarak taze yiyecekler, su, tütsü vb. şeyler konur. Tüm evrenin
kutsallığında içsel bir inanç vardır ve insan bu kutsallıkla uyum içinde
olabilir. İnsanın, gizli tanrısal yapısını gizleyen "tozu"
kaldırabileceği saflaşmaya ve doğruluğa önem verir. Bu sayede Kamilerin
kılavuzluğunu ve rahmetini elde edebilecektir.

Şintoistin anavatanına yönelik hararetli sevgisi, Japon halkının kendi
ülkelerine olan bağlılığında ifadesini bulmaktadır. Şintoizm yaklaşık
2500-3000 yıl önce ortaya çıktı. 13 eski mezhebin her birinin kendi
kurucusu vardır. Kutsal metinleri, Japonya Kayıtları Kokiji (Eski
Olayların Kayıdı) Nikorg Yengişiki (Yengi döneminin Enstitüleri)'dir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Dinler Tarihi - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Dinler Tarihi   Dinler Tarihi - Sayfa 2 EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:46 am

Süryanilik

Antakya Süryani Kilisesi, ilk kurulduğu dönemlerde coğrafi konum
itibarıyla Doğu Kilisesi ve Batı Kilisesi olarak iki kola ayrılmıştır.
Pers Hükümdarlığı'nın sınırları içinde yaşayan Süryaniler Doğu
Kilisesi'ni; Roma İmparatorluğu'nda yaşayanlar ise Batı Kilisesi'ni
oluşturuyordu. Ancak bir birlik anlayışı içinde faaliyetlerini yürüten
Kilise'nin içinde iki nedenden dolayı anlaşmazlıklar çıktı.

Bu nedenlerden birincisi, Bizans'ın Doğu halkları üzerindeki baskı
uygulamaları ve kendi çıkarına yönelik olarak oynadığı politik
oyunlardır. İkincisi ise, kendisi de Süryani kökenli olan İstanbul
Patriği Nasturius'un genel kilise anlayışına ters düşen öğretisidir. Bu
iki neden Kilise'nin ikiye bölünmesine yol açtı. Bu anlaşmazlıkta
Nasturius'un görüşlerini benimseyen Süryaniler, tarihte "Nasturiler"
ismiyle anılmaya başlandı.

1445 yılında Nasturilik'ten kopan ve çeşitli nedenlerden dolayı Papalığa
bağlanan Kıbrıs Nasturi Metropoliti Timotheos ve onunla birlikte
hareket eden kalabalık kitle, Papa IV. Evgin tarafından "Keldani" adıyla
nitelenmiştir. Bu şekilde Nasturilik'ten kopup Katolik inancı
benimseyenlerden oluşan bu kilise, "Keldani Kilisesi" olarak
adlandırılmıştır. M.S. 451 yılında Süryaniler arasında bir başka bölünme
daha ortaya çıkmıştır. Bu tarihte politik, mezhepsel ve yerel
sürtüşmelerin artması nedeniyle toplanan Kadıköy Konsili, bu bölünmeye
neden olmuştur.

Bizans İmparatoru Markian'ın yapabileceği baskı ve zulüm
uygulamalarından korkup, atalarının iman ilkelerini önemsemeyen ve
Kadıköy Konsil'inin bu doğrultuda aldığı kararları benimseyen
Süryanilere "Malkoye Melkit" denilmiştir. Bu isim "Kralın Yandaşları"
anlamına gelmektedir. Bu topluluk günümüzde Rum Ortodoks adıyla
anılmaktadır.

Malkoye Melkit adı verilen bu topluluk içerisinde M.S. VII. Yüzyıl'da
bir bölünme daha yaşanmıştır. Lübnan'daki Mor Marun Manastırı rahipleri
Melkit Patriği Maksimus'un savunduğu dinsel teorik görüşle ters düştüler
ve "Maronit Patrikliği" adı verilen bağımsız bir patriklik kurdular. Bu
Patriklik 13.Yüzyıl'da Papalığa bağlandı. Diğer yandan Rum Ortodoks
(Melkit) Kilisesi bireylerinden bir bölümü başka bir anlaşmazlık
yüzünden Roma Papalık Kürsüsü'ne bağlandılar. Bu topluluk, 1724 yılında
"Rum Katolik" ismiyle, kendilerine ait bir Patriklik Merkezi kurdu.
Antakya Süryani Kilisesi, 18. Yüzyıl içerisinde bir bölünmeye daha sahne
oldu.

Episkopos Mihael Carve'nin önderliğini yaptığı bir grup Süryani,
Papalığa bağlandı ve "Süryani Katolik" ismi altında bir Patriklik
Merkezi kurdu. Bu arada 19. asırda Protestan misyonerlerinin Süryani
bireyler arasında yürüttüğü çalışmalar sonucunda bazı Süryanilerin
Protestanlığı benimsediği de görülmüştür.

Antakya Süryani Ortodoks Kilisesi'nin Patriklik Merkezleri

Süryani Patrikliğinin ilk merkezi Antakya'dır. Mor Petrus (Şemun)
tarafından M.S. 37- 43 yılları arasında kuruldu. 518 yılına kadar
Antakya'da kalan Patriklik merkezi daha sonra geçici olarak birçok
yerlere ve manastırlara taşındı. 969'da Patrik VII. Yuhanna zamanında
Malatya'ya yerleşti. 1058'de Özellikle Melkit (Krallığa mensup) Rum
Ortodoksların baskı ve saldırılarından dolayı Diyarbakır'a alındı.

1293 yılına kadar hem Diyarbakır hem de Deyrulzafaran manastırı merkez
olarak kullanıldı. 1293 yılında Patrik İğnatiyos Bin Vahip Döneminde
Patriklik merkezi sürekli ve resmen Deyrulzafaran'da kaldı. 1932 yılında
Humus Metropoliti Efrem Barsavm Patrik olunca Suriye'nin Humus şehrine
taşıdı. 1959'da Patrik İğnatıyos III. Yakup Patriklik merkezini
Suriye'nin başkenti Şam'a aldı. Bugün Antakya Süryani Ortodoks
Kilisesinin Patriklik merkezi hala Şam'dadır.

Süryani Ortodoks Kilisesi, Antakya kentinin; Roma İmparatorluğu'nun üç
büyük başkentinden biri olduğu dönemde kurulmuştur. Bu süreç Kudüs'ten
sonraki "elçisel dönem"e denk düşmektedir. Dönemin Antakya'sı,
Helenistik kültürün önde gelen merkezlerinden biri olma özelliğini
taşımaktadır.

Antakya, Hıristiyanlık döneminde de bu özelliğini sürdürerek, Süryani
Ortodoks Patrikliği'nin yönetim merkezi ve dinsel başkenti olmuştur.
Doğu'nun gerçek kilisesi olan Süryani Kilisesi; inanç ülküsü, dogma ve
liturya alanında verdiği dinsel-kültürel hizmetlerle etkin misyon
çalışmaları birleştirerek, Ortadoğu'dan Uzakdoğu'ya dek uzanan bir
coğrafyada yaşayan insanlara kadar inançlarını taşıma başarısına sahip
olmuştur. Paganlar arasındaki Hıristiyanlık inancının öncüsü olan
Kilise, aynı zamanda değişik etnik kökenlerden gelen insanları çatısı
altında barındırmayı başaran ilk Hıristiyan kilisesidir.

İsa yeryüzünde iken, yaydığı yeni öğretiler sonucunda Mor Yakup'un
başkanlığında Hıristiyanlık inancına sahip ilk düzenli topluluğun
oluşumu söz konusudur. Ancak bu topluluk, tinsel anlamda gerçek bir
kilise olma niteliğini ve yetkinliğini Hıristiyan inancına göre Kutsal
Ruh'un inişiyle birlikte kazanmıştır. Bunun sonucunda ortaya çıkan Kudüs
Kilisesi, yapısı içinde sadece Yahudi kökenli Hıristiyanları
barındırmaktaydı. Kudüs Kilisesi Mesih'in ilk kilisesi olması nedeniyle
kilise babaları tarafından bu dönemde "Ana Kilise" adıyla
tanımlanmıştır. İlerleyen süreç içerisinde İsa'nın yeni topluluğu,
Yahudi kökenlilerin uyguladıkları baskı ve kovuşturma politikalarına
maruz kalmıştır.

Kudüs'teki topluluk, bu baskı uygulamaları ve M.S. 34 yılında Diyakos
Estefanos'un şehit edilme olayı sonucunda dağılmak mecburiyetine
düşmüştür. Bu nedenlerden dolayı dağılan topluluğun bir bölümü Antakya
şehrine giderek, burada yaşayan ve putperest Süryaniler ile Yahudilerden
oluşan yerli halkın gönlüne, Hıristiyanlık inancının ilk tohumlarını
ekmeyi başarmıştır. Böylece Süryani ve Yahudilerden oluşan ilk çekirdek
topluluk Antakya'da kurulmuştur.

Kudüs Kilisesi, Antakya'da faaliyet gösteren böyle bir topluluktan
haberdar olur olmaz, yetmişli müjdecilerden Aziz Barnaba'yı Antakya'ya
göndermiştir. Aziz Barnaba'nın burada yürüttüğü etkili ve yoğun
çalışmalarına, daha sonraları Mor Pavlus'un bir yıl süren özverili
katılımının da eklenmesi sonucunda Antakya Kilisesi'nin etrafında
toplanan insanların sayısı bir hayli çoğalmıştır. Bu yoğun ve etkili
çalışmaların sonucunda günden güne güçlenen ve sayıları artan
Antakya'daki topluluk tarafından; "Hıristiyan" ismi ilk kez belirtici
bir özellik olarak kullanılmaya başlanmıştır.

Antakya şehri, sosyal, kültürel ve dinsel etmenler dolayısıyla, farklı
tarihlerde birçok müjdecinin uğrak yeri olmuştur. Kentteki dinsel
etkinliklerin hızlanmasının ve Kilise bireylerinin sayısının hızla
artmasının çeşitli nedenleri vardır. Bu nedenlerden başlıcaları; şehrin
yerlilerinin Yahudi baskısından uzakta ve Roma İmparatorluğu'nun
vatandaşı olmaları, daha da önemlisi misyon faaliyetlerinin dili olarak
Süryanice'nin kullanılmasıdır.

M.S. 37 yılında Mesih'i müjdelemek amacıyla Antakya'ya gelen ve burada
bulunduğu süre içinde kentteki topluluğun programlı ve düzenli
etkenliklerine şahit olan "Onikiler"den Mor Petrus ( Şemun ), Hıristiyan
dünyasının üç büyük kürsüsünden ilki olan "Antakya Elçisel Kürsüsü"nü
M.S.37-43 yılları arasında burada kurmuştur. Antakya Kilisesi bu
şekilde, "Ana Kilise" olarak adlandırılan Kudüs Kilisesi'nden sonra
kurulan ilk Hıristiyan kilisesi olmuştur.

Nitelik ve yapısı itibarıyla bakıldığında Yahudi kökenli ve putperest
kökenli (Süryani) Hıristiyanları çatısı altında birleştiren ilk "Ana
Kilise" olan Antakya Kilisesi, yönetimsel açıdan da Doğu
Hıristiyanlığı'nın merkezi haline gelmiştir. Tarihsel süreç içinde,
Yahudi kökenli Hıristiyanlar ile putperest kökenli Hıristiyanlar
arasında bazı görüş farklılıklarının ve anlaşmazlıkların belirdiği
görülmektedir. Bu anlaşmazlıkların temelinde Yahudi kökenli
Hıristiyanların, putperest kökenli birinin Vaftiz olabilmesine ilişkin
görüşleri yatmaktaydı.

Onlara göre, putperest birisinin Vaftiz olabilmesi için Musa Yasası'nı
tamamlaması; yani sünnet olması gerekiyordu. Bu meseleden kaynaklanan
sürtüşmelerin ve anlaşmazlıkların son bulması amacıyla M.S. 51 yılında
Kudüs'te Hıristiyan dünyasının ilk "Konsil"i toplandı. Bu Konsil'in
toplanabilmesi için Aziz Barnaba ve Pavlus özel bir çaba ve emek
sarfettiler.

Elçi Mor Yakup'un başkanlığında bir araya gelen Konsil, putperest
kökenlilerin vaftiz olabilmeleri için sünnet olmalarının şart olmadığına
yönelik karar almıştır. Bu karar putperest kökenli Hıristiyanların Musa
töresinden kurtulmalarını sağlamıştır. Konsilde bunun yanı sıra Antakya
Kilisesi'nin güçlendirilmesine ilişkin bir takım kararlar daha
alınmıştır. Bu kararlardan en önemlileri Mor Pavlus ve Aziz Barnaba'yla
birlikte Yahuda ve Silasi'nin da Antakya'ya yollanması, Putperest
kökenli olanlara yönelik olarak kendilerinin de putperest iken
alıştıkları put kurbanlarından, kandan, boğulmuş olandan ve zinadan
şiddetle kaçınmalarıdır.

Antakya Kilisesi "Ana Kilise" unvanına sahip olduktan sonra İsa'nın
ismini yaymaya yönelik bütün misyon çalışmaları bu merkez tarafından
yönetilmeye ve yürütülmeye başlandı. Bundan dolayı Mor Petrus misyon
çalışmalarına başka yerlerde devam etmek üzere Antakya'dan ayrıldı.
Ayrılışı sırasında Mor Pavlus'un da yardımı ile Mor Afudius'u putperest
kökenli Hıristiyanlara; Mor İğnatius Nurani'yi de Yahudi kökenli
Hıristiyanlara dinsel yönetici -Episkopos- olarak atadı. Ancak Mor
Afudius M.S. 68 yılında Roma İmparatoru Neron tarafından öldürüldü. Bu
olay neticesinde her iki kökenden gelen Hıristiyanlar, Kutsal Ruh'un
bağıyla Mor İğnatius Nurani'nin başkanlığında birleşti. Bu birleşme, o
tarihten itibaren Antakya Kilisesi'nin "Genel Kilise" unvanını almasına
vesile oldu.

Mor İğnatius Nurani'nin başkanlık yaptığı dönemde özellikle Suriye,
Lübnan ve Anadolu topraklarında yürütülen misyon çalışmaları bir ivme
kazanmış ve kısa sürede bu coğrafyada Hıristiyan bireylerin sayısı gözle
görülür bir biçimde artmıştır. Ancak Kilise'nin bu derece güçlenmesi
Roma İmparatoru'nun kaygılarını artırdığı için dönem dönem çalışmalarda
aksaklıklar ortaya çıkmıştır. Yine de Antakya Kilisesi uygun zemin
bulduğu sürece İncil'in yaşam verici öğretilerini yaymayı amaçlayan
misyon çalışmalarını devam ettirmiştir. Tüm bu süreç boyunca yürütülen
sistemli ve bilinçli çalışmalar, Antakya Kilisesi'nin Genel Başkanı Mor
İğnatius Nurani'nin bölgedeki en büyük dinsel lider olmasını ve
hakimiyeti eline geçirmesini sağlamıştır. Bu andan itibaren İğnatius
Nurani'nin "Suriye Episkoposu" unvanını kullanmaya başladığı
görülmektedir.

Aynı dönemde Sur, Sayda, Kayseri, Beyrut, Cubeyil, Efes, Kapadokya,
Bergama, Sardiş ve Leodikiya şehirlerinin her biri 2. Yüzyılın
sonlarında "Episkoposluk" statüsünü kazanmışlardır. Tüm bu merkezler
M.S. 5. Yüzyıla kadar yönetim açısından Antakya Süryani Kilisesi'ne
bağlıydılar. Bu gelişmelerin paralelinde dönemin dikkat çeken diğer
özelliği de Mezopotamya'da yürütülen misyon çalışmalarının kaydettiği
aşamadır. Bu bölgede henüz 3.yüzyılın ilk çeyreğinde; yani yaklaşık 200
yıl gibi kısa bir sürede tam yirmi Episkoposluk Merkezi kurulduğu
görülmektedir. Bu merkezlerin en önemlileri, Bethzabday (İdil), Hilvan,
Sincap, Katar, Kerkük, Keşker, Basra, Erbil, Urhoy (Urfa), Amid
(Diyarbakır), Nsibin (Nusaybin) ve Bethgarmay'dır.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Dinler Tarihi - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Dinler Tarihi   Dinler Tarihi - Sayfa 2 EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:47 am

Taoculuk

Taoculuk, Çin kökenli başlıca iki dinsel felsefi sistemden biridir.
Konfiçyüsilikle birlikte 2000 yıldan fazla Çin'de yaşamın her alanını
biçimlendirmiş, Çin kültürünün ulaştığı Kore, Japonya ve Vietnam gibi
başka Asya ülkelerinde de etkileri görülmüştür.

Resmi, pragmatik Konfiçyüsçü gelenekten farklı olarak doğaya uygun
davranışı, kendiliğindenliği, mistik ve metafizik yaşantıyı, yönetimde
müdahaleden kaçınmayı ve toplumsal yaşamda ilkelliği savunan bir düşünce
ve inanç sistemidir. Çin toplumunda Konfiçyüsçülüğün dengeleyecisi ve
tamamlayıcısıdır.

Çin geleneğinin bütünü içinde Konfiçyüsçülük, bir ahlaki ve siyasal
sistemin yaratılmasıyla, Taoculuk ise daha kişisel ve metafizik
konularla ilgilidir. Çin felsefesinin temel özelliklerinden olan insanla
evren arasındaki karşılıklılık, Taoculuk'ta çok önemli bir yer tutar.
İnsan küçük bir evrendir ve bedeninde evrenin düzenini yaratır; insanı
anlayan evrenin yapısını da anlar.

Dinsel Taoculuk'ta insan bedeninin Taoculuk'ta insan bedeninin evrendeki
bütün tanrıları barındırdığına, tanrısal öğretmenini Çin'in kutsal
dağlarında arayan Taocu üstadın, sonunda onu kendi kafasındaki
'saraylar'da bulunduğuna inananılır. İnsanoğluyla doğal düzenin birliği
inancı, açıklanamayan büyülü bir duygudan kaynaklanır; bu birliği
kavramanın yolu da meditasyondur. Dinsel Taoculuk'ta ölümsüzlüğe ulaşmak
için meditasyonun yanı sıra yiyecek sınırlamalarına, nefes kontroluna,
cinsel disipline, simya ve tılsımlara da başvurulur.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Dinler Tarihi - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Dinler Tarihi   Dinler Tarihi - Sayfa 2 EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:47 am

Teizm

Bu anlayışa göre Tanrı yaratıcıdır, oluşun kaynağı ve koruyucusudur.
Tanrı güç, gerçeklik ve değer bakımından en yüksek varlıktır. Ezeli ve
ebedi olan salt akıl ve iyilik olan yüce bir iradedir. Teistler
Tanrı'nın varlığını bazı kanıtlarla temellendirmeye çalışmışlardır.

Ontolojik Kanıt

Tanrı kavramından Tanrı'nın varlığını çıkartmaktır. Bu kanıtlama,
Ortaçağ'da St. Anselmus ve Yeniçağ'da Descartes tarafından
geliştirilmiştir.

Hudus (Varlığın ortaya çıkması) Kanıtı

Sonradan meydana gelen her şey, mantıken onu meydana getiren bir varlığa
muhtaçtır. Evren de zaman içinde sonradan meydana geldiğine göre, onu
meydana getiren varlık Tanrı'dır. Bu kanıt, ilk olarak İslâm
Felsefesi'nde kelamcılar (kelam, İslâm Felsefesi'nde Tanrı'nın varlığını
ve birliğini akıl ve mantık yoluyla kanıtlamak isteyen görüştür.)
kullanmıştır.

Erdem Kanıtı

Bu kanıtı St. Thomas kullanmıştır. Bu kanıtlamaya göre, Evren'de var
olanların bir mükemmellik sıralaması vardır. Bu sıralamanın en üst
katında bulunan, her şeyin en mükemmeli olan Tanrı'dır.

Ahlâki Kanıt

İnsan iyilik yapmaya, kötülüklerden kaçınmaya eğilimlidir. Bu bir ahlâk
yasasıdır. Bu yasa öğrenilmemiştir; özümüzde, vicdanımızda hazır olarak
bulunur. Bunu insana kazandıran Tanrı'dır.

Teistler, Tanrı'nın varlığını nedensel olarak kanıtlamak isterler. Her
bir şeyin bir nedeni vardır. Her bir neden, başka bir nedenin sonucudur.
Bu nedensellik zincirini sonsuza kadar götürmek, insan aklı için mümkün
olmadığından, kendisi sonuç olmayan nedende durulur. İşte, teizme göre
ilk neden Tanrı'dır.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Dinler Tarihi - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Dinler Tarihi   Dinler Tarihi - Sayfa 2 EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:49 am

Türkler ve İslamiyet

IX. asrın ortalarından itibaren gelişen askeri, ticari ve dini
münasebetler neticesinde Türkler büyük gruplar halinde birbiri
arkasından Müslüman olmaya başladılar. IX. asrın ikinci yarısında
Samanilerin hakimiyetine geçmiş olan şehirlerin (Talas, İsficab)
halkının çoğunluğunun Müslüman olduğunu söyleyebiliriz. Ancak büyük
rakamlara ulaşan din değiştirmeler X. asırda başlamıştır.

Nasr b. Ahmed'in Talas seferi ve İsficab beglerinin faaliyetleri sonunda
Balasagun'un batısındaki Ordu şehrinde oturan Türkmen meliki İslam'ı
kabul etmiş ve İsficab beylerine vergi vermeye başlamıştır. Türk boyları
arasında kalabalık bir grup halinde Müslümanlığı ilk kabul edenler,
Balasagun ile Talas'ın doğusundaki Mirki kasabasında oturan Türkmenler
olmuştur.

Türklerin İslamı Kabul Sebepleri

Türkler Müslümanlıktan başka diğer dinlere de zaman girmişlerdir. Fakat
Musevilik, Hıristiyanlık ve Budizm gibi dinler çok az sayıda taraftar
bulmuşlardır. Hatta bu dinlerin yayılmasına karşı sert tepkiler bile
olmuştur. Buna karşılık İslamiyeti kabullerinde böyle bir durumda
karşılaşmıyoruz.

xII. asırda yaşamış din adamı ve tarihçi Süryani Mihail (ölm.1199) şu
bilgiyi vermektedir "Türk Milleti tek tanrıya inanmakta idi. Arapların
da tek Allah'a inanmaları Türklerin islam dinini kabul etmelerine sebep
olmuştur." Süryani Mihail'in bu tesbiti bir gerçeği ortaya koymaktadır.

Türklerin M.Ö. III. asırdan itibaren her şeye kadir olan ebedi
Gök-Tanrıya inandıkları tarihi hakikat olarak ortaya çıkmıştır. Bu
sebeple kendi "Tanrı" anlayışlarına ters düşmeyen İslamın Allah'ını
kolaylıkla kabul etmişlerdir. Diğer tarafdan İslamın cihat mefkuresi ile
Türklerin savaşçılık ruhu ve dünyaya hakim olma idealleri birbirini
tamamlıyordu. Cihadın faziletleri ve mücahitlere ahirette vaat edilen
mükafatlarda, Türkler, kendi ideallerini bulmuş oluyorlardı. Esasen
kendi inançlarında öldürdükleri düşman nisbetinde öteki dünyada
mükafatın vaad edilmiş olması yeni dini kabulde teşvik edici bir sebep
olmuştur.

Hz. Muhammed'in Türkler hakkındaki hadisleri, Türkler arasında İslam
peygamberine karşı bir sempati ve yakınlığın doğmasına sebep olmuştur.
Keramet sahibi olan ve gaipden haber veren Kamlar ile İslamın Evliya ve
mürşitleri birbirlerinin yerine geçerken daha doğrusu birbirleri ile
kaynaşırken meydana gelen değişiklik pek farkedilmiyordu.

Türk töresi ile İslam'ın ortaya koyduğu nizam arasında bilhassa ahlaki
meselelerde büyük benzerlik dikkati çekmektedir. Bu hususlar Türklerin
inanç ve ideallerine uygun gelen ve zamanın en mükemmel bir dinine ve
medeniyetine neden ve nasıl girmiş olduklarını ortaya koymaktadır.

Müslümanlığın Türkler Üzerindeki Etkileri

Türkler'in Müslümanlığı kabulü bu milletin kaderi üzerinde de son derece
önemli bir yer işgal geder. Yeni bir din veya medeniyetin kabulü,
cemiyette inanış, düşünüş ve yaşayış gibi çeşitli bakımlardan meydana
getirdiği değişiklik ve gelişmeler dolayısıyla bir milletin tarihinde en
önemli bir hadise olma özelliğini daima korumaktadır. Böyle bir
değişiklikle milletlerin varlıklarını koruduğu, yeni bir iman ve hızla
ileri bir seviyeye eriştiği veya bunun tam aksine milli bünyelerinin
sarsıldığının, hatta milli benliklerini kaybettiklerinin örneklerine
tarihte sık sık rastlanmaktadır. Din değiştirmenin bir milletin
hayatında meydana getirdiği değişikliklerin Türk tarihinde açık olarak
görebiliriz.

Türkler Müslüman olmadan önce gerek Türkistan'da ve gerekse yayıldıkları
ülkelerde Budizm, Maniheizm, Musevilik, ve Hıristiyanlık gibi dinleri
kabul etmişlerdir. Ancak bu dinleri kabul kısmen olmuş ve büyük Türk
kitlesi kendi Gök-Tanrı dinlerine bağlı kalmışlardır. Türklerin kısmen
de olsa kabul ettikleri bu dinlerin ortaya koyduğu nizam, onların töre
ve yaşayışlarına uymadığı için, kısa zamanda onların milli benliklerini
kaybetmelerine sebep olmuştur.

Gök Türk Hakanı Bilge Kağan, vezir'i Tonyukuk'tan bir Budist mabedinin
yapılmasını istediği zaman bu Bilge vezirin ona verdiği "Savaşı ve
hayvan etini yemeği yasaklayan ve miskinlik telkin eden bu dinin kabulu
Türkler için felaket olur" cevabı bu husustaki ileri görüşünü ve
endişesini bütün açıklığıyla ortaya koymaktadır.

İslamiyetin kabulü Türklere yeni bir ruh ve kuvvet vermiş, Asya
steplerinden Avrupa içlerine kadar uzanan sahalarda büyük ve uzun ömürlü
devletlerin kurulmasında başlıca sebep olmuştur. Bunlardan daha
önemlisi İslam dininin ortaya koyduğu nizam ile Türk töre ve yaşayışı
birbirine uyduğu ve birbirini tamamladığı için Türkler milli
varlıklarını devam ettirmişlerdir.

İslam dinini kabul eden Türk boylarından hiçbirisi, diğer dinleri kabul
eden Macarlar, Bulgarlar, Hazarlar ve Peçenekler gibi milli varlıklarını
kaybetmemişlerdir. Diğer bir ifade ile dünyanın çeşitli ülkelerine
dağılmış olan Türk Milleti varlığını İslam dini sayesinde
koruyabilmiştir. İslamiyetin bu müsbet tesiri, devlet idaresinden sanata
kadar toplum alanının her alanında kendisini göstermiş, ilham kaynağı
olmuş ve ölümsüz eserlerin meydana gelmesini sağlamıştır.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Dinler Tarihi - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Dinler Tarihi   Dinler Tarihi - Sayfa 2 EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:49 am

Vaftiz
Hıristiyanlığa göre, kişinin İsa'nın dinine katılmasının hukuksal ve
kutsal simgesi olan vaftiz "vaftiz töreni" adı verilen özel bir törenle
gerçekleştirilir. Sözcük Yunanca "Baptisis" sözcüğünden türetilmiştir.

Hıristiyan doğuş günlerinde, İsa'nın ortaya çıkışından öncede varolduğu,
İncil'de adı Vaftizci Yahya olarak geçen Aziz Yahya'nın
yüceltilmesinden, "Doğrusu size derim: Kadınlardan doğanlar arasında:
Vaftizci Yahya'dan daha büyüğü çıkmamıştır; fakat göklerin
egemenliğinden daha küçük olan ondan daha büyüktür. Vaftizci Yahya'nın
günlerinden Şimdiye kadar göklerin egemenliği zorlanıyor" (Matta, Bap
11,11:12). "Zira Vaftizci Yahya, ekmek yemeyerek ve su içmeyerek
gelmiştir" (Luka,Bap 7,33), İsa'yı vaftiz ettiğinin anlatılmasından
anlaşılmaktadır.

Ama Hıristiyanlıkta vaftiz ilk günahın açmış olduğu kirlilikten
temizlenme anlamında, daha önceki din ve gelenekler arasındaki arınma
törenlerine benzemekle birlikte, yeni bir varlık yaratması, İsa'nın
kilisesine (topluluğuna) katılmasının simgesi olması bakımından onlardan
ayrılır. Müslümanların uyguladığı gusül (boy abdesti) aslında bir suya
daldırma geleneğidir. Sabiilikte bu; doğum sonrası çocuklara da
uygulanır. Yani yeni doğan çocuk suya daldırılır. Bu bir "vaftiz" dir ve
bilindiği gibi Hıristiyanlıkta da vardır. Hıristiyanlıkta vaftiz
işleminin anlamı, önemi mezheplere göre değişir. Her mezhep vaftizi
kendi inanç ölçülerine göre yorumlar.

KATOLİKLİKTE VAFTİZ

Bu mezhebe göre vaftiz, İsa'nın kurduğu bir arınma törenidir. Vaftiz
işlemi su ve şarap dökülerek gerçekleştirilir. Kişi yalnızca
"Baba-Oğul-Kutsal Ruh" adına vaftiz edildiğinden, tören sırasında,
vaftizci "ben seni baba-oğul-kutsal ruh adına vaftiz ediyorum" diyerek
işlemine başlar. Vaftiz edilen kişinin başına dökülen su ruh
arınmışlığını, parlaklığının simgesidir. Tören sırasında İncil'den
ilgili bölümler okunur.

ORTODOKSLUKTA VAFTİZ

Ortodokslukta vaftiz, vaftizci tarafından "bu kişi Baba-Oğul-Kutsal Ruh
adına vaftiz edildi" denmesiyle gerçekleştirilir. Vaftiz edilenin önce
bütünüyle suya sokulmasıyla, sonra bedeninin bir bölümünün suya
sokulmasıyla bitirilir. Vaftiz edilenin üstüne su serpmekle uygulanan
vaftiz işlemide geçerlidir.

PROTESTANLIKTA VAFTİZ

Protestanlıkta vaftiz suyla serpme yada başa dökme yoluyla uygulanır.
Ancak vaftiz konusunda, Protestan mezhepleri arasında görüş ayrılıkları
vardır.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Dinler Tarihi - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Dinler Tarihi   Dinler Tarihi - Sayfa 2 EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:49 am

Yezidilik


Yezîdilik, Hâricîliğin İbâziyye Mezhebinden türeyen ve zamanla ayrı bir
din sayılan koludur. Şeytana tapmakla suçlanan, gerçekte varlığın
birliği inancına sahip olan bütün tasavvuf tarikatları gibi her şeyi bu
arada Şeytan'ı da tanrı sayan bir inançtır.

Melek Tâvus dedikleri Şeytan, Yezîdiliğe göre, Tanrı'nın celâl
(kızgınlık) niteliğinin varlaşmasıdır. Yezîdilerin asılları Kürtçe olan
Kitab'ül- Cilve ve Mushaf-a Reş adlı iki kutsal kitabı var. Kitab'ül-
Cilve'nin, kurucu Yezîd'in, geleceğini haber verdiği yeni peygamber Şeyh
Adî 'ye (XII. yy.) Melek Tâvus tarafından vahiy edildiğine inanırlar.
Mushaf-a Reş ise Şeyh Hasan bin Adî tarafından yazılmıştır. Kurucusu
Şeyh Adî'dir. Kutsal metinleri ise Kitab'ül- Cilve ve Mushaf-a Reş'dir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Dinler Tarihi - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Dinler Tarihi   Dinler Tarihi - Sayfa 2 EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:49 am

Zerdüştlük

Zerdüşt ahlakçılığının temelini iki ilke oluşturur; Hayatın devamı ve
kötülüğe karşı mücadele. Hayatı devam ettirmek için insan, toprağı
işlemeli, hayvan yetiştirmeli, evlenmeli ve çocuk sahibi olmalıdır.
İnzivaya çekilmek ve bekârlık kınanmaktadır. Saflık ve kirlilikten
(ölüm, cinler vb.) kaçınmak değerli sayılır. Kötülükle savaşmak için
insanlar kötülüğün güçlerine ve onun yanında olan insanlara karşı
gelmelidir. Zerdüştlük iki zıt gücün evrensel yönetimini tanırken, tek
tanrıcılığı vurgular.

İyiliğin güçlerini Ahura Mazda (Aklın Efendisi) yönetir, kötülüğün
güçlerini ise Agna Mainyu (Ahriman ="Kötü Ruh"). Her rakibin de
kendisine ait savaşçıları vardır. Bir tarafta melekler ve baş melekler,
diğer tarafta da cinlerle şeytanlar. Kıyamet Günü'nde iyi galip gelecek,
kötüleri cezalandırmak, iyileri dünya üzerindeki cenete yerleştirmek
için Sayaşant adıyla bir Kurtarıcı (Mesih) ortaya çıkacaktır.

Bu dinin önemli bir özelliği, her evde sürekli bir şekilde yanan kutsal
ateştir. Ateş, güneşin kendisini sembolleştiren tek tapınma simgesidir
ve en yüce temizleyici olarak görülür.Zerdüştlük, 2600 yıl önce
Mezopotamya'da ortaya çıkmıştır.Kurucusu, Spenta Zarathustra
(Zerdüşt)'dır. Kutsal metinleri, Zend Avesta ve Vendidat'tır.

Ölüm ve Sonrası

Aryan mitolojisini incelerken, hemen nihai büyük hesaplaşmaya geçemeyiz.
Bu mitolojide büyük hesaplaşmadan önce ferdi hesaplaşma durağı vardır.
Birey olarak insanın, bilinen hayat sürecinin sona ermesi. Diğer bir
deyimle insanın ölümü ile başlayan ferdi hesaplaşma süreci, Aryan
mitolojisinde değişik zaman dilimlerinde değişik şekillerde
yorumlanmıştır.

Aryanlar'da ölüm son değildir. Buna göre insanlar öldüklerinde,
ruhlarının yeraltı ülkesine doğru "seyahatı" başlar. Gitmek durumundaki
bu ülke, "ölümlü ilk insan" olan Yima'nın yönettiği yeraltı krallığıdır.
Fakat ruhların bu krallığa seyahati hemen başlamadığı gibi kolay da
değildir. İnsanın ruhu (urvan-avdenak. Urvan teni şekillendiren, onun
belli bir şekle girmesini sağlayan ruhsal öğedir) ayrıştığı cesedin
başından, üç gün boyunca ayrılmaz.

Bu üç günlük süre ölünün aşağıya doğru seyahatinde hayati öneme
sahiptir. Çünkü bu süre boyunca şeytani güçler tetikte beklemektedir. Bu
savunmasız ruha saldırmak için fırsat kollamaktadır. Bunu önlemek için
bütün iş, ölünün geride kalan yakınlarına düşmektedir. Onlar bu süre
boyunca mezarı başında ağlaşır, dua ederler.

Üç gün boyunca oruç tutarlar. Kurban keserler. Bu kurbanı kutsal ateşe
sundukları törenler eşliğinde kutsarlar. Din adamı bu süre boyunca
ölünün başında dualar okur, sunulan gıdaların tümünü eti kutsadığı gibi
kutsardı. Aryanlar ayrıca ölülerine bu süre boyunca, temsili olarak
yiyecek sağladığı gibi onların mezarları başına giyim eşyası elbise
taşımayı da ihmal etmezlerdi. Böylece kendilerine bağımlı olan ölülerini
hem beslemiş hem de giydirmiş olurlardı. Ölüler sonradan başlamış olan
yolculuğu için güçlenmiş olurlardı. Üçüncü günün sonunda ölü artık
yalnız olarak çıkacağı seyahate hazır sayılırdı.

Kimbilir belki de ölünün kendisinden önce giden yakınları onun yolunu
beklemeye ve kucaklamaya hazırdır yeraltı krallığında. Ama kucaklamak
için aceleye gerek yok. Daha kat edecek çok yol var.Yer altından uzunca
bir kanal karanlık. İlk dönemeç, ilk tehlike bir yer altı nehri. Bu
karanlık nehri geçmek için ya bir su taşıtı veya geçit vasıtası ile
geçilir.

Zerdüşt bunu daha da mükemmelleştirmiş. Bir köprü "Çinvato pereto".
Köprünün sağında solunda birer yırtıcı köpek. Geç de geçesin. Bu güçlü
ve tehlike karşısında ölünün yapacağı hiçbir şey yok. Görev dünyada
kalan yakınlarına bilhassa büyük oğula düşmektedir. Dua edecek her gün
bir kap yemek pişirip yoksullara verecek. Bir din adamına dua ettirecek.
Yiyecek sunma üçüncü gününden otuzuncu gününe kadar devam edecek.
Otuzuncu gün bir kurban kesilip, yine dinsel bir tören düzenlenir.
Böylece ölü yer altı dünyasına daha da adepte olduğu varsayılır. Ama
onun hâlâ desteğe ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaç tereddütsüz yerine
getirilir. Bundan sonraki dönemde her ay onun ruhuna adanacak bir kurban
bu destek için yeterli sayılır. Aylık kurban kesimi bir yıl boyunca
sürdürülecektir.

Birinci yıldan sonra dünyevi gıdaya olan sembolik bağımlılığı daha da
azaldığına hükmolunur. Bundan sonra kurbanlar yılda bir kez kesilir. Bu
işlem otuz yıl devam ederdi.

Eski Aryanlardan Dersim Alevi Kürtlerine Kalan Miras

Yukarıdaki yazılı kaynağını Zerdüşt'ün gathalarından alan ve günümüze
kadar değişik biçimlerde ve değişik din ve inançların egemenliğine
nazaran değişik dinler adına günümüz Dersim'inde hâlâ yaşamaktadır.
Şöyle ki, Dersim Alevilerinde yaşadığımız asırda, ölü gönderme geleneği.
Birinci gün kurban kesilir, dualar deyişler okunur. Sonrası islami
kurallara göre yıkanır. Yıkama işlemi de Zerdüştilerdeki gibidir. Ancak
Zerdüşt Mazda inancında ölünün başı kuzeye, ayaklara güneye, yüzü güneşe
dönük yıkanır ve defnedilir. Alevi geleneğine göre yön kıbledir.

Definden sonra, ikinci gün ölünün elbiseleri yıkanır, kişisel eşyaları
toplanır, hayır için fakirlere verilmek üzere hazırlanır. Üçüncü gün
kurban tığlanır. Yemek yapılıp gelen misafirlere yedirilir. Tarımsal
gıdalardan helva, kömbe yapılıp mezarı ziyaret edilir, lokma dağıtılır.

Üçüncü günden sonra, kırk günlük yas başlar. Kırk gün boyunca Kuran
okuyabilen bir hocaya her gün Kuran okutulur. Her akşam bir kap yemek
hazırlanıp bir yoksul aileye götürülür. Kırk gün dolduktan sonra, bir
kurban daha kesilir. Yemek yapılıp yedirilir. Kuran okutulur ve yas sona
erer. Ama işlem bitmez. Daha bir yıl Kuran okunur. Buna hatim diyoruz.
Bir yıl sonra bir kurban tığlanır. Mezarı ziyaret edilir. Üzerinde yasin
okunarak üç kez Allah, Muhammed ya Ali denilerek ilk kazma vurulur ve
mezarı yaptırılır. Bundan sonra da, her yıl sonbaharda ölü aşı diye bir
gelenekleri var Dersimlilerin. Göçen ölülerin ruhlarına kurban kesip
yemek çekme ve Kuran okutma. Bu işlem hemen hemen her yıl tekrarlanır
Dersim'in dindar ve hali vakti yerinde olanlarda.

Dikkat edilirse ruhun yer altı krallığına yolculuğunda, bir köprü önüne
çıkar (Cinvato-pıreto). Bu köprü, İslam inanışında "Sırat köprüsü"
olarak yerini alır. Ve müminleri o köprüden Cennet'e taşır.

Zerdüşt öğretisine ve Mazda inancına göre ilkel insan (Gayo Maretan)
Zerdüşti takvimine göre (Before Religion) dinden önce 6000 Milattan önce
6630 yıl önceye rastlar. Günümüze göre 8628 yıldır. Zerdüşt dini
İsa'dan 630 yıl öncedir.

Zerdüşt öğretisinde ve Mazda inancında Kelime-i şahadet Zerdüştiler'in
Fravarane (itikat) dedikleri ve bir nevi kendilerini tanıttıkları bir
temel dini cümleleri vardır: "Ben kendimi Mazda'nın tapıcısı ve
Zarahustra'nın takipçisi olarak açıklıyorum. Kötü güçlerin düşmanı iyi
güçlerin dostuyum. Ahüra Mazda'nın kurallarına bağlıyım."

İslamdaki Kelime-i şahadet de anlam bakımından aynıdır. Şöyleki; "Ben
Allah'ın birliğine, Muhammed'in onun kulu ve resulü olduğuna şahitlik
ederim." Görülüyor ki, birinde tanrı Ahura Mazda'dır. İkincisinde tanrı
Allah'tır. Birinde peygamber Zerdüşt'tür. İkincisinde peygamber Hz
Muhammed'dir. Kötü güçlerin düşmanı, iyilerin ise dostu.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Dinler Tarihi - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Dinler Tarihi   Dinler Tarihi - Sayfa 2 EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:50 am

Musevilik

Tanrı'nın İsrailoğulları'na Musa aracılığıyla bildirdiği din
kurallarının bütünü. Tektanrıcı büyük dinlerin en eskisi Musevîliktir.
Musevîlik Yahudi ulusunun geleneksel dinidir.

Yahova ve «On Emir»

İsrailoğulları Milattan 2 bin yıl önce Filistin'e yerleşmişlerdi. Birkaç
kabileye ayrıldılar. Bunlardan Yahuda kabilesi sonradan ülkenin
bütününü egemenliği altına aldı. Bu kabilenin adından türeyen Yahudilik
ve Yahudi sözcükleri, sonradan Musevîlik ve Musevi sözcükleriyle
karşılandı.

Musevîliğin kuralları Musa'nın ilkelerinden doğdu, ama İsrail halkıyla
birlikte gelişti. Bu imanın temeli tek Tanrı'dır. Bu Tanrı (Yahova [var
olan]) gözle görülmez, elle tutulmaz, her şeyden üstün, doğru ve
güçlüdür. Yeri ve göğü yaratan odur. Musevîlik ahlâkı ve kuralları «On
Emir»de özetlenmiştir.

kutsal metinler

Musevîliğin bütün ilkeleri iki eserde yer alır: Tora ve Talmud. Tora,
Kutsal Kitap'ın ilk beş kitabını (Pentatök) ve Sina Dağı'nda Musa'ya
açıklanan «On Emir»i (Dekalogos) içerir; bunların tamamı, Tanrı'nın
kullarıyla anlaşmasını içeren ve kutlayan bir dinsel yasa meydana
getirir. Her sinagog'da, yani Musevi tapınağında, Tora'nın iki sırığa
sarılmış bir parşömen üzerine el ile kopya edilmiş bir nüshası bulunur;
her ayinde haham (Musevi din adamı), sinagogdakilere bundan bölümler
okur.

Miladın III. ve IV. yy.larında kaleme alınan Talmud, Tora'nın, Musevî
topluluklarının hayat koşullarını belirlemeyi amaçlayan yorumlarının ve
açıklamalarının derlemesidir. Sözgelimi şabbat ilkesi Talmud'da geçer:
madem ki Tanrı dünyayı yarattıktan sonraki yedinci gün dinlenmiştir, o
halde İsrailliler de cumartesi günü hiç bir iş yapmamalıdır. Bunun gibi,
bazı beslenme kurallarına uymaları da gerekir: et, kaşer olmalı, yani
dinsel törelere göre hazırlanmalıdır (hayvanlar hahamın huzurunda
kesilir). Ve ekmek hamursuz olmalıdır, yani maya katılmadan
yapılmalıdır; domuz eti ve pulsuz balıkların eti yasaktır.

Hıristiyanlığın kökeni

Musevîlik, Hıristiyanlığın doğmasına yol açmış ve Hıristiyanlık, kutsal
kitaplarının büyük bölümünü (Eski Ahit) Musevîlikten almıştır. Ancak,
Hıristiyanların tersine, Museviler, İsa'yı Mesih (kurtarıcı) olarak
tanımazlar.

İbranî takvimi

Hıristiyan takviminin 1975 yılı İbranî takviminde 5735 yılıdır.
Musevilikte büyük bayramların tarihi İsrail takvimine göre hesaplanır.
En önemli bayram Yılbaşı Bayramı'dır (Roş Aşana), ardından on günlük
oruç gelir, Büyük Bağışlanma (Yom Kipur) günüyle son bulur. Paskalya,
Mısır'dan ayrılan ve Musa'nın yönetiminde Filistin'e ulaşan İbranilerin
kurtuluşunu kutlar.

sinagog

Genellikle Kudüs'e doğru yön verilmiş sinagog, ibadet için kurulmuş bir
yapıdır. Adı Yunanca «toplantı» anlamına gelen bir sözcükten alınmıştır.
Başlıca öğeleri Tora'nın saklandığı Kudas dolabı ve Bima denen bir
düzlükte bulunan masa veya kürsüdür. Haham, ayini bu masadan yönetir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Dinler Tarihi - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Dinler Tarihi   Dinler Tarihi - Sayfa 2 EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:50 am

İbrahim Peygamber

«Kur'an»da adı geçen 28 peygamberden biridir. İbrahim'in M.Ö. 1263
yıllarında yaşadığı söylenir. Yahudi, Hıristiyan veya Müslüman olsun,
Tanrı'ya inanan herkes için İbrahim, sadece bir efsane kahramanı değil,
dinî inançlar açısından, tektanrılı dinlerin ortak atasıdır.

Devrin hükümdarı Nemrut, falcıların bir sözüne uyarak, yeni doğan bütün
erkek çocukları öldürtüyordu. Bu yüzden anası Uşa, İbrahim'i bir
mağarada gizlice doğurdu. İbrahim Tanrı'nın «bir» olduğuna daha küçük
yaşlarda, bu mağarada inanmıştı. Sonra, mağaradan çıktı, halkın içine
karıştı. Babası Azer'in yaptığı tahta putları pazarda satardı, satarken
de «kendi yaptığınız ve hiç bir işinize yaramayan tahta putlar» diye
bağırırdı.

Yakmayan Ateş

Bir gün, mabetteki bütün putları kırdı. Onu cezalandırmak için büyük bir
ateşe attılar ama ateş, Tanrı'nın isteğiyle soğudu ve İbrahim'i
yakmadı. Bunun üzerine İbrahim, kendisine inanmayanları bırakarak
Mısır'a, sonra Filistin'e gitti. Önce Sara, ondan çocuğu olmadığı için
de daha sonra Hacer ile evlendi. Hacer'den İsmail adını verdiği bir oğlu
oldu. İsmail, bütün Müslümanların atası sayıldı. İsmail 13 yaşındayken,
Tanrı, İbrahim'e rüyasında, oğlunu bana kurban et, diye emretti.
İbrahim çok zor olan bu emri yerine getirirken, Tanrı'nın kendisini
denediği bildirildi ve bağışlandı.

İbrahim bunun üzerine Tanrı tarafından gönderilen bir koçu oğlu yerine
ona kurban etti, işte İslâm töresinde Kurban Bayramı'nın kökeni bu
olaydan gelmedir.

İbrahim'e oğlu İsmail ile birlikte, bütün inanmışların ibadet edeceği
bir mabet yapması emredildi. Bunun üzerine baba-oğul Kâbe'yi birlikte
yaptılar. Sonra İbrahim'in Sara'dan da bir oğlu oldu. Onun adım İshak
koydular, İshak da sonradan bütün Musevîlerin atası sayıldı. İbrahim,
Kur'an'da adı geçen ve kendisine «kitap» gönderilen peygamberlerden
biridir. Hiç bir puta tapmaması en güçlü özelliğidir.



İbrahim'in Fedakârlığı. Ghiberti'nin bu kabartmasında İbrahim'in oğlu
İshak'ı bir eşeğe bindirmiş, kurban edeceği yere doğru götürdüğü
görülüyor; son anda Tanrı'nın gönderdiği bir melek çocuğu kurban
edilmekten kurtaracaktır. Oysa Hıristiyanlardan farklı olarak İslâm
inancına göre, kurban edilmeğe götürülen oğul İshak değil İsmail'dir ve
onun yerine kurban edilmek üzere gökten bir koç indirilecektir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Dinler Tarihi - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Dinler Tarihi   Dinler Tarihi - Sayfa 2 EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:50 am

İsa Peygamber

Hıristiyanlığın kurucusu; daha önceki peygamberlerin, geleceğini haber
verdikleri İsa'ya, «Tanrı tarafından gönderilen» anlamına «Mesih» de
denir.

Hıristiyanlar tarafından Tanrı'nın oğlu sayılan İsa, kendisine
inanmayanların gözünde, herhangi bir Yahudi peygamberinden başka biri
değildir. Kim olursa olsun, İsa'nın, tarihin en dikkate değer
kişilerinden biri olduğuna kuşku yok; çünkü bildirisi, havarilerinin
yazdığı İncil'lerle insanlara ilettiği o sonsuz sevgi ve kardeşlik
bildirisi, insan düşüncesinin gelişmesini derinden etkileyecektir.

İsa, kendi adını taşıyan çağdan, yani Milattan birkaç yıl önce, o
sıralar Roma İmparatorluğu'na bağlı olan Filistin'in Beytülahm kentinde
doğdu. Anası Meryem'in ve Nâsıra'lı bir marangoz olan babalığı Yusuf'un
yanında geçirdiği sanılan gençliği hakkında fazla bir bilgi yok.

İsa, yirmi sekiz yaşına doğru, vaazlar vermek ve Tanrı saltanatının pek
yakında başlayacağını bildirmek üzere ailesinin yanından ayrıldı.
Böylece birkaç yıl havarileriyle birlikte Yahudiye'yi, Celile'yi,
Samariye'yi dolaştı. Ünü günden güne yayıldı ve onu Mesih olarak kabul
edenlerin sayısı hızla arttı.

Felâkete uğramışlara, zayıflara, hor görülenlere kucak açan İsa,
yoksulluğu ve alçakgönüllülüğü, Tanrı'nın ödüllendirdiği erdemler olarak
tanıtmakla çağının geleneksel inanışlarını altüst etti. İnsan sevgisine
ve Tanrı adaleti önünde herkesin eşitliğine dayanan böyle bir öğretinin
devrimci yönü, kısa sürede Yahudi ileri gelenleriyle din adamlarının
düşmanlığını uyandırdı ve bunlar İsa'dan kurtulmağa karar verdiler.

İsa'yı, on iki havarisinden biri olan Yahuda ele verdi. Havarileriyle
son bir yemek yiyen İsa, yemekten sonra onların ayaklarını yıkamış ve
«Bu benim vücudumdur» diyerek ekmeğini, «Bu benim kanmadır» diyerek
şarabım onlarla bölüşmüştü. Kudüs yakınında yakalandı, Yahudi
makamlarınca yargılandı ve «Tanrı'nın oğlu» olduğunu söylediği için
«kâfir» sayılarak mahkûm ve Roma valisi Pontus Pilatus'a teslim edildi.
Vali, İsa'nın kölelere uygulanan bir ceza ile, çarmıha gerilerek
öldürülmesi emrini verdi; elleri bağlı olarak Golgotha Tepesi'ne kadar
sırtında taşıdığı çarmıha gerilen İsa, orada öldü.

Hıristiyan inancına göre, ölümünden iki gün sonra bir mucizeyle dirilen
İsa, havarilerini kelâm'ını bütün dünyaya yaymakla görevlendirdikten
sonra göğe doğru yükselerek Tanrı'nın, Baha'sının yanına çıktı. İsa'nın
havarilere verdiği bu görev, bütün engellere rağmen, Hıristiyanlığın
yayılmasıyla gerçekleşmiş oldu.

Havariler

Isa, kendisine inananlar arasından, yanından hiç ayrılmayan on iki
kişiyi havari (yardımcı) seçti ve bunları İncil'i yaymakla
görevlendirdi, İsa'nın Petrus adını verdiği Yunus'un oğlu Simun, onun
kardeşi Andreas, Büyük Yakup ile Küçük Yakup, Yuhanna, Filipus,
Bartholomaeus, Matta, Tomas, Gaygur Simden, Yakup'un oğlu Yahuda ve hain
Yahuda İskariyot. Hepsi de işçi, balıkçı gibi yoksul kişilerdi.

İsa'yı tasvir eden bir freskten parça. 1123'te yapılan bu fresk, San
Clemente de Tahull Kilisesi'ni süslemekteydi. Katalonya Sanat Müzesi,
Barselona.

«Çobanların Tapınması», Hugo Van Der Goes'un tablosu, Uffizi Galerisi,
Floransa. İsa'nın İncil'de anlatılan hayat hikâyesi sayısız sanat
eserine konu olmuştur. En çok işlenen konular Bakire Meryem'e Tanrı'nın
çocuğunu doğuracağının haber verilmesi (Tebşir), İsa'nın doğuşu,
havarilerle yediği son yemek, tutuklanışından önce Zeytin Dağı'nda dua
edişi, Golgotha Tepesi'ne gidişi ve orada çarmıha gerilişi sahneleridir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Dinler Tarihi - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Dinler Tarihi   Dinler Tarihi - Sayfa 2 EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:50 am

Kutsal Kitap

Bir kısmı en az 30 yüzyıl önce yazılmış olan Kutsal Kitap, başlıca iki
bölümden oluşur. Hem Musevilerin, hem Hıristiyanların okuduğu birinci ve
uzun kısma Eski Ahit, İsa'nın doğuşuyla başlayan ve yalnız
Hıristiyanlarca okunan ikinci kısma Yeni Ahit denir.

Dünyanın Yaratılışı

Eski Ahit, dünyanın ve insanın yaratılışını, Âdem ile Havva'nın
hikâyesini anlatan Tekvin (oluş, yaratma) ile başlar. Bu kitap,
Tanrı'nın imgesi olarak yaratılan insanın yüceliği konusunda, hem
dramatik, hem hayali, gerçek bir derstir. Erkeğin eşi ve dengi olan
kadın, onunla birlikte, başka erkekler ve kadınlar doğurmakla
görevlendirilmiştir ve bunların torunları yeryüzünde gittikçe
çoğalacaktır. Bu insanlar arasından Tanrı, daha sonra İbrahim'den türeme
küçük bir topluluğu seçecektir: İbraniler.

Sayıları kırkı bulan öteki kitaplar ise, «Adanmış Ülke»ye (Filistin)
yerleşmeğe çalışan ve birçok sınamadan sonra amacına ulaşan bu ulusu
anlatır. İbranilerin başkanı önce Musa'dır; Musa onlara bir yaşam kuralı
verir, Tanrı'nın Sina Dağı'nda ona açıkladığı Yasa'yı bildirir.
Yerleştikten sonra, İbraniler kendi krallarını (Davut ve Süleyman gibi)
seçerler, bu krallar, Kutsal Kitap'ın en güzel şiir derlemelerinden
ikisini yazmışlardır: Mezmurlar ve Neşideler Neşidesi.

Yahudiler, birçok kötülüğe, sayısız savaşa ve uzun süre Babil'de sürgün
kalmalarına rağmen, ulusun yazgısına olan güvenlerini kaybetmezler.

Yeni Ahit'in başlangıcında, Nasıralı İsa doğduğu zaman Filistin
Romalıların işgalindedir. Hıristiyanlarca Tanrı'nın oğlu ve
peygamberlerin haber verdiği Mesih sayılan İsa'nın kısa ömrünün otuz
yılı, imparator Augustus ve Tiberius'un saltanat dönemine rastlar. Onun
alçakgönüllülük ve sevgi taşan sözleri, bütün İncil'e, havarilerin
işleri, mektuplar gibi (özellikle Paulus'unkiler), doğmakta olan
Hıristiyanlığa kesin yön veren yazılara esin kaynağı olmuştur.

Çok Çeşitli Bir Bütün

Kutsal Kitap, bir defada yazılmış bir eser değildir; yüzyıllar içinde,
değişik zamanlarda yazılmış çeşitli eserlerin bir derlemesidir. Eski
Ahit'e dahil kitapların çoğu İbranice yazılmış, sonradan bu dil yerini,
yavaş yavaş (Milattan önce VI. yy.da, Yahudilerin Babil'e sürülmesinden
başlayarak) tacirlerin ve memurların konuştuğu, ileride İsa'nın da
konuşacağı daha pratik bir dil olan Aramca'ya bırakmıştır. Yeni Ahit ise
Yunanca yazılmıştır.

Kutsal Kitap'ın hikâyeleri, orada anlatılan olaylarla çağdaş değildir.
Bu hikâyeler M.Ö. X. yy.dan başlayarak o zamanın kâğıdı olan papirüs
yaprakları üzerine yazıldı. Bunlar, kuşaklar boyunca, inananlarca
ağızdan ağıza aktarılıp gelen geleneksel hikâyelerin yazılışıdır.
Bunların özünü kavrayabilmek için, doğuluların bir olayı anlatırken çoğu
zaman imgelerden, karşılaştırmalardan ve mesellerden yararlandıklarım
bilmek gerekir. Yaşanmış bir tarihi, kesin bir coğrafyayı ve belirli bir
ulusun anlayışını yansıtmasına rağmen bu hikâyelerin gerçek dışı ve
olağanüstü görünmesinin nedeni budur.

Musevilerde Kutsal Kitap büyük bir saygı görür: onlara göre Tevrat,
Tanrı sözüdür; 3000 yıl önce, Yaradan ile halkı arasında varılan
anlaşmanın gözle görülen belirtisidir. Kutsal Kitap, insanlığın bir
kısmının din ve ahlâk eğitimine yüzyıllarca temel olmuştur: bütün batı
uygarlığı, bugün bile dünyanın en çok okunan kitabı olan İncil'in
ışığında açıklanabilir. Hayatın yarattığı sorunların çözümünü bu kitapta
bulanlar çoktur. Musevilere ve Hıristiyanlara göre Kutsal Kitap bütün
insanlığın malıdır.

Kutsal Kitap, 1,108 dil ve diyaleğe çevrilmiştir. Başlangıçta keşişler
tarafından, sabırla elde kopya edilip süslenirken, ilk defa Gütenberg
tarafından 1455 yılında Latince basılmıştır. İsa'nın yaşamını ve
öğretisini anlatmış olan dört yazara, İncil'ciler denir. Bunlar. Matta,
Markos, Luka ve Yuhanna'dır.



(Solda) Salvador Dali tarafından «Apokalipsis» için yapılmış, 210 kg
ağırlığında bronz cilt kapağı. Bir yayıma, dünyanın en değerli kitabını
yaratmak hevesine kapılmış ve bu amaçla, Fini, Fujita, Mathieu gibi
sanatçılara, Cocteau ve Jünger gibi yazarlara başvurmuştu. Resimdeki
kitap 4 yıl sonunda hazırlanabildi (1961).

(Ortada) Gütenberg'in bastığı ünlü Kutsal Kitap'tan bir sayfa.

(Sağda) XII. yy. eseri, elyazması bir Kutsal Kitap'ın yer alan ve
Dünya'nın yaratılışını tasvir eden resim.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Dinler Tarihi - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Dinler Tarihi   Dinler Tarihi - Sayfa 2 EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:51 am

Hac

Eski Yunanlılar yazgılarını öğrenmek için Apollon kâhinine başvurmak
üzere Delfi'ye (Delphoi veya Delphi) veya Asklepios'tan şifa dilemek
üzere Epidauros'a giderlerdi. Yahudiler yılda bir defa Kudüs'e,
Müslümanlar ise Kabe'yi ziyaret ve tavaf etmek üzere yaşadıkları süre
içinde en az bir defa Mekke'ye gitmek zorundadırlar.

İslâm'da Hac

Müslümanlıkta hac, dinin beş şartından biridir ve yalnız yılın belli
zamanında Kabe'ye yapılan ziyarete denir. Diğer kutsal yerlerin ziyaret
edilmesine hac denmez.

Hac günü Kurban Bayramı'na rastlayan 10 zilhiccedir. Bu töre Araplarda
İslâm'dan önce de vardı. Osmanlı devrinde hacca çok önem verilir,
padişah her yıl Kabe'ye yeni bir örtü gönderir, bunun için yapılan
törene «sürre alayı» denirdi. Müslümanlıkta hac, sadece hali vakti ve
sağlığı yerinde olanlar için zorunludur. Hacca gidip gelmiş olanlara
hacı denir.

Hıristiyan Hacılar

Hıristiyanlık zamanla haccı genişletmiş, Kudüs'ten başka birtakım
kiliseleri ve kutsal yerlerin ziyaret edilmesini de hac saymıştır.
Ortaçağ'da bazı Hıristiyan azizlerinin gömülü bulunduğu kilise ve
manastırlar bunlar arasındadır. Örneğin Fransa'da Lourdes ve Chartres
kentlerindeki kutsal yerleri her yıl milyonlarca hacı ziyaret eder.
Türkiye'de Efes (İzmir) yakınındaki Meryemana Evi de Hıristiyanlar için
önemli bir hac yeridir.



(Solda) Mekke'de dua eden bir Müslüman. İslâm'da hac ziyareti,
ayrıntıları belirlenmiş bir program uyarınca yerine getirilir.

(Sağda) Ürdün Irmağı'nda yıkanan Hıristiyan hacılar. Ortaçağ'da
Filistin'e pek çok Hıristiyan hacı giderdi.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Dinler Tarihi - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Dinler Tarihi   Dinler Tarihi - Sayfa 2 EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:51 am

Hacı Bektaş

Türk mutasavvıfıdır (1210-1271). Bektaşî tarikatının kurucusu olan Hacı
Bektaş Veli, Doğu İran'da Horasan bölgesindeki Nişapur kentinde doğdu.
Horasan'dan Sivas'a geldi, sonra Amasya'ya giderek Baba İshak'a mürit ve
halife oldu. Bir süre Kırşehir ve Kayseri'de kaldıktan sonra
Hacıbektaş'a (eski Sulucakarahöyük) yerleşti.

Selçuklular zamanında dinî-askerî bir topluluk olan Bâcıyânı Rum
topluluğu önderlerinden Hatun Ana'yı evlât edindi. Şeyhi Baba İshak'ın
Selçuklulara karşı ayaklanması sırasında Baba İshak'la birlikte Hacı
Bektaş'ın kardeşi Menteş de Sivas'ta öldürüldü.

Bektaşî Babası

Hacı Bektaş ayaklanmadan arta kalan Batınîleri çevresine toplayarak
onlara baş oldu. Müritleri tarafından «kalenderler piri, abdallar
serveri» sayıldı. Sonraları bütün şiîbatınî zümreleri içinde toplayan
onun tarikatına Bektaşîlik adı verildi.

Hacı Bektaş, Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan önce yaşadı ve öldü. Ama
Osmanlı Devleti'nin kuruluş yıllarında Anadolu'da yaygın bir örgüt olan
ahilikte her esnaf zümresinin kendini bir pir'e bağlaması gelenekti.
Ahilerin seyfî (kılıçlı) kolu olan Alp Erenler de Hacı Bektaş'ı
kendilerine pir edindiler; yeniçerilerin piri olduğu rivayeti bundan
çıktı.

Bir Bektaşî dervişinin (Ali oğlu Musa) XV. yy.da yazdığı Bektaşi
Velâyetnamesi Hacı Bektaş'ın hayatını olağanüstü menkıbelerle anlatır;
onun çocukluğundan başlayarak birçok keramet gösterdiğini hikâye eder.

Bektaşî tarikatının merkezi, Nevşehir iline bağlı Hacıbektaş
kasabasıdır. 1924 yılında tekkeler ve tarikatlar yasaklanıncaya kadar
Müslüman dünyasındaki bütün Bektaşîlerin başı sayılan Hacı Bektaş
Veli'nin, halifesi burada otururdu; Hacı Bektaş Veli burada gömülüdür.
Hacıbektaş'ta bugün de bütün bölümleri yerli yerinde duran büyük bir
Bektaşî dergâhı vardır.

Bektaşilik

Hz. Muhammet'i mürşit, halife Ali'yi rehber. Hacı Bektaş Veli'yi pir
tanıyan bir tarikattır. Hacı Bektaş tarafından kurulmuş, esasları Hacı
Bektaş'ın Makalât adlı eserinde anlatılmıştır Bu eserin Arapça aslı
bulunamamıştır. XIV. yy.da yapılmış bir tercümesi vardır. Bunda hırka,
sakalık erkâr miyanbestlik, dört tekbir, gülbank ve Bektaşiliğe ait
bütün bilgiler bulunmaktadır.

Bektaşiler Caferi mezhebindendir. Peygamber ailesine aşırı sevgi duyar,
Muharrem'de yas tutar, Ali'nin doğum günü saydıkları Nevruz'da bayram
yapar, saz çalıp nefesler okurlar. Bektaşîlikte ahlâk verilen söze
dayanır: «Elini tek, dilini pek, belini berk tut». Bektaşî şiir ve
müziği de ünlüdür ve Türk şiir ve müziğinin önemli bir dalıdır.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Dinler Tarihi - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Dinler Tarihi   Dinler Tarihi - Sayfa 2 EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:52 am

Hıristiyanlık

«Hıristos» da denen (Yunanca «khristos», kutsanmış'tan) İsa Peygamber'e
inananların ve öğretisini benimseyenlerin dinidir. İsa, Roma imparatoru
Augustus zamanında Yahudiye'de (bugünkü Filistin), Beytüllahm'da Bakire
Meryem'den doğdu. 30 yıl kadar sonra, Kudüs'te imparator Tiberius'un
saltanatı döneminde çarmıha gerilerek öldürüldü.

Mesaimin kapsamı ve özgünlüğüyle ilgi çeken İsa, Hıristiyanlarca (bugün l
milyardan fazladır) İnciri, yani sınırsız bir merhamet yoluyla
insanların nasıl kurtulacağını bildiren «Mü j de »yi öğretmek üzere
dünyaya indirilmiş, Tanrı'nın oğlu kabul edilir.

İsa'nın öğretisi köklerini Yahudi dininden alır. O, yaşadığı sürece
Yahudi yasalarını kaldırmağa çalışmadı, kendisi de o yasalara uydu. Her
zaman, Tanrı sevgisinin (bu sevgi onun için,insan sevgisinden ayrılmaz)
basit bir görünüşün ötesinde geliştiğini ve «ruhun sözden (kelâm) üstün
olduğunu» göstermeğe çalışmıştı.

Kendisine ilk iman edenler (havariler) Yahudiler arasından geliyordu,
ama, çarmıha gerildikten, göğe çekilip tanrısal ruhun nefesiyle yeniden
dirildikten sonra, onun havarileri anladılar ki, «Müjde» yalnız
Yahudiler için değil, bütün insanlar içindir.

Asyalı bir Yahudi olan havari Paulus, Hıristiyan olduktan sonra, İsa
dinini Yahudi olmayan ülkelere götürmekle görevlendirildi. 45 yılından
başlayarak (İsa'nın ölümünden on iki yıl kadar sonra), Küçük Asya ve
Yunanistan'ı dolaştı, oralarda birçok Hıristiyan topluluğu kurdu.
Roma'da, İsa havarilerinin başkanı olan ve günün birinde Vatikan'da
işkenceyle öldürülen Petrus ile buluştu. Petrus'un öldürüldüğü yere
yapılan mezarı, daha sonra, Hıristiyan dininin merkezi sayıldı
(Vatikan).

İlk Hıristiyanlar

İncil dininin yayılması, o tarihlerde, uçsuz bucaksız Roma
İmparatorluğu'nda hüküm süren barıştan ve bu barışın yarattığı ulaşım
kolaylıklarından yararlandı. Bütün inanışları hoşgörüyle karşılayan Roma
Devleti, Hıristiyanlara vahşîce eziyet etti. Aslında Roma, kendi
bakımından haklıydı; köleleri bile bağrına basan ve tek bir Tanrı
tanıyarak, imparatorluğun tanrılığım inkâr eden bir dine göz yumamazdı.

Ama bu güç dönem 310 yılı sonlarına doğru, imparator Constantinus'un.
rakiplerini yenerek Hıristiyanları himayesine almasıyla ve Milano
Fermanı'nın (313), tam bir iman özgürlüğü tanımasıyla son buldu. 330'da,
Constantinus imparatorluğun ikinci başkenti Konstantinopolis'i
(İstanbul) kurdu; bu «Yeni Roma», bir din merkezi oldu ve doğu
Hıristiyanlarını, Roma yerine, kendine çekti.

Bizans imparatoru ile dört patriğin (en önemlisi Konstantinopolis
patriğiydi) çevresinde toplanan doğu Hıristiyanları, bambaşka bir
anlayışta gördükleri Latin kardeşlerini kendilerine her gün biraz daha
yabancı buluyorlardı. Üstelik, Konstantinopolis'te, imparator ile
patrik, Hıristiyanların lideri olarak Roma'daki papayı tanımağa
yanaşmıyorlardı.

Papalık ve Batı Hıristiyanları

Batıda da Hıristiyanlık kara günler geçiriyordu. X. ve XI. yy.larda,
derebeylik töreleri kilise hiyerarşisine sızmış, kilise bağımsızlığını
yitirmişti. Ama reformcu papaların etkinliğiyle kilise yavaş yavaş,
İncil mirasının yöneticisi ve bekçisi görevine döndü.

XIV. ve XV. yy.da, bu büyük kargaşalıklar (savaşlar, salgın hastalıklar)
döneminde, 1378'den 1417'ye kadar batı kilisesinde biri Roma'da, biri
Avignon'da iki papa aynı zamanda saltanat sürüyordu. Sonunda Roma
Papalığı galip geldiyse de, Hıristiyan âleminde, çok zengin ve İncil
ilkelerinden iyice uzaklaşmış bir kiliseye karşı gelişen geniş Reform
akımını önleyecek gücü bulamadı.

Protestanların Reformu

Bir Sakson keşişi olan Martin Luther (1483-1546) haksız saydığı papalık
otoritesine karşı çıktı. Milyonlarca Hıristiyan'ı ve Protestan'ı da
birlikte sürükledi ve bunlar artık Rönesans'la yozlaşmış Roma'ya boyun
eğmek istemediler. İşe hükümdarlar karıştı ve korkunç din savaşları,
XVI. ve XVII. yy.larda Avrupa'yı kasıp kavurdu. Luthercilik özellikle
Almanya ve İskandinavya'da iyice yerleşti.

Başka bir Protestan, Fransız Jean Calvin (1509-1564) ise İsviçre ve
sonra da Fransa'da dinde Reform hareketini geliştirdi. Kalvinizm
Hollanda ve İskoçya'da iyice yerleşti.

İngiltere'de Protestanlık, Henry VII Fin kızı kraliçe Elizabeth I
sayesinde, kendine özgü bir ulusal kilise, (Anglikanizm) biçimini aldı.
Otuzyıl Savaşı'nın (din savaşlarının sonuncusu) bitiminde, Vestfalya
Antlaşmaları imzalanırken (1648) batı Hıristiyanlığı dağılmış, doğu
Hıristiyanlığı ise (Rusya dışında) Türklere boyun eğmişti.

XVII. yy., İtalya'da, İspanya'da ve özellikle Fransa'da,
maneviyatçılığın parlak bir canlanışına sahne oldu. Ama XVIII. yy.da
(aydınlık yüzyıl ve Voltaire yüzyılı) yenilgiye uğradı.

Bu anlayış, Hıristiyanlık anlayışına, yani Hıristiyan inancının herkesçe
tanınmasına dayandırılmış bir uygarlığa indirilen öldürücü darbe 1789
Fransız Devrimi'yle zafere ulaştı. XIX. yy.da bilim ve tekniğin
kaydettiği ilerlemeler, kiliseleri çağdaş toplumdan ayıran uçurumları
genişletti.

Balık ve Kuzu

Yunanca balık ichthus'tur; bu sözcük belki de «İsa-Hıristos, Tanrı'nın
oğlu, kurtarıcı» anlamına gelen lesous CHristos THeou Uios Sâter
kelimelerinin baş harflerinden oluşturulmuştur. Bunun içindir ki, ilk
Hıristiyanların sığındığı Roma katakomplarında balık, duvar resimlerinde
İsa'yı tasvir eder.

Saflığın ve temizliğin simgesi olan kuzu da, dünyanın günahlarını ödemek
üzere kurban edilmiş İsa-Hıristos'u temsil eder. Kuzu ve balık ilk
yüzyılların baskı altındaki Hıristiyanlarınca birbirlerini tanıma
işareti, «parola»ydı.

Bir Milyarı Aşkın Hıristiyan

Hıristiyan dinine mensup olanların sayısı, günümüzde 1,043,000,000'u
bulmuştur. Bunların dağılımı şöyledir: Katolikler (624,000,000),
Ortodokslar (124,000,000), Protestanlarla Anglikanlar (295,000,000).



(Solda) İsa'nın Vaftiz Edilişi. (Ravenna mozaiği, VI. yy.). Bu ve
benzeri törenler bazı dinlerde çocuğun topluma katılma simgesi sayılır.
Birçok Hıristiyan ülkede vaftiz kayıtları uzun süre nüfus kütüğü yerine
geçmiştir.

(Ortada) Martin Luther vaaz kürsüsünde, bir Alman duvar halısından
bölüm.

(Sağda) Jean Calvin'in bir portresi. Özel koleksiyon, Cenevre.



Hıristiyanlar başlangıçta korkunç işkencelere göğüs gerdiler: sağdaki
tablo bu yolda işlenen cinayetleri gösteriyor. Solda, 24 ağustos 1572
gününe rastlayan Saint-Barthelemy katliamı.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Dinler Tarihi - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Dinler Tarihi   Dinler Tarihi - Sayfa 2 EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:52 am

Yılbaşı ve Noel

Yılın birinci günü ve Hıristiyanların, İsa'nın doğum gününü kutladıkları
yortudur. Türkiye'de yılbaşı 1935 yılından beri tatil günüdür. Bu
tatil, 31 aralık öğleden sonra başlar, l ocak akşamı sona erer. 31
aralığı 1 ocağa bağlayan gece yeni yılın kutlanması da, Hıristiyanlarca
yüzlerce yıldan beri bayram kabul edilen Noel yortusu'na özenilerek
edinilmiş yeni bir alışkanlıktır.

Noel

Gece yarısı ayini, ışıklarla donatılmış çam dalları, hediyeler, gece
yarısı yemeği gibi gösterilerle kutlanan bir din ve aile bayramı olan
Noel (Latince natalis[dies], doğum [gün]'ünden) her yıl 25 aralıkta,
İsa'nın Beytüllahm'da bir ahırda dünyaya gelişini anmak için milyonlarca
Hıristiyan tarafından kutlanır.

Aslında bu tarih ta Îlkçağ'dan beri, kış gününü, Güneş'in doğuşunu
selâmlamak amacıyla çeşitli eğlenceler düzenlenerek karşılanırdı. Eski
Mısırlılar da, aynı gün, ışığı temsil eden yeni doğmuş bir çocuğu
kutsarlardı. Tanrı Mitra'ya tapan Eski İranlılar ise 25 aralığı
kutlarlardı. Roma'da bu tarih solis invicti (yenilmez Güneş) günüydü.
IV. yüzyılda Hıristiyan kilisesi, kaybolacağını umduğu bu putatapar
inancının yerine, aslında gerçek tarihi bilinmeyen İsa'nın doğumunu
kutlamayı koydu.

Kutsal ve Din Dışı

Noel şimdi ayinlerle ve halk âdetleriyle kutlanan dinsel bir bayramdır.
Noel töreninde kullanılan yemlik, sözde çocuk İsa'nın, yakınları ve
hayranları, çobanlar ve Zerdüşt rahipleriyle birlikte bulunduğu
Beytüllahm'daki ahırın simgesidir.

Çiçeklerle, mumlarla, rengârenk süslerle bezenen çam ağacı, Kel t
papazlarının tanrılarına sungularını astıkları meşe ağacının yerini
almış, sonra bu ağaç Ortaçağ'da, dinsel konulu sahne eserlerinde cennet
ağacı olarak ortaya çıkmıştır.

Noel Baba efsanesi ise çok yenidir, XVII. yüzyılda İngiltere'de ortaya
çıkmıştır. Binlerce çocuk, üstü karla kaplı ve başlıklı kırmızı bir
palto giymiş olan bu beyaz sakallı ihtiyarın, ayakkabıların içine
oyuncak koymak için bacadan girdiğine inanır. Belçika gibi bazı
ülkelerde Noel Baba yerine ermiş Nicolaus'un armağanlar dağıttığına
inanılır.

Bir çocuk ve oyuncak bayramı olan yılbaşı ve Noel, günümüzde zengin
ülkelerde verimli işler yapmayı sağlayan bir ticarete vesile olmaktadır.
Bugün Hıristiyan ülkelerdeki insanların pek çoğu Noel'i sadece hediye
alıp vermeğe ve iyi bir yemeğe vesile olduğu için kutlamaktadır.

Noel Ateşi

Kuzey ülkelerinde eskiden geleneğe göre, her evde bütün Noel gecesi
boyunca Güneş'in geriye dönüşünü hatırlatmak için kocaman bir odunun
yakılması âdetti, İsveç'te bugün de genellikle ocaklarda yakılmakta olan
bu odunun yerini bazı Batı Avrupa ülkelerinde, 24 aralık akşamı, yani
Noel günü ailece yenmek üzere yapılan Noel pastası almıştır.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Dinler Tarihi - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Dinler Tarihi   Dinler Tarihi - Sayfa 2 EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:53 am

Şamanizm

Şamanizm terimi, daha ziyade Sibirya, Moğolistan ve komşusu olan
coğrafyada yaşayan halkların doğa kültüyle karakterize edilen dinlerine
göndermektedir.

Şamanizm, esas olarak avcı toplumlarında bulunan bir düşünce tarzıdır.
Bu anlayışta, hayvanların ve bitkilerin bir takım 'ruh'lar
barındırdığına ve bu ruhların doğaya can verdiğine (hayvanların üremesi,
bitkilerin büyümesi, yağmurun yağması, şimşeklerin çakması, vb.) ya da
tam tersine ölüme götürdüğüne inanılmaktadır. Şamanlar, belirli anlarda
(törenler) transa girerek bu ruhlarla temasa geçme yeteneğine sahip
kişilerdir.

Dortier'e (2000) göre, şamanizm, evrimci antropologlar tarafından
insanlığın, totemizmin ardından gelen ilk dinlerinden biri sayılmıştır.
Bazı yazarlar samanların trans halini merkeze alan açıklamalar yapmış ve
şamanlar, akıl hastalarına, trans halleri de histeri veya epilepsi
krizlerine benzetilmiştir. Ancak daha yakın yıllarda, trans halinin
mizansen yanı üstünde durulmuş ve transın, diğer insanları etkilemeye
yönelik bir gösteri olduğu vurgulanmıştır. Bazı yazarlar, trans halini,
uyuşturucu özelliği bulunan ve halüsinasyon yaratan çeşitli bitkilerin
kullanımına bağlamıştır. Diğer bazıları da, mağaralardaki prehistorik
resimlerle şamanlar arasında ilişki kurmuştur.

Şamanizm zaman içinde bir anlam genişlemesine uğramıştır. Nitekim,
coğrafyası büyümüş, kehanette bulunma, hastaları iyileştirme ve benzeri
bir dizi sihirsel-dinsel pratikleri de içerecek şekilde kapsamı
genişlemiştir. Dortier, günümüz Batı dünyasında geleneksel yaşam sanatı
ve bilgileri çerçevesinde bir 'şamano-manyak' modasının yayıldığını,
atavi pratiklerin bilgisine ve psişik keşif kapasitesine sahip
samanların yeniden itibar kazandığını öne sürmektedir (Kaynak: Dortier,
2002; Sciences Humaines).
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Dinler Tarihi - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Dinler Tarihi   Dinler Tarihi - Sayfa 2 EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:53 am

Totemizm

Totemizm yaygın kullanımında, bir totem etrafında örgütlenmiş bir dini
ifade etmektedir. Totem, bir kabilenin atası olarak kabul ettiği ve
adını taşıdığı bir hayvan veya bitkidir. Çoğu kez kutsal bir nitelik
taşıyan kabilenin atası, kabilenin yasaklar sisteminin de temel dayanağı
olmaktadır.

Ancak günümüzde etnologlar, totemizmi salt bir din olarak
görmemektedirler. Etnologların temel ilgi konularından birisi, modern
olmayan ya da ilkel toplumlardaki düşünce biçimidir. Bu düşünceler, bazı
yazarlara göre canlı varlıkların iki temel öğesi olan 'ruh' ve 'beden'
arası ilişki üstüne temellenmektedir.

Zira ruh ve beden arasında süreklilik veya süreksizlik bulunduğunu
kabule göre farklı anlayışlar ortaya çıkmaktadır. Bunlardan totemizm,
bir hayvan veya bitki kümesini, bir insan topluluğuyla ilişkilendirmekte
ve insanlar ile insan olmayanlar arasında ruh ve beden bakımından bir
özdeşlik olduğunu savunmaktadır.

Buna karşılık, örneğin samanlıkta rastlanan 'animizm', insan olan ve
olmayanlar arasında bir ruh birliği olduğunu, ancak bunların beden
bakımından farklılaştığını öne sürmektedir. Sihirsel düşüncelerde
rastlanan 'analojizm' ise, insan olan ve olmayanlar arasında sadece bir
benzerlik bulunduğunu, ancak ruh veya beden bakımından bir özdeşlik
olmadığını savunmaktadır.

Oysa, modem düşüncenin özü sayılabilecek 'natüralizm', insan ile
canlılar dünyası arasında maddesel planda bir süreklilik bulunmakla
birlikte, spiritüel veya kültürel planda bir süreksizlik olduğu kabulüne
dayanmaktadır.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
 
Dinler Tarihi
Sayfa başına dön 
2 sayfadaki 3 sayfasıSayfaya git : Önceki  1, 2, 3  Sonraki
 Similar topics
-
»  Türkiye Arkeoloji Tarihi
» Dünya Arkeoloji Tarihi
»  Bilim Tarihi Kronolojisi

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
FrmCafe :: Kültür & Sanat & Tarih :: Tarih :: Genel Tarih-
Buraya geçin: