FrmCafe
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.


      FrmCafeHoşgeldiniz :
En son ziyaretiniz : Perş. Ocak 01, 1970
Mesaj Sayınız : 0

 
AnasayfaAnasayfa  Latest imagesLatest images  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yapGiriş yap  
Arama
 
 

Sonuç :
 
Rechercher çıkıntı araştırma
En iyi yollayıcılar
Programcı
Dinler Tarihi Vote_lcapDinler Tarihi Voting_barDinler Tarihi Vote_rcap 
Draquinq
Dinler Tarihi Vote_lcapDinler Tarihi Voting_barDinler Tarihi Vote_rcap 
xxReDoLxx
Dinler Tarihi Vote_lcapDinler Tarihi Voting_barDinler Tarihi Vote_rcap 
Dj Güray
Dinler Tarihi Vote_lcapDinler Tarihi Voting_barDinler Tarihi Vote_rcap 
kortel
Dinler Tarihi Vote_lcapDinler Tarihi Voting_barDinler Tarihi Vote_rcap 
AnyCooL
Dinler Tarihi Vote_lcapDinler Tarihi Voting_barDinler Tarihi Vote_rcap 
estonya
Dinler Tarihi Vote_lcapDinler Tarihi Voting_barDinler Tarihi Vote_rcap 
KinqCommando
Dinler Tarihi Vote_lcapDinler Tarihi Voting_barDinler Tarihi Vote_rcap 
kaharamanlar
Dinler Tarihi Vote_lcapDinler Tarihi Voting_barDinler Tarihi Vote_rcap 
zargonx041
Dinler Tarihi Vote_lcapDinler Tarihi Voting_barDinler Tarihi Vote_rcap 
En son konular
» Knıght Online Oynayanlar...
Dinler Tarihi EmptyÇarş. Haz. 30, 2010 11:27 pm tarafından kortel

» Domuz
Dinler Tarihi EmptySalı Haz. 29, 2010 10:31 pm tarafından xxReDoLxx

» 3 Dakika Önce
Dinler Tarihi EmptySalı Haz. 29, 2010 10:31 pm tarafından xxReDoLxx

» Bir Çanak Ayran
Dinler Tarihi EmptySalı Haz. 29, 2010 10:27 pm tarafından xxReDoLxx

» Arka Kapı
Dinler Tarihi EmptySalı Haz. 29, 2010 10:26 pm tarafından xxReDoLxx

» Nereden anladın
Dinler Tarihi EmptySalı Haz. 29, 2010 10:26 pm tarafından xxReDoLxx

» Yesekmi?
Dinler Tarihi EmptySalı Haz. 29, 2010 10:25 pm tarafından xxReDoLxx

» No.160
Dinler Tarihi EmptySalı Haz. 29, 2010 10:24 pm tarafından xxReDoLxx

» Ödül
Dinler Tarihi EmptySalı Haz. 29, 2010 10:22 pm tarafından xxReDoLxx

Zirve100

Zirve100 Toplist
Alexa

 

 Dinler Tarihi

Aşağa gitmek 
Sayfaya git : 1, 2, 3  Sonraki
YazarMesaj
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Dinler Tarihi Empty
MesajKonu: Dinler Tarihi   Dinler Tarihi EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:33 am

Buda

Tanrısız bir dinin, Budizm'in kurucusu (M.Ö. 560'a doğru).

Kral Suddhodana ile kraliçe Maya'nın oğlu, sonradan Buda (yani
«Tanrı'dan esin almış») adını alacak olan bu bilge, M.Ö. VI. yy.'da
Hindistan'ın kuzeyinde doğdu. Mutlu bir gençlik dönemi geçirdi ama bir
gün, insanların çektiği acıları seyretmek, onun yaşamını altüst
edecekti. 29 yaşında, bir incir ağacının altına oturmuş düşünürken,
«ilham» geliverdi: her türlü ıstırabın kaynağı, başkalarının olan
şeylere göz dikmekti. Ve sağduyunun yolu, en yüce mutluluk hali olan
nirvana'ya ulaşmaktı. Bunun için her türlü isteğin kesinlikle yok
edilmesi gerekiyordu.

Ganj kıyılarının kutsal kenti Benares ve dolaylarında, Buda, tam dört
yıl vaazlar verdi. Vaazlarında dile getirdiği ilkeler ölümünden sonra
Asya'ya yayılmağa başladı.

Günümüzde Hinduluk, Budizm'in (Budacılık) yerini almıştır; ancak,
1949'da komünizmin yerleşmesine kadar Çin'de derin etki gösterdikten
sonra, gene de, Güneydoğu Asya'nın, Moğolistan'ın, Kore ve Japonya'nın
esas dinlerinden biridir. 500 milyon mensubu vardır, bunlara örnek
kişiler, bonzlar yön verir ve bu bonzlar, din eğitimi yaptıkları gibi,
bazı ülkelerde (bu arada Vietnam'da), siyasal yaşamı da derinden
etkiler.

Acaba, Budacılık gerçekten bir din midir? Batılıların genellikle olumlu
cevap verdikleri bu soru, her zaman rahatça sorulabilir. Bununla
birlikte, bonz topluluğu gerçek bir din adamları sınıfı oluşturmaz ve
budistler, Hıristiyanlığa veya Müslümanlığa benzetilebilecek bir inanç
sahibi olmağa yanaşmazlar. Onlara göre Budacılık, bir tanrı olmayan ve
insan sağduyusunun örneği olan Buda'nın koyduğu temel kurallara uyarak,
bir tür yaşam tarzına yönelmekten başka bir şey değildir.

Çağımızda, Buda ve Budacılık üstüne yapılan incelemelerde büyük bir
gelişme oldu. Buda dinine ait kuralların yorumunu ve tarihini konu alan
bu yeni bilim dalına Budabilim denir.

Bir Tibet manastırında bulunmuş olan yukarıdaki resimde Buda, kutsal
haberciye kulak verdiği sırada gösterilmiştir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Dinler Tarihi Empty
MesajKonu: Geri: Dinler Tarihi   Dinler Tarihi EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:33 am

«Kur'an»da, «Kutsal Kitap»ta, Hıristiyan ve Yahudilerin din
kitaplarında Tanrı'nın, iyinin ve iyiliklerin karşısında yer alan
isyancı varlık. Kötü ruhların başı olan şeytanın çeşitli adları arasında
«Lucifer», «Mephistopheles», «Belzebuth» v.b. vardır.

Şeytan, Tanrı'nın rakibi olan, cennetten kovulmuş bir kötülük meleğidir.
Çeşitli kılıklara bürünür ve her kötülüğün altında onun parmağı vardır,
cehennemin efendisi, karanlıkların hükümdarıdır.

Ortaçağ'da bilgisiz toplumlar, açıklayamadıkları ve bu nedenle de
kork*tukları olayların (yıldırım, şimşek v.b.), sara gibi bazı sinir
hastalıklarının, kısaca olağanüstü saydıkları her olayın ardında şeytanı
aradılar. Şeytanın kötülüklerinden korunmak için muskaların, okunup
üflenmiş suların, istavroz çıkarmanın koruyucu gücüne sığındılar.
Şeytanın insanlara acı çektirmek ya da onları kötü yola saptırmak için
yılan, kurbağa, yarasa hattâ güzel bir kadın kılığına büründüğüne
inanırlardı. Yarı insan-yarı hayvan olan bu yaratık genellikle korkunç
resimlerle canlandırılırdı; bu resimlerde çoğu zaman vücudu sert
kıllarla kaplı, boynuzlu, ayakları çatallı, uzun kuyruklu ve korkunç
bakışlı olarak tasvir edilir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Dinler Tarihi Empty
MesajKonu: Geri: Dinler Tarihi   Dinler Tarihi EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:33 am

LUKA İNCİLİ

Dört İncil’den biridir. Yazarı Luka, Antakyalı Yahudi olmayan bir
aileden gelir. Luka’nın kaynakları hem yazılı kaynaklardır hem de İsa
ile birlikte bulunmuş olanların sözlü şahitliğidir. Antakya'daki bir çok
Hıristiyanın sözleri Onun için belirleyici olmuştur.

Luka’nın yazdığı İncil, daha çok Yahudi kökenli olmayan Hıristiyanlar
içindir. Bunun için inananları cezbedecek öykülere yer vermiştir.
Hıristiyan görüşüne göre, Luka ve diğer İncil yazarları, bu metinleri
kaleme alırlarken, Kutsal Ruh’dan ilham almışlardır. Bu İncillerin
kıymeti de buradan kaynaklanır.

MATTA İNCİLİ

Bu İncili havari Matta’nın yazdığı düşünülmektedir. Matta aslında bir
vergi memurudur ve İsa’nın ilk havarilerinden biridir. Matta İncilinin
65 yılları dolaylarında yazıldığı sanılmaktadır. Önce Aramice
yazılmıştır ve sonra Yunanca’ya tercüme edilmiştir.

Matta İncili'nin en büyük özelliği sık sık Tevrat’a göndermeler yapması,
onu kendisine kaynak olarak göstermesi, ona karşı haklı olma çabası
içinde olması ve İsa’nın şeriatı değiştirmek için değil de onu
geliştirmek için geldiğini belirtmesidir.

MARKOS İNCİLİ

Markos, havari Petrus’un şakirdidir. Pavlus’a birinci seyyahatinde eşlik
etmiştir. İskenderiye Hıristiyan Cemaati'nin kurucusudur. İsa ile
ilgili bilgilerini Petrus’un vaazlarından öğrenmiştir. İncilini 63-70
yıllarında Roma cemaatının yoğun isteği üzerine yazmıştır. İncil
yazarları arasında anlatım kalitesi en düşük olan yazar Markos’dur. Bir
çok cümleyi ‘ve’ bağlacıyla bağlayıp geçirir. Sözcük dağarcığı çok
küçüktür.

YUHANNA İNCİLİ

On iki havariden biridir. Havarilerin en genç olanıdır. 90-110 tarihleri
arasında Efes ya da Antakya’da yazdığı tahmin edilmektedir. Yuhanna,
İsa’nın öğretisini mistik bir şekilde anlatır. Örneğin girişteki ilk
cümlesi “önce söz vardı” çok tartışmalar yaratan, bir çok değişik yoruma
götüren bir cümledir. İsa’nın mucizelerinden çok az söz eder. Sadece
yedi tanesinden. Felsefi olarak yeni Platonculukla yakınlığı göze
çarpmaktadır.

Yuhanna İncili özellikle İsa’nın tanrılığına vurgu yapar. Bir çok
yorumcu İsa’nın tanrılığını kabul etmeyenleri ikna etmek için
yazıldığını düşünmektedir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Dinler Tarihi Empty
MesajKonu: Geri: Dinler Tarihi   Dinler Tarihi EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:34 am

afaroz

Gerek Hıristiyanlık'ta ve gerekse Musevilik'te, dinin hak ve
ayrıcalıklarına karşı suç işleyen kişilerin din dışı sayılması demektir.
Bu ceza Hıristiyanlığın ilk günlerinden itibaren uygulanmaktadır.
Ortaçağ'da Papalar, aforozu bir silah gibi kullanarak, kralların,
imparatorların bile gözünü korkutmuşlardır.

Aforoz cezasını vermeye yalnızca papalar, piskoposlar, bir de ruhani
meclisler yetkiliydi. Aforozun kaldırılması ise ancak papayla ruhani
meclisin elindeydi.

Katoliklerde iki tür aforoz vardır: Büyük ve küçük aforoz. Büyük aforoza
uğrayan bir kimse, bütün dini haklarını kaybettiği gibi, başka
Hıristiyanlarla görüşmesi de yasak edilir. Küçük aforozda ise sadece
bazı haklarda kısıntı yapılır. Aforoz cezasının ayrıca sürekli ve geçici
şekilleri de vardır.

Avrupa tarihinde aforoza uğramış pekçok hükümdar vardır. Bunların en
tanınmışı Alman Kralı 3. Heinrich'tir. 1077 yılında aforoz edilen kral,
kendisini bağışlaması için Papa 7. Gregorius'un kapısında yalınayak
beklemek zorunda kalmıştır. Aforoz cezası Musevilerde de vardır. Filozof
Spinoza, Musevi aforozuna uğrayanların en ünlüsüdür.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Dinler Tarihi Empty
MesajKonu: Geri: Dinler Tarihi   Dinler Tarihi EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:34 am

Afrika Dinleri

Afrika insanının dinsel dünyası Avrupalılarınkinden oldukça farklıdır.
Bununla birlikte Avrupa dininin temelinde yatan birçok kavramda Mısır,
Hint ve Avrupa etkisini birarada görmek mümkündür. Bu nedenle de çeşitli
inanç sistemleriyle dolu olan Zenci Afrika'nın dinsel yaşamını
bütünüyle kavramak oldukça güçtür. Ne var ki, Afrika'daki yerli dillerin
yeterince öğrenilmesi ve Afrika asıllı incelemecilerin katkıları ile
Afrika dinleri daha bir açıklık kazanmış, dinsel olguları açıklamak için
gerekli olan terim ve kavramları saptamak kolaylaşmıştır.

Afrika'daki ilkel çağdaş dinler arasında en çok Animizm, Fetişizm ve
Totemizm yaygındır. Özellikle Orta Afrika'da, Asya'da ve Pasifik
Okyanusu'nun bazı adalarında, hâlâ, yaklaşık olarak 140 milyon kadar
insanın kabul ettiği Animizm (Canlıcılık) inanışına göre, yalnız canlı
varlıkları değil cansız varlıkları da, birer rufa yönetir. Animizmi
tabiatta insan ruhuna az çok benzer ruhlar bulunduğunu kabul eden din
olarak tanımlayabiliriz. Zenci Afrika'da Animizm, tslamiyetten hemen
sonra gelmektedir. Yapılan istatistiklere göre Afrika'daki müslüman
sayısı 102 milyon, animist sayısı 95 milyon, Hıristiyan (katolik,
protestan ve kıptî) sayısı ise, yaklaşık olarak 60 milyondur.

Animizm terimini, ilk kez 1871 yılında antropolog E.B. Taylor "ruhsal
varlıklar" a inanma anlamında kullanmıştır. Taylor'a göre animizm, tikel
ruhların ölümden ya da bedenin tahribinden sonra da yaşamaya devam
ettikleri inancına dayanır. Buna göre ruhlar, önemle-lerine göre,
değişik düzeylerde bulunan ve tikel ruhlardan tanrılara kadar uzanan bir
hiyerarşi meydana getirir.

Taylor, "ruh" kavramının kökenini, insanların rüyalarında ve
hayallerinde temellendirmiştir. Ona göre ilkel insanlar, özellikle uyku
sırasında ruhun bedenden ayrılıp dolaştığını, değişik biçimler aldığını
düşünmüşler, bu yüzden insanın ölümünde de ruhun, ama bu kez sürekli
olarak, bedenden ayrıldığını sanmışlardır, Çağdaş antropoloji açısından
kesinlikle bilinen bir şey varsa o da, birbirinden çok farklı kültür
ortamlarında yaşayan insan topluluklarının tümünde "hayalet-ruh"
kavramının bulunduğudur. Taylor, bu verilere dayanarak "Animizm" i,
dinlerin evreminde bir başlangıç aşaması saymıştır.

Animizm, ruhun bedenden ayrıldıktan sonra başıboş kalmadığına, canlı ya
da cansız başka nesnelere de girdiğine, başka bir deyişle "ruh gücü"ne
inanır. Yalnız hayvanlar yada bitkiler değil, taşlar bile, ölümle
bedenden ayrılan insan ruhu için birer barınak meydana getirir. Animizm
inancına göre, ruhun bedenden kesinlikle ayrılması için, ölümü beklemek
de şart değildir. Ruh, geçici bir süre için bedenden ayrılıp, canlı ya
da cansız başka bir bedene girebilir, daha sonra yeniden eski
bedeninedönebilir. Dinsel anlamda fetişizm düşüncesi de bu inanca
bağlanır.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Dinler Tarihi Empty
MesajKonu: Geri: Dinler Tarihi   Dinler Tarihi EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:34 am

Agnostisizm

Bu anlayış, Tanrı'nın varlığı karşısında şüpheci bir tavır almaktır. Bu
görüş, İlkçağ'da Sofist filozof Protagoras tarafından öne sürülmüştür.
Protagoras'a göre, Tanrı'nın duyularla algılanamaması, insanın ömrünün
kısa oluşu, Tanrı hakkında bilgi edinmeyi engeller.

Huxley, agnostisizm deyimini ilk kullanandır. Ona göre, duyularımızın
kavrayamadığı şeyler arasında Tanrı kavramı da vardır. Tanrı'yı
duyularımızla algılayamadığımız için var olup olmadığını yargılayamayız.
Agnostisizm, doğrudan Tanrı'yı reddetmemekte, ancak onu bilmenin mümkün
olmadığını öne sürmektedir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Dinler Tarihi Empty
MesajKonu: Geri: Dinler Tarihi   Dinler Tarihi EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:35 am

Animizm

Animizm, doğada insan ruhuna az çok benzer ruhlar bulunduğunu kabul eden
dindir. Ruh, sadece insanda yoktur. Canlı cansız her şeyin ruhu vardır.

İnsan, teolojik hale fetişizm ile başlamış, buna iyi ve kötü ruhları
sokmuştur. Sonra çoktanrıcılığa geçmiş daha az ama daha kudretli ruhları
işin içine katmıştır. Ardından bu tanrıları tek bir tanrıda
birleştirerek tektanrıcılığa geçmiştir.

İlkel insana göre ruh, bedene veya bedenin belli parçalarına bağlıdır.
Can,insanın dışına çıkabilir ama bu halde bile bedeni yönetir. Can (dış
can) çalınabilir, yenebilir, geri getirilebilir, bazen yamanabilir,
onarılabilir ya da yerine başkası konabilir.

Kişiliküstülük, sadece bedende değil onun attığı salgılar, saç, tırnak,
sperm, idrar gibi bütün atıklarında da bulunur. Onun için bu atıkların
kötü niyetli bir başkasının eline geçmemesi için herkes bunları saklar.
Hatta bazen buna ayak izi bile eklenir.

Kişinin gölgesi, sudaki aksi ve resmi, kişiliğine dahil nesnelerdir. Bu
nedenle hemen tüm ilkel toplumlarda insanlar, resimlerinin yapılmasına
karşı çıkarlar. Hatta insanın ismi bile bu listeye dahil olabilir. Bazen
giysi de kişiliğe ait sayılır.

Hayatın özü olan can, bedeni terkedince, insan ölür. Bununla beraber
ruhun bedende kaldığına ve yaşayanlardan öç alabileceğine
inanıldığından, cesede büyük saygı ve özen gösterilir. Ölüler, bu alemin
tam tersi bir alemde yaşamaktadırlar. Buradaki her şeyin tersi, ölüler
aleminde geçerlidir.

Ölülerin öbür alemde yaşadığına inanılır. Bu düşünce, hemen hemen
evrenseldir. Yine bunun gibi evrensel olan bir başka düşünce ise
ölülerin de öldüğüdür. Onlar için geçerli bir sonsuz hayat yoktur.

Animizmin başlangıcı, ruhun öldükten sonra varolduğu düşüncesidir.
Böylece ruh, insanların etrafında dolaşan, onlara müdahale eden doğaüstü
bir hal alır. O zaman bu ruha adaklar adamak, dualar etmek, kurbanlar
kesmek eylemleri başlar ki bunlar dinin temel öğelerindendir.

Zamanla sadece insanın değil, hayvanların ve bitkilerin de ruhları
olduğuna, bunların da insanları iyi-kötü yolda etkilediğine inanılarak,
bunlara da tapılmaya başlanmıştır. Böylece, önce atalarının ruhlarına
tapan insanlar, daha sonra doğaya tapmaya başlamışlardır. Her nesnede
ruh olduğuna inanılmasıyla, insanlarda canlı-cansız ayrımı kalkar.

Bu dinin mistik yanını Levy-Bruhl şöyle anlatıyor: "İlkel zihniyetin
müşterek tezahürlerinde nesneler, varlıklar, olaylar, bizim için
anlaşılmaz bir şekilde hem kendileri, hem kendilerinden başka şey
olabilirler. Yine aynı anlaşılmaz şekilde bir takım kuvvetler,
meziyetler, mistik hareketler neşreder veya alırlar ki bunlar oldukları
yerde kalmaya devam etmekle beraber, kendilerini yine de bulundukları
yerin dışında hissettirirler."

Maddi alemin dışında, manâ alemi düşüncesini geliştirmişlerdir ki mistik
yan budur. Bu insanların ibadetlerinin amacı; manâ ile temasa
hazırlıksız oldukları zaman, kendilerini ondan korumak ya da hazır
oldukları zaman manânın daha fazlasını benliklerinde tutmaktır.

Rahip, manâya tamamen sahip olan kişidir ve bunu istediği gibi
kullanabilir. Tapınak ise manânın büyük miktarda toplandığı yerdir.

Mistik kuvvetler, doğada da vardır ve insan bunlara hakim olabilir: Bir
takım sözler söyleyip, danslar edip, değişik karışımlar oluşturarak ya
da bazı ufak heykelcikler yaparak. İşte büyü buradan doğmuştur.

Salomon Reinach’a göre büyü, Animizm’in tekniği ve stratejisidir. Bazı
nesnelerde büyülü bir kuvvet vardır; felaketi kovar ve mutluluk
getirirler. Büyünün iyi tarafı (rahipler yapar) ve kötü tarafı vardır
(büyücüler yapar).

Bu inanışşa göre, resmin, heykelin, dansın, müziğin, bütün güzel
sanatların ana kaynağı doğrudan doğruya veya dolaylı olarak Animizm’dir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Dinler Tarihi Empty
MesajKonu: Geri: Dinler Tarihi   Dinler Tarihi EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:36 am

Ateizm

Ateizm kelimesi Yunanca da "Tanrı" anlamına gelen "Theos"tan türemiştir.
Bu kelimeden de "Tanrı inancına sahip olmak" ya da "Tanrı'ya inanmak"
anlamına gelen theism anlayışı ortaya çıkmıştır. Ateizm kelimesi de
İngilizce "theism" kelimesinin başına "a" ön takısının eklenmiş hali
olup Türkçe’de "tanrı tanımazlık" anlamına gelmektedir.

İnançsızlık denilince hemen akla ateizm gelmemelidir. Mesela insanların
çoğu inanç sahibi ve bir dine mensup olmasına rağmen diğer dinleri
reddetmektedirler. Diğerleri de aynı şekilde davranmakta, sadece kendi
anlayışlarını savunarak karşısındaki inanışları yanlışlamaya
çalışmaktadırlar.

Felsefe tarihinde dindar olmadığı halde Tanrı inancına sahip olan
düşünürler de bulunmaktadır. Buna karşın günümüzde çok sık rastlandığı
gibi özellikle Batı dünyasında görünüşte dindar olduğu halde gerçekte
Tanrı’ya inanmayan pek çok kişi vardır. Bu durum gerek teizmin ve
gerekse ateizmin tanımlanmasında birtakım güçlüklerin bulunduğunu
göstermektedir.

Tanrı'nın varlığına inanan ve bu inancını da ifade eden kişiye mümin
denmektedir. Böyle bir Tanrı kavramına inanmayan kişiye ise ateist
denmektedir. Yani bir anlamda ateist, ilâhi dinlerin ifade ettiği
biçimde, varlığının öncesi veya sonrası bulunmayan, evreni yaratan ve
yasalarını belirleyen, irade ve kişilik sahibi olan, her şeyi yapma,
bilme ve görme kudretinde bulunan, insanlara hayatı bahşeden bir varlığa
inanmayan kişidir.

Diğer bir deyişle ateist, hem düşünce seviyesinde hem de günlük
yaşantısında söz konusu Tanrı’nın varlığını reddeden bununla birlikte
peygamberi ve ahiret inançlarını da kabul etmeyen kişidir.

Ateizmin Çeşitleri

Tanrı inancını kabul etmeyen ateistler de dindarlar gibi kendi
aralarında farklı gruplara ayrılmışlar ya da en azından aynı sonuca
varsalar da ateizmi farklı yorumlamışlardır. Dolayısıyla bir tek ateizm
tanımından söz etmek de doğru olmayacaktır.

Mutlak Ateizm

Bazı ateistlere göre "ateizm" Tanrı’yı reddetmekten öte, zihinde Tanrı
fikrine sahip olmamak demektir. Bu anlayışa göre İnsan doğuştan Tanrı
kavramına sahip olmadığı için reddedecek bir şeyi de bulunmamaktadır. Bu
tür bir ateizm, mutlak ateizm olarak tanımlanmış ve taraftarlarına da
mutlak ateist denmiştir. Bu anlayışı savunanların arasında Baron
D’Holbach (1723-1789) ve Charles Bradlaugh gibi düşünürler
bulunmaktadır.

Teorik Ateizm

Ateizmin birinci yaklaşımından biraz farklı olarak "Tanrı'nın varlığını
reddetmek" şeklinde de tanımlanmıştır. Aslında ateizm denilince akla bu
tanım gelmektedir. Felsefede önemli olan ve Tanrı inancına ağır
eleştiriler yönelten ateizm biçimi de budur. Yani düşünerek tartışarak
zihni bir çabayla Tanrı’nın varlığını reddetmek ve ilgili iddiaları
çürütmeye çalışmaktır.

Teorik ateizm de denen bu anlayış doğrultusunda dindarların iddiaları ve
Tanrı'nın varlığı lehinde getirdikleri kanıtlar eleştiri konusu olmuş,
bu süreçte Tanrı'nın varlığını çürütmeye yönelik karşı tezler ileri
sürülmüştür.

Teorik ateizmde Tanrı'nın varlığı inkâr edilmekle kalınmamış, bu
kavramla ilgili olarak gündeme gelen mucize, vahiy, peygamberlik, kutsal
kitap, ölümsüzlük ve ahiret hayatı gibi inançlar da eleştirilmiş ve
reddedilmiştir. Ayrıca bu tür bir ateizmde sadece teistik Tanrı kavramı
hedef alınmamış, bunun yanı sıra mistik, mitolojik, transandantal
(aşkın) veya antropomorfik anlayışlarla, panteizm ve deizm gibi, bir
şekilde Tanrı inancına yer veren diğer ekoller de reddedilmiştir.

Pratik Ateizm

"Sanki Tanrı yokmuş gibi yaşamak" veya "Tanrı'yı günlük yaşama sokmamak"
biçiminde tanımlanmıştır. Bu tür bir ateizmde kişi daha ziyade günlük
yaşamındaki tavır ve davranışlarıyla, hayat tarzı, ilke ve
alışkanlıklarıyla, Tanrı'sız bir dünya ve Tanrı'sız bir yaşam kurmayı
istemektedir. Bunun yanında Tanrı’yla alakalı olarak en ufak bir şey
düşünmemekte, kendini dinden, ibadetlerden ve bunlarla ilgili
törenlerden de uzak tutmaya çalışmaktadır. Pratik ateizm anlayışında
Tanrı'nın teorik tartışmalarla reddedilmesi ikinci planda kalmaktadır.

Felsefede ki temsilcileri arasında L. A. Feuerbach (1804-1872), F.
Nietzsche (1844-1900), S. Freud (1856-1940) ve K. Marx (1818-1883) gibi
ünlü düşünürler de bulunmaktadır.

İlgisizlerin Ateizmi

Bir kısım düşünürler, Tanrı'nın varlığını veya yokluğunu tartışma konusu
yapmadan, bu konulara uzak durmayı tercih etmişlerdir. Bu tür
ateistlere göre insan, sadece varolanla yetinmeli, görünen alemin
ötesine ilgi duymamalıdır. Dolayısıyla dünyanın ötesindeki herhangi bir
varlık hakkında olumlu ya da olumsuz bir yargıda bulunmaya ya da
konuşmaya çalışmak anlamsız bir iş yapmak olacaktır.

İdeolojik (Materyalist) Ateizm

Özünde felsefi bir problem olan ateizm bazen de ideolojik bir ilke
olarak savunulmuş ve politik bir kabul haline gelmiştir. Özellikle Karl
Marx, F. Engels (1820-1895) ve V. I. Lenin’in (1870-1924) görüşlerinden
hareketle kurulan sosyalist yönetimlerde ateizm, komünist partilerin
propaganda aracı olarak kullanılmıştır. Eski Sovyetler Birliği’nde ve
halâ bazı ülkelerde ateizm Marxist ve Leninist dünya görüşünün ayrılmaz
bir parçası olarak görülmüş ve "ilmi ateizm" adıyla takdim edilmiştir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Dinler Tarihi Empty
MesajKonu: Geri: Dinler Tarihi   Dinler Tarihi EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:38 am

Ateşe Tapma

Özellikle Hint-İranlılarda oldukça yaygın bir ibadet türüdür. Ateşe
tapanlar, "kutsal alev" dedikleri şimşeği, insanla gökyüzü arasındaki
bir köprü olarak görüyorlardı. Ateş tanrısı Ehrimen'di. Persler ise
Ahuramanza adına sürekli ateş yakarlardı.

Ateşe tapma Parsiler'de de devam etti. Yunanlılar ateşin yararını
Hephaistos'ta, ateşten yararlanma sanatını Prometeus'ta, kutsal alevi de
Hestia'da tanrılaştırdılar. Roma'da ise Vesta Tapınağı'ndaki sürerkli
ateşi rahipler korurdu. Zerdüşt dinine inananlar da ateşe taparlar,
kutsal ateşin yakıldığı yapıya "ateşgâh" derlerdi. Ateşgâhlar bu dinin
tapınaklarıydı.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Dinler Tarihi Empty
MesajKonu: Geri: Dinler Tarihi   Dinler Tarihi EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:38 am

Bahailik

Bahai dininin kurucusu, Bahaullah Mirza Hüseyin Ali adlı bir İranlıdır.
12 Kasım 1871'de İran'ın Tahran kentinde dünyaya gelen Bahaullah,
sürgünde bulunduğu Akka'da (1892) yaşamın yitirdi. Soyu, Türk kökenli
Kaçkarlar'a dayanan Bahaullah, çağdaşı olan Ali Mehmet Bab'ın
öğretilerinden etkilendi; Musevilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet gibi tek
tanrılı dinlerin yanı sıra Budizm, Brahman ve Zerdüşt gibi çok tanrılı
dinlerin araştırdı, bilgilerini artırdı.

Şiraz'da kendi görüşlerini yaymaya başladığı (1848) sırada, "Ali Mehmet
Bab'ın görüşlerini savunuyor" gerekçesiyle kovuşturuldu.1852'de Bağdat'a
sürüldü. Ancak, Ali Mehmet Bab'ın 1849'da kurşuna dizilip, sahneden
çekilmesiyle, "Babailer" olarak bilinen yandaşları, Bahaullah'a
yöneldiler. Böylece Bahaullah'ın çevresi kısa zamanda genişledi. Ne var
ki, Osmanlı yönetimi, onu İstanbul'a sonra Edirne'ye (1864) sürgün etti.
Ancak Bahaullah burada da etkinlik gösterince bu kez Akka'ya
gönderilerek (1868) orada hapsedildi.

Hapsedildiği kalede, tek ve çok tanrılı dinlere dayanan bilgilerini
birleştirip yeni bir din kurma girişiminde bulunan Bahaullah'a göre;
insan, inanma gereksinimi olan bir yaratıktır. Dinler ise, inanmayı
biçimlendiren birer araçtır. Öyle ise din, yaşamın bir parçası olmalı ve
tüm insanları kucaklamalıdır. Oysa, süregelen peygamberlerin dinleri,
belli toplulukları, kendi tekelinde tutmayı; ya da kendi kabul ettirmeyi
amaçlamaktadır.

Kimileri de, bu kabul ettirmede zorbalığa dayanmaktadır. Bunu yaparken
Tanrı'nın buyruğuna uyduklarını, yeryüzünde "Allah'ın hakimiyeti" ni
esas aldıklarını ifade etmektedirler. Özellikle, geçmiş çağlarda görülen
bir çok kanlı olayların temelinde kendi dinini egemen kılmak
isteyenlerin zorbalıkları gözlenmektedir. Din zorbalığa dayanılarak
kabul ettirilmemelidir.

İnsan, kendi aklı ve vicdanıyla doğruyu bulmalı, dinin seçmelidir.
Baskısız ve dayatmasız kendi olgunluğuna kavuşan insan, özgür iradesiyle
hareket etmeli, önündeki seçeneklerden birini kendi iradesiyle
seçmelidir. Bu olgunlukla seçilen ve yaşatılan din, insan hak ve
hukukuna saygılı olur. İşte o zaman din, insanların gereksinimlerini
karşılayan yaşamsal bir kurum haline gelir.

Bu temel ilkeler doğrultusunda kendisini ifade eden Bahaullah; kişilerin
olduğu gibi görünmesi ve göründüğü gibi olmasını; yani sözleri ile
eylemlerinin birbiriyle uyumlu olmasını istemektedir. Gerçek dostluğun
ve inanç olgunluğuna ermenin, ancak eylem içinde belli olduğuna dikkat
çeken Bahaullah; uluslararası barışın, dostluğun, sevginin ve
kardeşliğin sağlanması için ortak bir dilin oluşmasını; yargının
uluslararası merkezi bir sisteme bağlanmasını; bireylerin olduğu gibi,
ulusların ve devletlerin de olumsuz eylemlerinden dolayı
yargılanmalarını, tüm insanlığın yararına görmektedir. Elbette ki
üretimde ve tüketimde adaletli paylaşım esas alınmalıdır.

Yaşadığı çağ gereği, önceki peygamberlerden daha toplumsal, daha
ekonomiksel, daha hukuksal olarak insanlara yaklaşan Bahaullah, kendi
din öğretilerini içeren Kitabul - Akdes (En Kutsal Kitap), Kitabul -
İkan (Sağlam Bilme Kitabı), Kelimat-ı Maknune (Maknu'nun Sözleri),
Tarazat, İşrakat (Işıklandırma), Tecelliyat (Görünme, Belirme),
Kelimat-ı Firdevsiye (Firdevsi'nin Sözleri) adlı kitaplar yazdı.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Dinler Tarihi Empty
MesajKonu: Geri: Dinler Tarihi   Dinler Tarihi EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:38 am

Bektaşilik

Hacı Bektaş-i Veli'nin izini sürenlerce, onun adına kurulmuş bir
tarikattır. Ali ve On İki İmam sevgisine dayanır. Olgunluk, insan
sevgisi, özdeşlik, eşitlik, özgürlük ilkelerini oluşturur. Varlık
birliği görüşüne, insanın kutsallığına inanır. Görünüşe değil, öze önem
verir.

Bektaşiliğin içerdiği düşüncelerin odağını oluşturan sevgi "Evren-Tanrı-
insan" birliğini kavramayı amaçlar. Velayetname'ye göre; Hacı Bektaş-i
Veli bütün insanların kardeş olduklarını, yeryüzünden ortaklaşa, barış
içinde yararlanılması gerektiğini, varlık birliğinin gerçekliliğini,
insanın tanrısal niteliklerle donatıldığını savunmuştur.

İnsanın anlamını kavramak gibi iç başarısı vardır. Bu başarının ilk
basamağı kişinin kendini tanıyarak sevmesidir. Kendini bilen kendisini
sever. Kendini seven kendini bilir. Kişi tanrısal bir özle
donatıldığından "Kendini seven Tanrı'yı sever" Bu düşünce Bektaşilik'te
varlık birliğine tek yoldur. Bu nedenle bütün Bektaşilerin bağlandıkları
bir ilke niteliği taşır. Hacı Bektaş-i Veli'nin izini sürenlere göre
Tanrı'yı sevmek, Ali'yi sevmekle başlar. Çünkü Bektaşilik Ali sevgisini
yaymayı, sürdürmeyi amaç edinmiş bir kuruluştur.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Dinler Tarihi Empty
MesajKonu: Geri: Dinler Tarihi   Dinler Tarihi EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:39 am

Budizm

M. Ö. 4. yüzyılda, Hindistan’ın kuzeydoğusunda, Brahmancılık'ın sert
uygulamalarına alternatif olarak kurulan, Buddhacılık veya Budizm olarak
bildiğimiz ekolün mimarı olan Gautama Buddha’nın yaşamı hakkında kesin
ve net bir bilgi birikimine sahip değiliz.

Çeşitli kaynaklarda, O'nun M. Ö. 560-480 yılları arasında yaşadığı
belirtilmektedir. Gautama’yı Himalayaların eteklerinde Lumbini
Ormanı'nda dünyaya getiren annesi, doğumdan yedi gün sonra ölmüştür.
Çocukluk ve gençlik çağını sorunsuz bir şekilde yaşayan Buddha,
çevresindeki acılardan etkilenerek, ailesini bırakıp çok sıkı bir çileye
girmiştir.

Yavaş yavaş etrafında bir cemaat oluşmuştur. Bundan sonraki yıllarda,
öğretisini yoğun bir şekilde, Hindistan’ın kuzeydoğusundaki Ganj
Havzası'nda yaymaya çalışmıştır. 80 yaşına bastığı gün, Kuşinagara’da
eceliyle ölmüştür. Hint adetlerine göre, cesedi yakıldıktan sonra
külleri sekiz kişi tarafından paylaşılmıştır.

Düşünceleri, ölümünden sonra dört ayrı şekilde ele alınmıştır. Buddha’ya
göre "akıl, gelip geçici olaylardan temizlenmelidir. Düşünce zinciri,
kontrole imkan olmayan girdaplarda mahvolur gider." Mutlak Yaratıcı için
"Hiçbir fani göz O’nu görememiştir, O’nu görmek için açılan perdenin
arkasında, kendisini saklayan bir başka perde çıkar; fakat perdeler
sonsuzdur." ifadelerini kullanır ve şöyle devam eder:

"Mutlaka, karanlıklar aydınlanacaktır; ama kurbanlar, armağanlar vererek
güçsüz tanrıların himayesini aramaya kalkışmayınız. Göklerde melekler
bile geçmiş zamanların meyvesini toplamaktadır. Cehennemin en geniş
çukurlarında da şeytanlar cezalarına katlanıyorlar. Kainat ise durup
dinlenmeden doğmasına devam ediyor. Sizi bu aleme bağlayan zincirleri
koparın. Eşyanın ruhunu ve özünüzü tadın, göksel bir rahatlığa kavuşun."

"Ben ki, kardeşlerimin ızdıraplarına ağlarım ve bu alemin tüm acıları
ile yaralanmış olan Buddha’yım. Şimdi gülüyorum ve bahtiyarım, zira,
hürriyetin varolduğunu, iradenin acılardan ve elemlerden daha üstün
olduğunu biliyorum. Ey ızdırap çekenler, sizler de bilin ki, bu ızdıraba
sebep olan yine kendinizsinizdir. Geçmişte yapılan hareketler elem,
ileride yapılan hareketler ise, bireye mutluluk verir. Ama bunlar
izafidir. Şayet ızdırabın kaynağını bilen kimse, bu ızdıraba sabırla
katlanabilirse, aşk ve hakikat için savaşabilirse, hergün biraz daha
hareketli ve merhametli olur. O kişi öldüğü zaman, hesaba hazırdır."

"Sonunda, işkence halini alan tutkuları bilmez, lekeleyen günahı
tanımaz. Yeryüzünün hep işkence ve elemden başka bir şey olamayan sevinç
ve kederleri, artık onun esenliğini bozamaz. O Nirvana'ya girmiştir,
bizim gibi yaşayamaz. Fakat, yine hayatla birlik halindedir. Nirvana’ya
ereni, bu fani alemde sarsacak hiçbir kuvvet bulunmaz."

"Dünya, Ahiret'in tarlasıdır. İnsan, dünyada ihtiyar ve iradesiyle
iyilik ve kötülükten ne yaparsa Ahiret'te onun karşılığını bulur" diyen
Buddha’nın yaşamı boyunca çektiği çileler sayesinde, bazı gerçekleri
somut bir hale dönüştürdüğü, bir beşerin kazanç hanesinde gördüğü izafi
değerleri kayıp olarak nitelendirdiği; özellikle de kendi aslına ve
hakikatine ulaştığı, yaşam verilerinden kaynaklanan cümlelerle
belirginleşmiş durumdadır. Budizm; ahlakı, doğruluğu, akıl ve aksiyon
bakımından kötülüklerden uzak kalmayı yeğler.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Dinler Tarihi Empty
MesajKonu: Geri: Dinler Tarihi   Dinler Tarihi EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:39 am

Jean Calvin

1509-1564 yılları arası yaşamış İsviçreli teolog. Piskopos olan
babasının etkisiyle küçük yaşta dinle ilgilenmeye başladı. 1523'te
Paris'e giderek felsefe ve mantık eğitimi yaptı. Daha sonra, Orleans ile
Bourges'da teoloji ve hukuk öğrenimi gördü. Stoacı düşünürlerden
etkilendi. 1536'da Hristiyanlık üzerine yazdığı Hristiyan Dininin
Bağlayıcı İlkeleri adlı kitabı ile ünlendi.

1541'de Cenevre Belediyesi'nin çağrısına uyarak bu kentte bir kilise
okulu kurdu. Katolikliğe dönüş yönündeki baskılara kentin ancak
Calvin'in önderliğinde direnebileceğini düşünen Cenevreliler ona yüklü
bir maaş bağladılar. Calvin'in hazırladığı yeni kilise yönergeleri
1561'de kent meclisince kesin biçimde onaylandı. Yeni düzene göre kilise
hiyerarşisinde dört aşama yer alıyordu: Öğreti uzmanları, vaizler,
disiplin kurallarından sorumlu yaşlılar ve sosyal-hayır işlerini
yürütmekle görevli diyakozlar.

Reform kilisesinin hızla büyümesi, bu gelişmeye maddi destek sağlamak
amacıyla, vaizlerin sözcüsü olarak kent meclisinin toplantılarına
katılan Calvin, pek çok siyasal kararda etkili oluyordu. 1541-1555 arası
Cenevre'deki karşıtlarını etkisizleştiren Calvin, başka ülkelerde
görüşlerini yaymaya yöneldi. Özellikle Fransa'da etkili oldu ve 1559'da
Paris'te, sarayın gözleri önünde toplanan Calvinci ilk ulusal sinod,
ulusal bir itikatname ve yönerge benimsedi.

1560'larda sağlığı iyice kötüleşen Calvin'in sorumluluklarını paylaşmaya
başlayan Beza, 1564'te onun ölümünden sonra Calvenciliğin önderliğini
üstlendi. Calvin, dinin yalnızca inanç değil, aynı zamanda bir
eğitim-öğretim sorunu olduğunu öne sürdü. Papalığı ve o güne dek var
olan mezhepleri eleştirerek reformlar yapılmasını önerdi.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Dinler Tarihi Empty
MesajKonu: Geri: Dinler Tarihi   Dinler Tarihi EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:39 am

Calvincilik

Jean Calvin'in XVI. yy başlarında ortaya attığı görüşlere dayanarak
kurulan bir Hırisiyan mezhebi. Bu dinsel inanç sistemi, ilk kez
Cenevre'de, daha sonra Hollanda, İskoçya, Almanya ve Fransa'da kurulan
yeni kiliselerde örgütlendi. Calvincilik, toplumsal kurumları; gelenekçi
din anlayışına göre değil de, Hristiyanlığın başlangıcındaki özüne göre
düzenlemeyi savundu. Bu amaçla bilimsel gelişmelere koşut bir
eğitim-öğretim uygulamaya çalışarak yeni bir teknoloji oluşturdu.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Dinler Tarihi Empty
MesajKonu: Geri: Dinler Tarihi   Dinler Tarihi EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:39 am

Deizm

17. Yüzyılda Fransa ve İngiltere'de ortaya çıkan bir anlayıştır. Bu
görüş, Tanrı'yı akla dayanarak açıklamak ister. Dindeki mucizelere, boş
insanlara karşı çıkarak batıl görüş ve dogmalardan insanı koruyarak,
insanların din çerçevesi içinde akıllı, bilgili ve sorumlu biçimde
davranmalarını amaçlar. Deizm, laikliğin doğması ve gelişmesinde etkili
olmuştur.

Deizm'e göre Tanrı, ilk neden olarak evreni yaratmıştır. Tanrı, varlık
düzenini bir kere yaratmıştır ve daha sonra müdahale etmesi akla
aykırıdır. İnsan için en önemli ödev, Evren'i ve yasalarını akıl yoluyla
bilmek ve anlamaktır. Dinlerdeki duygusal ve akla aykırı Tanrı
kanıtlamaları gereksizdir. Bu görüş, Cherburi, J. Locke, J.J. Rousseau
ve Voltaire tarafından temsil edilmiştir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Dinler Tarihi Empty
MesajKonu: Geri: Dinler Tarihi   Dinler Tarihi EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:40 am

Deprem İnanışları

Hindistan: Dünya, bir kaplumbağanın üzerinde duran dört fil tarafından
tutulmaktadır. Kaplumbağa da bir kobranın üzerinde dengede durmaktadır.
Bu hayvanlardan herhangi biri hareket edince, Dünya sallanır.

Assam (Bangladeş ve Çin'in arasında): Dünya'nın içinde yaşayan bir insan
ırkı vardır. Bu insanlar, yer yüzeyinde insan olup olmadığını anlamak
için zaman zaman yeri sallarlar. Çocuklar sarsıntıyı hissettiklerinde,
‘‘Yaşıyorum, yaşıyorum’’ diye bağırdıkları zaman Dünya'nın içindeki
insanlar yer yüzeyinde insan olduğunu anlarlar ve sarsıntıyı keserler.

Sibirya: Dünya, bir kızak üzerindedir ve bu kızağı kullanan kişi Tanrı
Tuli'dir. Birkaç pireli köpek de bu kızağı çekmektedir. Köpekler
kaşınmayı durdurduklarında Dünya sallanır.

Meksika: El Diablo isimli bir canavar, Dünya üzerinde dev yarıklar
açmaktadır. Bu yarıklar da şimdiki faylardır. O ve şeytansal
arkadaşları, yeryüzünü karıştırmak istedikleri zaman bu dev yarıkları
kullanmaktadır ve deprem olmaktadır.

Mozambik: Dünya, yaşayan bir yaratıktır ve problemleri insanlarınki ile
aynıdır. Bazen yaratık ateşlenir ve üşür, biz de titrediğini hissederiz.


Belçika: Dünya üzerinde yaşayan insanlar, aşırı günahkár oldukları
zaman, Tanrı insanlara gezegenimizi çevreleyen havayı savurmak üzere
kızgın bir melek gönderir. Meydana gelen fırtınalar, Dünya'da bir dizi
şok şeklinde hissedilen bir müzik tonu yaratır.

Doğu Afrika: Büyük bir balık, üzerinde bir taş taşımaktadır. Bir inek de
o taşın üzerine oturmuştur ve Dünya da ineğin bir boynuzunun üzerinde
dengelenmiştir. İneğin boynu ağrıdığı zaman, Dünya'yı boynuzu ile
fırlatıp diğer boynuzunda tutmaktadır. Böylelikle de yer sallanmaktadır.


Romanya: Dünya üç direk üzerinde durmaktadır. Yardımseverlik, umut ve
güven. İnsanoğlu bu öğelerden birisini veya birkaçını kaybederse
direklerin taşıma gücü azalır ve Dünya sallanır.

Yeni Zelanda: Dünya adlı Anne'nin karnında bir çocuk vardır. İsmi Genç
Ru'dur. Ru, ne zaman Dünya Anne'nin karnını tekmelerse o zaman Dünya
sallanır.

Kızılderililer: Birgün Chickasaw şefi, Choctaw prensesine aşık olmuş,
şef çok yakışıklıymış, fakat ayağının birisi yamukmuş, bu yüzden de ismi
Aksakayak'mış. Daha sonra şef prensesi istemiş ve prensesinin babası
reddetmiş. Bunun üzerine şef ve ordusu prensesi kaçırmış ve hep birlikte
evliliklerini kutlamaya başlamışlar. Ama Büyük Ruh, çok sinirlenmiş ve
ayağını yere hızla vurmuş. Meydana gelen sarsıntı, Mississipi Nehri'nin
taşmasına neden olmuş. Böylece düğündeki herkes boğulmuş. (Mississipi
Nehri'nin yanındaki Aksakayak Gölü, 1812 yılındaki Yeni Madrid
depreminden sonra oluşmuştur.)

Batı Afrika: Dünya, büyük bir dağ ile bir devin arasındaki bir yatay bir
disk şeklindedir. Devin görevi, Dünya'yı, karısınınki ise gökyüzünü
taşımaktır. Dev karısına her sarılışında Dünya sallanır.

Hindistan: Yedi tane yılan, gardiyan cennetin en alt noktasında, 7 odayı
korumakla görevlendirilmiştir. Bu gardiyanlar, aynı zamanda sırayla
Dünya'yı tutmaktadırlar. Gardiyanlar görevleri birbirlerinden
devralırken Dünya sarsılmaktadır.

Litvanya: Drebkuhls isimli bir Tanrı, cehennemde yürürken Dünya'yı da
kollarında taşır. Drebkuhls, ne zaman kötü bir gün geçirirse o zaman
Tanrı'nın elleri yorulmaktadır ve Tanrı'nın taşıma gücü azaldığı için
Dünya sallanmaktadır.

Kolombiya: Dünya ilk oluştuğunda üç tane kalas üzerinde duruyormuş.
Fakat birgün Chibchacum isimli bir Tanrı, Bogota Ovası'nın sular altında
kalmasının çok eğlenceli olacağını düşünmüş ve bir sel meydana
getirmiş. Bundan dolayı Chibchacum, Dünya'yı omuzunda taşımak üzere
cezalandırılmış. Sonra Chibchakum çok sinirli olmuş ve zaman zaman
kızdığında Dünya'yı sallamaya başlamış.

İskandinavya: Tanrı Loki, erkek kardeşinin ölümünden dolayı
cezalandırılır ve yeraltındaki bir mağaraya kapatılır. Kafasının
üzerindeki bir yılan da, durmadan zehirini damlatır. Loki'nin kız
kardeşi de bir kapta bu zehiri toplar. Zaman zaman kızkardeşi kabı
boşaltmak üzere oradan ayrılır. O durumda da zehir Loki'nin yüzüne
damlar. Zehir damlalarından kurtulmak için Loki eğilip kafasını
oynattıkça yer sarsılır, deprem olur.

Yunanistan: Aristotle ve William Shakespeare'e göre, Henry adlı oyunda,
kuvvetli, vahşi rüzgárlar yeraltındaki mağaralarda tutulmaktadır. Kaçmak
için uğraştıklarında, verdikleri mücadele depremlere neden olurlarmış.

Japonya: Japon Adalarını sırtında taşıyan büyük bir kedi balığı (ya da
Namazu), denizin altında kıvrılmış halde durmaktadır. Diğer taraftan
Tanrı Daimyojin, kafasının üzerinde çok ağır bir taş olduğundan hareket
edememektedir. Bir ara Namazu hareket ederek Naimyojin'in dikkati
dağılır ve yer sarsılır.

Orta Amerika: Dünya, dört köşesinde dört Tanrı bulunan bir kare
şeklindedir. Yeryüzünde nüfus arttığında fazlalığı dökmek için bu kare
alanı sallarlarmış.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Dinler Tarihi Empty
MesajKonu: Geri: Dinler Tarihi   Dinler Tarihi EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:40 am

Gnostisizm

Hıristiyanlıkta bir akım. Bilinircilik de denir. Yunanca gnostikos
(bilgiye sahip insan) sözcüğünden türetilmiştir. Tanrısal, mutlak
bilgiye bir anlık aydınlanmayla, sezgiyle ulaşılabileceğini ileri süren
bir dinsel akım. İlk çağ Yunan felsefesi ile Hıristiyan dininin
görüşlerini kaynaştırmaya çalışan, felsefeciler tarafından milatttan
sonra I. ve II. Y.y' larda oluşturulmuştur.

Bu akımın savunucuları, dinlerin mutlak bilgiyi sağlamada yetersiz
oldukları görüşündedirler. Bu nedenle de Hıristiyanlar tarafından sapık
bir tarikat olarak görülürler. Çünkü onlar için saltık bilgi, dinsel
bilgilerin çok üstünde bulunan kurgusal bilgilerdir. İsa' nın Tanrı' nın
oğlu olduğu, doğduğu ve büyüdüğü, çarmıha gerildiği ve bunun gibi
Hıristiyan inaklarını (dogmalarını) yadsırlar. Onlar için İsa düpedüz
insandır.

Gnostisizmi savunan felsefeciler gerçekte de dar bir tarikat yaşamı
sürdürürler ve çileciliği savunurlar. Temel inanç esasları ve ibadet
şekillerinde gnostizmin hakim olduğu dinlerde bulunmaktadır. Bunlar;
Sabiilik, Manihezim ve Hermetisizm' dir.

Gnostismin başlangıcı konusunda bir çok görüş ileri sürülür. Başta
çeşitli kilise babaları olmak üzere, bir çok Hıristiyan yazar
gnostisizmi Hıristiyanlık içerisinden kaynaklanan bir heretic olarak
değerlendirmiş ve Simon Magus'u bütün sapkınların babası olarak
görmüşlerdir. Ancak gnostisizm hıristiyanlık öncesi dönemlerden itibaren
var olan bir gelenek olması gerçeği görülerek, bu görüş bir çok bilim
adamı tarafından eleştirilmiştir.

Gnostisizmin İran, Eski Yunan, Eski Mısır, Babil ya da Yahudilik
kaynaklı olabileceği çeşitli teoriler bulunmaktadır. Gnostisizmin temel
öğretileri arasında ışık ve karanlık ya da iyilik ve kötülük arasındaki
düalizm (ikicilik), maddi evrenin -ve bedenin- kötülüğü, demiurg
düşüncesi (bkz sözlük), ruhun ilahi evrene ait olup süfli (bayağı,
aşağılık) yeryüzünde beden içerisinde hapishane hayatı sürdüğü kurtuluş
için dünyevi olan her şeyden uzaklaşmak ve bunun neticesinde gnosis'e
ulaşmaktır.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Dinler Tarihi Empty
MesajKonu: Geri: Dinler Tarihi   Dinler Tarihi EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:40 am

Hinduizm (Brahmancılık)

Hinduizm çok kapsamlı ve geniş bir dindir. En üstte bulunan Realite'ye
tapar ve bütün insanların er geç gerçeği fark edeceğini belirtir. Ebedi
bir cehennem ve lanetlenme diye bir şey yoktur. Tek tanrıcılıktan
tanrıya inanan düalizme kadar bütün ruhsal yolları kabul eder.

Her varlık kendi yolunu seçmekte özgürdür; bunu ister duayla, ister
inzivayla, ister meditasyonla yapar, isterse fedakârca davranışlarla.
Tapınaklarda tapınmaya, kutsal metinlere ve guru disiplini geleneğine
önem verir. Dinsel bayramlar, haç, kutsal ilahiler ve evlerde tapınak
uygulanan geleneklerdir.

Hindu yolunu sevgi, şiddetten kaçınma, iyi davranışlar ve doğruluk
yasası tanımlar. Bütün karmalar temizlenene, Tanrı fark edilene kadar
her varlık yeniden bedenlenir. Muhteşem kutsal tapınakların, Hindu
evindeki huzur dolu dindarlığın, metafizik ve yoga bilimin önemi
büyüktür.

Hinduizm mistik bir dindir. Bu dinde olan kişiyi iç varlığındaki Gerçeği
kişisel olarak tecrübe etmeye, sonunda insan ile Tanrı'nın bir olduğu
şuurun zirvesine ulaşmaya teşvik eder. Hinduizm, dünyanın en eski
dinidir. Başlangıcı belli değildir ve kayıtlı tarihten öncesine kadar
uzanır. Belli bir kurucusu yoktur. Mezhepleri: Saivizm, Sahtizm,
Vişnaizm ve Smartizm'dir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Dinler Tarihi Empty
MesajKonu: Geri: Dinler Tarihi   Dinler Tarihi EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:40 am

Hurufilik

Hurufilik, kimi araştırmacılara göre ayrı bir din, kimilerine göre bir
mezheptir ya da yalnızca bir tarikattir. Ne var ki tüm araştırmacılar
Hurufiliğin harflere olan özel ilgisi üzerinde birleşirler. Zaten bu
akımın çeşitli yapıtlardaki tanımları doğrudan Hurufilik’in bu
niteliğini vurgulamaktadır. Örneğin Orhan Hançerlioğlu’nun “Felsefe
Ansiklopedisi”nde Hurufilik, “harflerden dinsel anlamlar çıkaran İran
içrekçiliği (ezoterizmi)” olarak tanımlanmaktadır. Britannica’da yer
alan tanım da “harf ve rakamların çeşitli yorumlanmaları üzerine kurulu
bir inanç dizgesi” biçimindedir. Zaten “huruf” sözcüğü harf sözcüğünün
çoğuludur. Hurufilik, harflere olan özel eğilimi dışında, ikinci bir
özelliği ile de ilgi çekmektedir, o da “içrekçi” yani “batıni”
(ezoterik) oluşudur.

Bu durumda Hurufilik olarak bilinen bu inanç akımını iki temel nitelik
altında değerlendirmek gerekmektedir: Ezoterizm ve Harfler. Harflerden
dinsel anlamlar çıkaran her inanç akımı Hurufilik ile ilgili olmadığı
gibi, ezoterik nitelikli akımların tümü harflerin anlamları ile
ilgilenmez. Hurufilik, bir yandan harfler ve harfler ile bağlantılı
olarak rakamlarla ilgilenmekte, diğer yandan bunların yardımıyla ve
bunlara dayanarak açıklanan, savunulan ezoterik inançları işlemektedir.

Hurufiliğin Öncülleri

Harfler bizi doğrudan yazıya götürmektedir. Harf ve rakamların
yorumlanması ve aralarında çeşitli özel ilişkiler kurulması ve
böylelikle görünen amaçlarının ötesinde anlamlandırılmaları tüm eski
kültürlerde görülen ve neredeyse yazının tarihiyle aynı zamanda başlamış
bir uğraştır.

Bu çabanın ilk örneği Pythagoras’ın öğretiler dizgesinde bulunur. Bu
dizge, varoluş sorunlarının felsefi araştırması amacıyla oluşturulmuş
bir inanç akımı çerçevesinde geliştirilmiş ve ünlü Pythagoras kuramı da
bu dizgenin bir yan ürünü olarak ortaya çıkmıştır. İ.Ö. 500 yıllarında
ortaya çıkan Pythagoras dizgesi, geliştirdiği müzik kuramı ile birlikte
ele alınınca ses, dil, sayılar ve harfler aracılığıyla evreni açıklamayı
amaçlayan bütüncül bir yapıya ulaşabilmiştir. Kendisinden önce gelen
Mısır, İran ve Hint tekniklerini kullandığı sanılan bu dizge, daha
sonraki harfçilerin sık sık başvuracağı temel yöntemleri geliştirmiştir.

Harfçiliğe tarihsel olarak ikinci örneği oluşturan “Kabbala”,
Hurufiliğin amacına pek benzer bir amaç taşımakta, harf ve sayıların
gizemini çözerek Tevrat’ı yorumlamayı hedeflemektedir. Kabbala’nın
yorumuna göre Tanrı kendisini belirli sayıda nitelik (Sefirot) biçiminde
dışsallaştırarak evreni yaratmıştır. Kabbala’nın yaratılış ile ilgili
bu savında yer alan hemen her unsuru, İslam ezoterizminde ve dolayısıyla
Hurufilik ve onun etkisi altındaki “Bektaşilik”te benzer biçimde bulmak
olanaklıdır.

Harfçilik ve etkilerinin İslam’da ne zaman ortaya çıktıkları konusu
oldukça tartışmalıdır. İslam harfçileri için uygun koşulları, Kur’an’da
bazı surelerin başında birbirinden ayrı ve anlamsızmışçasına yer alan ve
“Huruf-u Mukatta’a” diye adlandırılan harfler sağlamıştır.

Yaşar Nuri Öztürk, “Tarihi Boyunca Bektaşilik” adlı kitabında bu konuda
şunları belirtmektedir: “Şunu da söyleyelim ki, bu harf kümelerine
muhtelif ve çoğu kez esrarlı manalar verme işi, sahabiler devrinde
başlamıştır…Hatta Hz. Ali’nin: “Kur’an Fatiha’dan, Fatiha Besmele’den,
Besmele Ba harfinden ibarettir. Bense o Ba harfinin altındaki noktayım”
sözü çok ünlüdür.”

İslam’da “Kutsal Metinlere” harf düzeyinde yorum getirme çabasının ilk
örneği X. yüzyılda Hallac-ı Mansur’da görülür. Mansur, Kur’ana sözcük
anlamlarına bakarak "Yorum" getiren (Te’vil) Karmatiler’in bir
propogandacısıydı. (Karmatilik, IX. yüzyılda dinsellikle bağdaştırılmış,
sosyo-ekonomik temelli ezoterik bir akımdır.) Mansur, divanında ve
“Kitab al-Tavasin” adlı eserinde harfler ve sayıların “gizli
anlamlarına” değinen ilk İslam harfçisidir. Evreni ve Tanrı’yı insanda
görmenin bir sonucu olarak ilk kez “Enel-Hakk” diyen Mansur olmuş ve bu
sözü nedeniyle 922 yılında idam edilmiştir.

İslam’da harfçiliğin ikinci önemli örneğini Endülüslü düşünür
Muhyiddin-i Arabi (1165-1240) oluşturur. Endülüslü Yahudi düşünürlerin
ve Kabbalacıların etkisinde kalarak “El-Fütuhat El Mekkiye” adlı
yapıtında harfçiliğin bir çok örneğini sergilemiştir.

Fazlullah Esterabadi

Geliştirilmiş harfçi teknikleri kullanan Hurufiliği bir inanç sistemi
olarak kuran kişi Şihabuddin Fazlullah Esterabadi’dir. 1340 Yılında
doğan Fazlullah, genç yaşta teoloji ile ilgilenmeye başlamış, on sekiz
yaşındayken tasavvufa yönelerek hacca gitmiştir. Dönüşünde Harezm’e
gelmiş ve bir süre burada kaldıktan sonra Tebriz’e geçmiştir. Burada
etrafına topladığı kişilerle yaptığı dini sohbetler sayesinde büyük
saygınlık kazanmıştır. 1386 Yılından başlayarak Isfahan’da kendi
sistemini yaymaya başlamış, daha sonra uzun bir süre için bir mağarada
inzivaya çekilmiştir. Bu dönemde kendisinin “Mehdi” olduğunu ileri
sürmüştür. Çevresinde yedi kişilik bir çekirdek kadro oluşturmuş, bu
yedi kişinin çabaları sonucunda yeni inanç hızla yayılmaya başlamıştır.
Kısa sürede çeşitli toplumsal kesimlerden kişiler yeni akımın çevresinde
toplanmaya başlamıştır.

Fazlullah’ın kendi sistemini yaymaya çalıştığı ortam bu tür akımlar için
pek elverişlidir. Bu yöre Mazdeizm ve Karmatilik gibi bir çok ezoterik
akıma kaynaklık etmiştir.

Fazlullah hakkında bilgi içeren her kaynak, onun Tanrılığını ilan
ettiğini söylemektedir. Ancak bunu nasıl gerçekleştirdiğini
belirtmemektedirler. Bu ilan sadece “Enel-Hakk” biçiminde yapılmış
olabilir. Aynı yörelerde Hallac-ı Mansur’un oldukça tanındığı dikkate
alınırsa, en güçlü olasılık bu ilanın “Enel-Hakk” formülüne
dayanmasıdır.

Fazlullah, yarısı farsça ve yarısı da Esterabad lehçesi ile yazılmış
olan “Cavidan-ı Kabir” adlı bir eser ile adının “İskendername” olması
olası bulunan farsça bir manzume kaleme almıştır. Ayrıca “Arşname” ve
“Muhabbetname” adlı kitapları da vardır.

Yeni sistemin yaygınlaşması egemen çevrelerde rahatsızlıklar yaratır.
Timur’un oğullarından Miranşah’ın buyruğu ile Fazlullah tutuklanır ve
hapsedilir. 1394 Yılında Alıncak kalesinde öldürülür; cesedi ayaklarına
bağlanan bir iple çekilerek ibret olsun diye dolaştırılır. Fazlullah’ın
çevresindekiler kovuşturmalara uğrar.

Hurufi önderlerinden Ahmed Lur’un 1427’de Şahruh’a karşı bir suikast
eylemine girişmesinden sonra, müritlerden bir çoğu yakalanıp öldürülmüş,
hatta cesetleri bile yakılmıştır. 1467’de ise Karakoyunlu hükümdarı
Cihanşah’a karşı bizzat Fazlullah’ın kızının önderliğinde bir ayaklanma
hareketi şiddetle bastıtılmış ve isyanın önderi beş yüz kadar taraftarı
ile yakalanıp idam edilmiştir. Bu olaylar üzerine Hurufiliğe bağlı
kişiler bir çok ayrı yöne dağılarak, görüş ve inançlarını beraberlerinde
götürmüşlerdir.

Anadolu’da ve Rumeli’de Hurufilik

Hurufiler’in büyük çoğunluğunun Anadolu’ya sığındıkları biliniyor.
Özellikle Sivas, Eskişehir ve Batı Anadolu’nun bazı kent ve kasabaları
kısa zamanda kimliklerini çok iyi gizleyen Hurufi propagandacılarla
dolmuştur. Hurufiler, buradan Rumeli’ne geçerek Arnavutluk’ta, Filibe ve
Varna gibi Balkan önemli kentlerinde eylemlerini sürdürdüler. Bazı
tasavvuf cemaatlerine sızarak, kendilerini gizlemeyi ve inançlarını
yaymayı başardılar.

Abdülbaki Gölpınarlı “Hurufilik Metinleri Katalogu” ve “Fadl Allah
Hurufi” adlı yapıtlarında Hurufiliğin Anadolu’da Mir Şerif ve özellikle
büyük Azeri ozanı İmadeddin Nesimi tarafından yayıldığını belirtiyor.
Gölpınarlı, Mir Şerif'in Anadolu'ya Fazlullah’ın eserleri başta olmak
üzere bir çok Hurufi kitapları getirdiğini, Fazlullah’ın önde gelen
halifelerinden Nesimi’nin geniş boyutlu bir propaganda yürüttüğünü,
hatta bir ara Ankara’ya kadar gelerek Hacı Bayram-ı Veli ile görüştüğünü
söylüyor. Anadolu’da pek çok yer dolaşan ve uzun süre kalan Nesimi’nin
bir çok kişiyi Hurufiliğe kazandırdığı kesindir. Bu kişilerin sonradan
sistemli ve etkin bir propaganda yürüttükleri, Fatih Sultan Mehmet
döneminde Osmanlı sarayına kadar girmiş olmalarından anlaşılabilir.

Taşköprülüzade’nin “Şakayık-ı Numaniye” adlı eserine bakılacak olursa,
Fazlullah’ın halifelerinden biri Edirne’deyken genç Fatih’i etkileyecek
kadar başarılı olmuş, hatta bazı müritleri ile saraya yerleşmiştir.
Durumdan oldukça rahatsız olan Veziriazam Mahmud Paşa ile müftü Molla
Fahreddin-i Acemi, Hurufiler’in “Hulûl” inancına (Tasavufta Hulûl,
Tanrı’nın yarattıklarında meydana çıktığına inanmak demektir) sahip
oldukları konusunda genç Padişahı uyarabilmişlerdir. Fatih’in huzurunda
yapılan bir tartışma sonunda Hurufiler’in gerçekten “Hulûl” inancına
sahip oldukları kanıtlanmış ve bunun üzerine Sultanın buyruğu ile
Hurufiler tutuklanmış ve idam edilmişlerdir. Edirne’deki Yeni Cami’de
Fahreddin halkı Hurufiliğe karşı uyarmış, uygulamalarını ve inançlarını
anlatmıştır.

Bu olayla birlikte Osmanlı topraklarında Hurufiler’in yüzyıllar boyunca
sürecek kovuşturma ve cezalandırılmaları başlamış oldu. XVI. yüzyıla ait
belgeler, özellikle Balkanlar’daki çeşitli kentlerde sık sık Hurufi
kovuşturmalarının yapıldığını, pek çok Hurufinin yakalanarak idam
edildiklerini, cesetlerinin yakıldığını ortaya koymaktadır. Bu
kayıtlarda belirtilen kişilerin, doğrudan Hurufi olmasalar da,
Hurufilik’ten etkilenen çeşitli inanç akımlarına bağlı kişiler oldukları
kesindir.

Bu akımlar arasında başta “Kalenderiler” gelmektedir. Şiddetli ceza ve
baskılara karşın, çeşitli tasavvuf çevrelerine bağlı olup, Hurufilik
propagandasını yapan pek çok kişinin bulunduğu, özellikle XVI. yüzyılda
Balkanlar’da tanınmış olan Otman Baba, Rafii ve Usuli gibi ozanların
varlığı dikkati çekiyor. Bu kişileri daha sonra yaşamış olan Hayreti,
Muhiti, Yemini, Muhyiddin Abdal ve Arşigibi önde gelen Kalenderi ve
Bektaşi ozanları izlemiştir.

İshak Efendi “Kaşif el-Esrar” adlı kitabında, Fazlullah’ın
halifelerinden Ali el-Ala’nın propaganda yapmak üzere Anadolu’da
etkinlik gösterdiğini, XV. yüzyılın başlarında Bektaşi tekkelerine
girdiğini ve Hacı Bektaş’ın fikirleriymiş gibi Fazlullah’ın
düşüncelerini yaydığını belirtir. Bu sav, Bektaşi fikirlerinde
Hurufiliğin etkisinin bulunduğu göz önüne alınırsa, doğru kabul
edilebilir. Şiddetli kovuşturma ve baskı altındaki Hurufiler,
Bektaşiler’in arasında karışarak varlıklarını korumayı başarmışlardır.

Gölpınarlı’ya göre, farklı namazları ve Fazlullah’ın öldürüldüğü Alıncak
Kalesinde yapılan hac törenleri ile sıradışı uygulamaları olan
Hurufilik, bir süre sonra bağımsızlığını yitirmiş, sonradan özellikle
Alevi-Bektaşiler’e ve kısmen de diğer tarikatlere inançlarını aktararak
tarihe karışmıştır.

Hurufi İnançları

Hurufiliğe göre, varlığın özü sesten oluşur. Evren, sesin ortaya çıkması
ile var olmuştur. Özü oluşturan ses, canlılarda eyleme dönük (bilfiil),
cansızlarda gizilgüç (bilkuvve) olarak vardır. Ses, canlılarda istem ve
istekle ortaya çıkar.

Tanrı gizli bir hazinedir (Kenz-i Mahfi). Tanrı’nın ilk belirişi “Söz”
(Kelam) ile olmuştur. “Söz” ilk nedendir ve Tanrı’nın soyut bir “İç
Konuşması” (Kelam-ı Nefsi) niteliğindedir. Kesin bir gerçek olarak
görülen bu soyut söz, bazı öğelere ayrışır ve bu öğeler biçiminde dışsal
bir nitelik kazanır. Aslında sözün ayrıştığı bu öğeler Arap alfabesinin
yani Kur’an’ın 28 ve Fars alfabesinin 32 harfidir. Söz bu dış öğeleri
edinince, soyut durumunu yitirerek, “Söylenmiş Söz” (Kelam-ı Melfuz)
biçimine dönüşür. Söylenmiş sözün birleşik görüntülerinden duygu ve
bilinç evreni meydana gelir. Hurufiler, evrenin sonsuzluğuna ve sürekli
döngüsel devinimine, bu devinimden doğal olayların oluştuğuna inanırlar.

Tanrı, kendisini insanın yüzünde “söz” biçiminde görünür kılmıştır.
Sözün öğelerinin sayısal bir değeri vardır. İnsan yüzündeki burun
“elif”, burnun iki yanı “lam”, gözler de “he” harflerini verir. Böylece
insanın yüzünde simetrik yazılmış iki Allah sözcüğü ortaya çıkar. İnsan
yüzünde ayrıca çeşitli hatlar vardır: iki kaş, dört kirpik ve saçtan
oluşan yedi çizgiye “Ana Hatlar” (Hutut-ı Ümmiye) denir ve her insan
yüzünde bu çizgilerle doğar.

Bu yedi çizginin dört öğe (ateş, su, hava ve toprak) ile çarpımı Arap
alfabesinin 28 harfini verir. Ayrıca erkeklerde ergenlikte ortaya çıkan
yedi çizgi daha vardır. Bunlar sağ ve sol yanlar ayrı ayrı sayılmak
üzere iki sakal, iki bıyık, iki burun kılı ve bir çene altı kılı olarak
toplam yediye ulaşır ve “Baba Hatlar” (Hutut-ı Ebiye) adını alır.
Böylece yetişkin bir erkeğin yüzündeki çizgilerin sayısı on dörde
ulaşır. Bu çizgilerin kendileri ve bulundukları yerler (Hal ve Mahal)
olarak hesaplanması yine 28 harfi verir. Fazlullah, bu sayıyı 32’ye
çıkartmış ve Fars alfabesindeki harf sayısına ulaştırmıştır.

Bu konuda Hurufiler şöyle bir açıklama da yapmaktadırlar: Tanrı’nın
kendisini peygamberler aracılığı ile açıklaması aşamalar biçiminde
olmuştur. Evrenin temel öğeleri olan harflerin her peygambere giderek
artan sayıda bildirilmesi doğaldır. Nitekim Adem’e 9, İbrahim’e 14,
Musa’ya 22, İsa’ya 24, Muhammed’e 28 ve son peygamber olan Fazlullah’a
32 harf malum olmuştur. Bu peygamberlerden son dördüne bildirilen
öğelerin sayısı, her birine indirilen kitapların yazılmış oldukları
dilin alfabesindeki harf sayısı kadardır. Bunlar İbranice’de 22,
Yunanca’da 24, Arapça’da 28 ve Farsça’da 32’dir. Bu aşamalar nedeniyle
son peygamber Fazlullah’ın kendisinden önceki peygamberlerin bildikleri
herşeyin anlamını çözecek anahtara sahip bulunduğu aşikardır.

Kur’an’ın gizi 29 surenin başlarında bulunan “Huruf-u Mukatta’a”da
gizlidir. Bu harfler yinelenmelerin sayılmaması durumunda 14 tanedir
(elif, lam, re, kaf, hı, ye, ayın, sad, te, sin, he, mim, kef, nun) ve
bunlar anlamı açık ve kesin (Muhkemat) olarak kabul edilirler. Arap
alfabesinin kalan 11 harfi ise anlamı belirsiz ve yorumlamaya açık
(Müteşabih) biçimde değerlendirilirler. Asıl Tanrı sözü, Muhkemat’tan
oluşan 14 harftir ve bunlar kendilerini insanın yüzünde gösterirler.

Hurufiler’e göre evrenin üç temel dönemi vardır: peygamberlik
(Nübüvvet), imamlık (İmamet) ve tanrılık (Uluhiyet). Peygamberlik dönemi
Adem ile başlamış ve Muhammed’de sonra ermiştir. İmamlık dönemi Ali ile
başlamış ve on birinci imam Hasan Askeri ile bitmiştir. Fazlullah ile
tanrılık dönemi başlamıştır. Tüm peygamberler “Mehdi” olan Fazlullah’ın
habercisi ve müjdecisidirler. Fazlullah’tan sonra gelecek olan “Yetkin
İnsan” (İnsan-ı Kamil) Fazlullah’a uymak zorundadır.

Fazlullah, Musevilerin beklediği “Mesih”, Hıristiyanlar ve Müslümanların
gökten inaceğine inandıkları “İsa”dır. Fazlullah, gökten inmiş ve
kıyamet kopmuştur, dünya ahiret bir olmuştur. Bu nedenle ahiret yoktur.
Gerçek ortaya çıkmış ve tüm dinsel yükümlülükler kalkmıştır. Böylece
Hurufiler tüm ibadetleri harfler ile yorumlayarak iptal ederler ya da
değişik biçimde uygularlar. Örneğin hac, Fazlullah’ın öldürüldüğü yeri
ziyaret etmektir. Şeytan taşlama ise, Fazlullah’ı öldüren ve “Maran Şah”
(Yılanlar Şahı) dedikleri Timur’un oğlu Miranşah’ın yaptırdığı
Senceriye Kalesi’ni taşlamaktır.

Hurufilik ve Bektaşilik

Bektaşi düşüncesine hızla etki eden Hurufilik nedeniyle, bazı
araştırmacılar XV. yüzyıldan başlayarak Bektaşilik’in bozulduğunu ileri
sürmüşlerdir. Onlara göre Hurufilik hileli yöntemlerle, örneğin
Hurufilik görüşlerini Hacı Bektaş’ın görüşleriymiş gibi savunarak,
Bektaşi tarikatında etkin olmuştur.

Oysa Çamuroğlu'na göre, Bektaşilik Anadolu’ya Hacı Bektaş ile birlikte
adım attığında Aleviler zaten çoktan bu topraklardadırlar. Aleviler, bir
heterodoks derviş olan Hacı Bektaş’ı çeşitliliği barındırma
potansiyeline sahip olan bünyeleri sayesinde özümsemişler ve onu bir
önder olarak tanımışlardır. Bu bakımdan, Anadolu’da heterodoksi
denilince akla hemen Alevi-Bektaşi geleneği gelmektedir. Bu gelenek,
çeşitliliği özümsemesi ve hoşgörülü yapısı nedeniyle bir çok farklı
heterodoks zümreyi de içinde barındırmış ve tüm ezoterik düşüncelerin
Anadolu’daki sığınağı olmuştur.

Tümü farklı düşünce ve uygulamalara sahip olan Kalenderi, Haydari,
Hurufi, Torlak gibi akımlara bağlı olanlar bu geniş yelpazeye katılmış,
kendi bağımsız varlıklarını feda ederek, Alevi-Bektaşi toplumsal
olgusuna kendilerine özgü renkler katmışlardır. Alevi-Bektaşiler bu
durumda bir bozulma görmezler, zira inançları değişime açıktır. Tam
tersine bu durum onlar için bir zenginleşme yoludur.

Sonuç

1376 Yılından başlayarak Isfahan’da başlayan Hurufiliğin, her türlü
baskıya karşın, inanılmaz bir hızla Osmanlı topraklarına yayılmasının ve
etkili olmasının nedenleri çok yönlüdür. Şiddetli baskı ve zulme karşın
hızla gelişen ve yayılan bu inanç sisteminin gelişim nedenleri, hem
içinde büyüdüğü toplumsal yapının özelliklerine, hem de kendi içerik ve
dinamiğine bağlı olmalıdır.

Hurufilik öncelikle ezoterik bir inanç sistemidir. Dinlerin “İçrek”
(Batın) anlamlarıyla anlaşılması gerektiğini ve bunun da ancak özgür
“Yorumlama” (Te’vil) ile gerçekleşebileceğini ileri sürmektedir.
Hurufilik, ezoterik yaklaşımlar arasında, kentli nüfusa en fazla hitap
edenlerden biridir. O döneme kadar kentlerde pek görülmeyen ezoterik
yaklaşımın Hurufilik’le birlikte hızla kentleri de etkisi altına aldığı
görülür.

Ortodoks İslam’ın simgesel evreni ve kültürü, o güne dek düşünce
üretimine kentlerdeki medreseler ve yazılı belgeler yoluyla egemen
olmuştur. Hurufilik, yorumlama yoluyla, yüzyıllardır sarsılmaz olduğu
sanılan yazı ve kutsal metinlerin egemenliğini yıkmaya koyulur. Harfleri
konuşturur. İnsanı kağıda yazılmış olanın üzerine çıkartır. Belge ve
kayıtlara güvenen ortodoks sistemin kutsal metinleri, harflere getirilen
keyfi yorumlarla kuru yapraklar gibi savrulmaya başlar. Osmanlıların
ele geçirdiği kentlere doğru akan heterodoks dervişler, yıllar
öncesinden kentlerde yer bulmuş bir Hıristiyan heteroks geleneği ile
karşılaşır. Bu geleneğin en etkin temsilcisi “Bogomiller”dir.

Biri yazılı İncil’in, diğeri yazılı Kur’an’ın kalıplarına karşı mücadele
eden iki farklı dinin heterodoks akımları doğal olarak yakın ilişkiler
kurarlar. İslam heterodoksisi Hurufilik olmasaydı bu ilişkiyi kurmakta
pek zorlanacaktı. Öncelikle Fazlullah’ın kendisini “Mesih” ilan etmesi
bu ilişkinin kurulmasında etkin olmuştur.

Fazlullah’ın yazdığı “Cavidan” adlı yapıtın Firişteoğlu tarafından
“Aşıkname” adıyla yapılan çevirisinde sık sık “Yuhanna İncil”inden
alıntılar yer alamaktadır. On iki imamla on iki havari arasında
paralellik kurulmakta, İsrail’in on iki kabilesine göndermeler
yapılmaktadır. Anadolu heteroksisi Rumeli’ne geçerken de Hurufilik’ten
fazlasıyla yararlanır. Sonradan Bektaşilik incelenirken Hurufi
etkilerinin en yoğun olarak Rumeli ve Arnavutluk Bektaşiler’inde
görülmesi, Hurufiliğin oynadığı rolün ne denli önemli olduğunu gösterir.

Anadolu’nun heterodoks İslam’ı ya da tüm Osmanlı topraklarında İslam’ın
egemen olduğu simgesel evren içinde yaşayan heterodoksi, Hurufilik
sayesinde, aynı topraklarda yaşayan diğer kültürlerden halkları,
uzlaştırıcı çatısı altında toplama yeteneğini geliştirerek daha olgun
bir biçim kazanmıştır.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Dinler Tarihi Empty
MesajKonu: Geri: Dinler Tarihi   Dinler Tarihi EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:40 am

Nuh Peygamber

Her şey, Sir Leonard Wooley isimli amatör bir İngiliz arkeoloğun
Mezopotamya'da yaptığı kazılar sırasında başlamıştı. Ele geçen bulgular,
o güne kadar bir efsane gözüyle bakılan Nuh Tufanıyla bağlantılıydı.
Batı insanı çok haklı sebeplerden dolayı Kitab-ı Mukaddes'i güvenilir
bir kitap olarak saymadığı için bu kitapta anlatılan Tufan olayını da
mitolojik bir hikaye olarak değerlendirmekteydi. Ama Wooley'in
araştırması bu inancın yanlışlığını ortaya koyuyordu. Özellikle
sevinenler Hıristiyan ve Yahudi din adamları oldular. Derhal heyetler
oluşturulup çalışmalara başlanıldı.

Bu arada dünyanın her tarafında yapılan araştırmalar, Tufan'ın hemen
bütün toplumların efsanelerinde yer aldığını gösterdi. Asya'da 13,
Avrupa'da 4, Amerika'da 37, Avustralya ve Okyanusya adalarında ise 9
adet Tufan efsanesi tespit edilmişti. Bunların en şaşırtıcısı da Hopi
kızılderililerine ait olanıydı. Denizden çok uzakta, Kuzey Amerika'nın
güney batısında yaşayan Hopilerin destanlarında kabaran suların
ülkelerini baştan başa kapladığı, dağların tepelerine kadar yükseldiği
ve yeryüzündeki canlıları yok ettiği anlatılıyordu. Amerika'nın eski
sahiplerinden olan Azteklerin destanlarında ise Tufan'ın süresi bile
veriliyordu. Bütün bunlar, insanlık tarihinin hemen hemen başlarında
meydana geldiğini gösterir.

Sir Leonard Wooley'in bulduğu izler, Nuh Tufanı değildi elbette.
Mezopotamya ve çevresinin zaman zaman yaşadıkları büyük çaplı su
baskınlarından birinin iziydi. Öte yandan, arkeolojik araştırmalarda ele
geçen bulgular büyük bir tufanın yaşandığını ortaya koyuyordu. Bunun
yanısıra bulunan her parça Tevrat'ın tahrif edildiğini, Kur'ân-ı Kerim
ve Hadis-i Şeriflerin doğruluğunu teyid ediyordu. Gerçekten Kitab-ı
Mukaddes öylesine tahrif edilmiş, olaylar öylesine birbirine
karıştırılmıştı ki Nuh aleyhisselam adeta iki ayrı tufanı yaşayan bir
peygamber durumunda resmedilmiştir. Bu acımasız tahrifat, ileride
göreceğimiz gibi hala devam etmektedir.

NUH KAVMİ

Kur'ân-ı Kerim, Tufan'ı Nuh aleyhisselamın etrafında gelişen bir olay
olarak bildirmektedir. Hazret-i Nuh, alabildiğine dejenere olmuş bir
kavme peygamber olarak gönderilmiştir. Bu topluluk putlara tapınır,
insanlara zulmeder ve kötülüğün her türlüsünü açıkça işlerdi. Nuh
aleyhisselam yüzyıllar süren mücadelesine rağmen onlardan çok azını
Allahü Tealanın varlığına ve birliğine inandırabilmişti.

Fahreddin-i Râzî hazretlerinin bildirdiğine göre yola gelmemelerinin üç
sebebi vardı; "Birincisi; kendi aralarından çıkmış bir fani insana
peygamberlik makamını yakıştıramamışlardı. İkincisi; Nuh aleyhisselama
inanan insanlar, hayat seviyeleri düşük, fakir insanlardan oluşuyordu.
Eğer Nuh aleyhisselam gerçekten peygamber olsaydı, kendisine zenginler
ve kavmin ileri gelenleri bağlanırlardı. Üçüncüsü ise; onlara göre
kavmin ileri gelenlerin zengin ve kudretli olmaları zeki kişiliklerinden
kaynaklanıyordu. Bu sebeple fakir kişiler aptaldı ve muhatap alınmaya
değmezdi."

Bu kavmin ne zaman yaşadığı bilinmemektedir. Elimizde bu kavimle ilgili
iki önemli ipucu vardır ki bunlardan birisi Nuh aleyhisselamla ilgili
Kur'ân-ı Kerim'de verilen süre ve Gemi'nin Cûdî dağına oturması
haberidir. Geminin, sonrakilere ibret olarak bırakıldığını biliyoruz.
Bulunduğunda yaşı tespit edilebilecek ve böylece Nuh kavminin hangi
zaman diliminde yaşadığı öğrenilebilecektir. Nuh aleyhisselamın ömrü
ise, eğer o dönemin zaman anlayışına bir atıf yapmıyorsa insanlığın,
bilinenden çok eski dönemlerinde yaşadıklarını gösterir.

Gelelim efsanelere. Bütün kavimlerde en eski arkeolojik bulgularda bile
Tufan'dan efsanevi olarak bahsedilmektedir. Bu bulguların en eskisi MÖ. 6
bin sene öncesine ait olmasına rağmen bile yine de efsane olarak
görmekteyiz. Bu da, Nuh kavminin tahminlerden çok çok önceki devirlerde
yaşadığını göstermektedir. Şüphesiz Ayet-i Kerimelerde pek çok işaretler
var ama işin erbabının konuya eğilmesiyle anlaşılacaktır.

İLK PUTÇULUK

İnsanlığın ilk devirlerinde, sanıldığı gibi insanlar putperest
değillerdi. Saf ve duru bir yaratıcı inançları vardı. Zamanla bu inanış
dejenere olmuştu. Hazret-i Âdem'den Hazret-i Nuh'a kadar olan dönemde
putperestlik yaygın değildi. Ancak, Nuh kavminde işler değişti. Bu
kavmin dindarlıkta temayüz etmiş; Vedd, Suva, Yeğus, Yeuk ve Nesr
isminde beş önemli şahıs vardı. Bunlar bin nakle göre İdris
aleyhisselamın eshabıydılar.

Birbiri ardınca vefat etmeleri büyük üzüntü meydana getirdi. Geride
kalanlar da onların hatırasını canlı tutmak amacıyla onlara benzeyen beş
heykel yaptılar. Zaman zaman heykelleri ziyaret eder, o Sâlih
insanların nasihatlerini birbirlerine anlatırlardı. Ne var ki bir kaç
nesil sonra gelenler, söz konusu heykelleri putlaştırarak Tanrı ilan
ettiler. Artık putperestlik bu topluluğun resmi dini olmuştu. İnanç
sapkınlığı ahlaki ve sosyal çözülmeyi de beraberinde getirince Allahü
Teala Nuh aleyhisselamı peygamber olarak onlara gönderdi.

PEYGAMBERLİĞİ

Nuh aleyhisselam işte bu topluluğun içinde doğmuş ve yetişmiş birisiydi.
O, yeryüzüne gönderilmiş ilk Resuldür. Gerçi peygamberlik
müessesesinden haberdar olan ve kendilerini ibadete verip peygamberlik
beklentisinde olanlar vardı. Fakat bu şerefin bir rivayete göre marangoz
olan ve mütevazi bir hayat süren Nuh aleyhisselama verilmesi, ilahi
gayeyi kavrayamayan o insanları da tepkiye sürükledi. Bununla da
kalmayarak putperestlerin safına geçmişlerdi. Öyle ki hanımı ve öz oğlu
da Nuh aleyhisselama inanmıyorlar ve onu yalancılıkla itham ediyorlardı.


Böylece tüm halk Nuh aleyhisselamı yalanlamakla kalmıyor, onu
horluyorlardı. Çocuklara taşlatıyorlar, Nuh aleyhisselamı
dövdürüyorlardı. Bu topluluğun içinde bulunan ve Hazret-i Nuh'a inanan
80 kadar mümine de çeşitli işkencelerde bulunuyorlardı. Böyle
davrandıkları takdirde ilahi gazapla karşılaşacakları ihtar edildiğinde
ise; "Bunca senedir seni yalanladığımız halde herhangi bir azap
gelmediğine göre sen yalancının birisin. Madem ısrar ediyorsun,
korkuttuğun azabı getir" diye açıkça meydan okuyorlardı.

Nuh aleyhisselam, peygamberliğin verdiği engin şefkat ve merhametle
mütecavizleri yatıştırmaya çalışıyor, "Allahü Teala dilerse o azabı
başınıza getirir. Siz bu konuda Rabbimi engelleyemezsiniz. Yine onun
izni olmadan, size ne kadar nasihat etsem de faydasızdır. O sizin
Rabbinizdir. Mutlaka ona döneceksiniz" diye nasihat ediyordu.

Nuh aleyhisselamı davasından vazgeçiremeyeceklerini anlayan topluluk, bu
sefer işi öldürme tehtidine kadar vardırdı. Artık iyice artan baskılar
karşısında Hazret-i Nuh Rabbine yalvardı; "Rabbim, yeryüzünde inkarcı
bırakma. Doğrusu bu inkarcıların, sana inanan bir avuç insanı da yoldan
çıkarmasından korkuyorum. Rabbim, beni, annemi, babamı ve sana inanan
erkek ve kadınları bağışla. Yalnızca zalimleri yok et."

GEMİNİN İNŞASI

Yapılan duaların akabinde Allahü Teala'nın emirleri gelir; "Ey Nuh,
önceden sana iman edenlerden başka, kavminden hiç kimse iman etmeyecek. O
halde sana yapılanlara kederlenme . Bizim vahyimizle bir gemi yap.
Zulmedenler hakkında da şefkate kapılıp azabın kaldırılması için sakın
dua etme. Çünkü onlar suda boğulacaklardır."

Bu emirler üzerine, Nuh aleyhisselam hemen harekete geçer. O zamana
kadar görülmemiş boyutlarda olan geminin planlarını bizzat Cebrâil
aleyhisselam bildiriyor, Nuh aleyhisselam da kendisine iman edenlerle
beraber gemiyi inşa ediyordu. Kur'ân-ı Kerim'in buyurduğu şekliyle gemi;
elvahlı ve düsurlu idi. Elvah; levhin çoğuludur. Levh de tahta gibi
yassı şeylere verilen isimdir. Düsur ise; disarın çoğuludur. Geminin
parçalarını birbirine bağlayan nesne (çivi, halat, perçin vb.)
anlamlarına gelmektedir. Müfessirler bu bilgilerden geminin, birbirine
raptedilmiş tahta plakalardan inşa edildiğini söylemişlerdir.

Geminin inşası hızla sürerken putperest topluluk müminlerle alay
ediyorlardı. Bu kadar büyük bir geminin yüzemeyeceğini iddia
ediyorlardı. Bununla da kalmayıp geceleri geminin içine girip
ihtiyaçları gidermek suretiyle pisletiyorlardı.

Çalışmaların tamamlanmasından sonra, ilahi bir işaret olmak üzere
"tennûr, faryâb etmeye başladı." Tennûr; fırın, ocak anlamına
gelmektedir. Cevâlikî ve Sa'lebî'ye göre ekmek pişirmek için yerde
açılmış ve çamurla sıvanmış, içi ateş dolu olan yerdir. İslam alimleri
Hazret-i Havvâ'nın ekmek pişirmek için kullandığı fırını da tennur
olarak isimlendirmişlerdir. Faryâb ise; kuvvetle, şiddetle kaynamak
anlamına gelmektedir. Tennûr'un şiddetle kaynaması atmosferik bir dizi
hadisenin başladığına işaretti. İlim adamları, göğün boşalabilmesi için
çok ani ve muazzam ısı değişikliklerinin olması gerektiğini söylerler.
Belki de bölgedeki yanardağlar aniden faaliyete geçerek atmosferdeki bu
ısı değişikliğini meydana getirmişti.

İşaret alınınca; "Her cinsten birer çifti ve inkarcılar müstesna inanan
insanları gemiye bindir" mealindeki ilahi emir geldi. Nuh aleyhisselam
bu emri süratle yerine getirdi; "Binin gemiye, onun yüzmesi de, durması
da Allahü Tealanın adıyladır." Gemiye biniş sona erince olaylar birbiri
ardınca gelişiverdi. Bu durum Kur'ân-ı Kerim'de şöyle anlatılmaktadır;
"Bunun üzerine biz de gök kapılarını boşanan sularla açtık. Yeryüzünde
kaynaklar fışkırttık. Her iki su, belirtilen bir ölçüye göre birleşti.
Ardından gemi, Allahü Teala'nın korumasında dağlar gibi dalgaların
arasında akıp gitti."

Bu korkunç olay, kesin olarak bilinmeyen bir zaman ve kapsamda, Allahü
Teala'nın takdir ettiği sürece devam etti. İslam alimleri bu sürenin 6
ay civarında olduğunu bildirmişlerdir. Neticede, gemidekiler
kurtulurken, geriye kalan tüm insanlar helak oldular. Nihayet; "Ey arz
suyunu yut, ey gök sen de yağmurunu tut" emri geldi. Böylece sular
çekildi. Gemi Cûdî'ye oturdu. Kur'ân-ı Kerim'de Tufan ve geminin
izlerinin sonraki nesiller için saklandığı belirtilmekte ve "Buna rağmen
ibret alan var mı?" buyurulmaktadır.

Tufan'ın bir bölgeyi mi, yoksa bütün Dünya'yı mı kapladığı konusunda
tereddüt vardır. Bazı alimler Kur'ân-ı Kerim'de geçen; "Biz Nuh'u kendi
kavmine gönderdik" ilahi sözünü delil göstererek bir bölgede olduğuna
işaret etmişlerdir. Ancak bazı alimler de; "Tufan, Kur'ân-ı Kerim'de
mutlak olarak zikredilmiştir. Arabi dil kaidelerine göre böyle mutlak ve
kayıtsız söylenen ifadelerle o şeyin kemali kastedilir. Dolayısıyla
Tufan bütün dünyayı kaplamıştır" demişlerdir.

TUFANIN İZLERİ

Bu bilgilerden sonra başlangıç noktamıza dönelim. İngiliz arkeolog Sir
Leonard Wooley, 1922-1929 yılları arasında, Mezopotamya'nın antik
şehirlerinden Ur'da uzun kazılar yaptı. Wooley ve ekibi, büyük başarılar
göstererek MÖ. 4. bin yılından kalma kral mezarlarını ortaya
çıkardılar. Mezopotamya tarihinin öğrenilmesinde dönüm noktası olan bu
çalışmalar sırasında arkeolojik değeri çok yüksek kap, kaçak, miğfer,
silah vs. yanında Tufan'dan önceki kralların listesini ihtiva eden kil
tabletler de bulundu. O zamana kadar kral listeleri mitolojik olarak
görülüyordu.

Tabletlerin bulunmasından sonra, Wooley vakit kaybetmeden aynı yerde
kazılara devam etti. Ne var ki 12 metre daha derine inildiğinde izler
tamamen kesilmişti. Tarihi hiçbir bulguya rastlanmıyordu. Bu arada
toprağın yapısı incelendiğinde tuhaf bir şeyle karşılaşıldı. Zemin
tamamen balçıkla kaplıydı, fakat bu kadar derinlikte saf balçığın ne işi
vardı? Üstelik kazı çukurunun dibi, denizden çok uzakta ve nehir
seviyesinden de bir kaç metre daha yukarıdaydı. Hiçbir arkeolog tatmin
edici cevabı bulamamıştı.

Wooley kazıyı devam ettirdi ve daha
aşağılara indi. Derken 3 metreden fazla derinlik tutan balçık tabakası
birden bire kesildi. Şimdi normal toprak tabakalarına gelindiği
düşünülebilirdi ama hayır, zımpara taşlarına ve kap-kacak gibi eşyalara
rastlanılmıştı yeniden. Demek oluyordu ki bu çok eski medeniyetin
üzerini 3 metrelik balçık tabakası örtmüş, en üstte de Ur medeniyeti
yeşermişti.

Balçığın sebebi ve kapladığı sahayı öğrenebilmek için civar bölgelerde
bir dizi kazı daha yapıldı. İlk çukurdan 300 metre uzakta açılan ikinci
çukurda da aynı sonuç elde edildi. Wooley, bu sefer de yüksekçe bir
tepeyi kazdırdı. Sonuç değişmemişti, Böylece, balçık yığılmasının, ancak
çok kuvvetli bir su baskını, yani Tufan'ın eseri olabileceğine dair
rapor hazırlandı ve bütün dünyada heyecanlı yankılar doğdu. Bu arada
bazı çevreler su baskınının dar bir çevrede yaşandığını ileri
sürmüşlerdi ama yeni kazılar, onların iddiasını iflas ettirdi. Şuruppak
kralı Ubartutu zamanında bölgenin bütünüyle korkunç bir felakete
uğradığı ve kültür izlerinin tamamiyle gömüldüğü açıkça anlaşılıyordu.

Tufanla ilgili olarak Mezopotamya dışında etraflıca bir çalışma
yapılmadığından, su baskınının nerelere kadar uzandığını tam olarak
bilemiyoruz. Tahmin edilen mıntıka, Basra körfezinin kuzeybatısında, 400
mil uzunluğunda ve 100 mil genişliğinde bir sahadır. Olayın tarihi ise,
MÖ. 4 binden çok önceki yüzyıllardır. Bu tufan bildiğimiz Nuh tufanı
değildi elbette. Ama bu bile, geniş çaplı bir su baskınının neler
yapabileceğini göstermesi bakımından önemlidir.

Öte yandan yapılan jeolojik araştırmalar, mahiyeti bilinemeyen
sebeplerden dolayı dünyamızın yer yer bir kaç defa suya gömüldüğünü
gösteriyor. Miami Üniversitesi'nden jeokimyacı Jerry Stip'e göre,
dünyanın yaşadığı en müthiş su baskını, günümüzden yaklaşık 11,600 sene
önce olmuştur. Ancak bütün bu bulgular Nuh aleyhisselam zamanındaki
tufana ait midir bilinememektedir.

Mezopotamya dışında yapılacak kazıların bizi sonuca daha fazla
yaklaştıracağı muhakkaktır. Özellikle Hazret-i Nuh'un inşa ettiği
geminin kalıntıları ortaya çıkarılabilirse Tufan!ın ne zaman meydana
geldiğini öğrenmemiz mümkün olacaktır.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Dinler Tarihi Empty
MesajKonu: Geri: Dinler Tarihi   Dinler Tarihi EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:44 am

Yusuf Peygamber

Kur'ân-ı
Kerim'in 111 ayetten müteşekkil olan 12. suresi, Yusuf aleyhisselamın
hayatını anlatmaktadır. Allahü Teala Yusuf aleyhisselama ait bu kısayı
"ahsenu'l kasas/kıssaların en güzeli şeklinde vasıflandırmıştır. Yusuf
aleyhisselam, Hazret-i Yakub'un oğludur. Dedesi Hazret-i İshak,
babasının amcası Hazret-i İsmail, büyük dedesi ise Hazret-i İbrahim'dir.
Hem kendisi, hem de ataları Efendimizin bir hadis-i şeriflerinde "el
Kerim/keremli" sıfatı ile yadedilmişlerdir. Her peygamber gibi sıkıntı
ve belalarla imtihan edilmiş ve çektiği acı ve ızdıraplardan sonra günün
birinde kendisine risalet verilmiştir.

Babası tarafından Yusuf aleyhisselama gösterilen ilgiyi kıskanan diğer
kardeşleri bir komplo hazırlarlar. Önce bir bahaneyle öldürmek isterler.
Ancak daha sonra bir kuyuya atmaya karar verirler. Babalarının
istememesine rağmen zorla razı ederek Hazret-i Yusuf'u gezintiye
götürürler ve bir kuyuya bırakırlar. Bir süre sonra oradan geçen bir
ticaret kervanı tarafından çıkarılır ve Mısır hükümdarının yüksek
rütbeli memurlarından birine bir kaç dirheme satılır.

Aradan yıllar geçer. Hazret-i Yusuf bütün güzelliğiyle Mısır'da nam
yapmıştır. Onun bu yakışıklılığı takat getirilemeyecek bir baskıya maruz
kalmasına neden olur. Baskıyı yapan da Hazret-i Yusuf'un köle olarak
bulunduğu evin sahibesi Zeliha'dır. Hazret-i Yusuf'un dayanılmaz
cazibesinin yanısıra, kocasının iktidarsız ve kendisinin bakire olması,
Mısır sosyetesini oluşturan kadınların kışkırtmasıyla Hazreti Yusuf'u
taciz eder. Hazret-i Yusuf kapıya doğru kaçarken kadının kocasıyla burun
buruna gelirler. Mesele anlaşılır ancak suçlunun kim olduğu merak
edilir. Kadın tarafından birisi; "Eğer gömleği önden yırtılmışsa kadın
doğru söylemiş demektir. Değilse, arkadan yırtılmışsa, erkek doğru
söylemiştir" diye şahidlik eder. Kocası, gömleğin arkadan yırtılmış
olduğunu görünce Hazreti Yusuf'un suçsuz olduğu anlaşılır.

Yusuf aleyhisselam hiç kimseye bir şey anmasa da olay şehirde süratle
duyulur. Rahatsızlık verici boyutlara ulaşır. Devlet otoritesini sarsıcı
bir hal alır. Hazret-i Yusuf, suçsuz olduğu bilindiği halde hapse
atılır. Fakat zindan onun için bambaşka bir aleme açılan kapı olur.
Burada peygamberlikle şereflenir ve İslamı tebliğe başlar. Güneş
görmeyen bu karanlık yerde ibadetlerini aksatmamak için o güne kadar
yapılmamış yeni bir "zaman tespit aracı" yapar. Zindan bir medrese
halini alır.

En azılı suçlular bile onun tebliğiyle hidayete ererler. Burada bir kaç
sene kalır. Kendisiyle birlikte hapse giren iki kişinin rüyasını
yorumlar. Bu kişiler, Mısır hükümdarının yakın hizmetinde bulunan
kimselerdir. Hazret-i Yusuf'un yaptığı yoruma göre biri kurtulacaktır,
diğeri ise asılacaktır. Gerçekten de biri asılır, diğeri kurtulur.
Kurtulacağını tahmin ettiği kişiye; "Beni Efendinin yanında an" demesine
rağmen şeytan unutturur. Hazret-i Yusuf bu sebeple bir kaç yıl hapiste
kalır.

Köleliği bir rüya ile başlamıştı. Sultanlığı da bir rüya ile başlar. Ama
bu sefer rüyayı gören Mısır Melikidir. Birgün maiyyetine; "Yedi zayıf
ineğin yedi semiz ineği yediğini, yedi başlı başak ve bir o kadar da
kurumuş başak görüyorum. Bu rüyayı yorumlayabilecek kimse varsa
söylesin" dese de kimse yorumlayamaz. Nice zaman sonra hapisteki iki
kişiden kurtulmuş olanı bu rüya sebebiyle Hazret-i Yusuf'u hatırlar ve
hükümdara bahseder. İzin alarak zindana gider ve rüyayı anlatır. Ondan
yorumlamasını ister. Yusuf aleyhisselamın yorumu şöyledir; "Yedi sene
boyunca ekip biçtiğiniz ekinin yediğinizden artanını başaklarında
bırakın. Sonra bunun ardından yedi kurak yıl gelir. Tohumluk için
saklayacağınız az miktar hariç, önceden biriktirdiklerinizi yiyip
götürür. Sonra bunun arkasından da bir yıl gelecek, insanlar sıkıntıdan
kurtarılıp bereketlendirilecekler."

Hükümdar, yorumu duyunca çok beğenir. Yusuf aleyhisselamı hapisten
kurtararak onu maliye bakanlığına getirir. Doğruluğu, iffeti ve müşfik
idaresiyle kısa zamanda bütün Mısır'ın sevgilisi olur. Bir yandan dev
bir ülkenin maliyesini idare ederken diğer taraftan Peygamberlik
görevini ifa eder. Nihayet beklenen uzun kıtlık yılları gelir. Hazret-i
Yusuf'un aldığı tedbirler sayesinde, civar ülkeler kavrulurken
Mısırlılar kıtlık yüzü görmezler. Hatta zahiresiz kalan komşu
toprakların insanları, peşpeşe kervanlarını Mısır'a yollarlar. Hiçbiri
boş olarak çevrilmez. İşte bu kervanlardan birinde, Yusuf aleyhisselamı
babasından ayırıp kuyuya atan kardeşleri de vardır. Kardeşler Hazreti
Yusuf'u tanımazlar. Bir dizi olaydan sonra Hazreti Yusuf kendisini
tanıtır ve babasını da Mısır'a davet eder.

Mısır Meliki, nereye yerleşecekleri konusunda onları serbest bırakır.
Yusuf aleyhisselam aile fertlerinin Casan (Goşen) bölgesine
yerleştirilmelerini ister. Zira tevhid akidesine bağlı ailesinin,
Mısır'ın çarpık yapısından mümkün mertebe uzak kalmalarını ve gelecek
nesillerin de küfürden korunmalarını arzu etmektedir. Yakub aleyhisselam
Mısır'a yerleştikten sonra 17 sene daha huzur içerisinde yaşar ve vefat
eder. O da evlatlarının Mısır'da tevhid akidesini terketmelerinden
korkmaktadır. Son anlarında etrafına topladığı çocuklarına, daha önce
dedesi İbrahim aleyhisselamın yaptığı vasiyeti tekrar ederek;
"Oğullarım, Allah size dinini seçti. Siz de ona teslim olmuş olarak can
verin" Sonra sorar; "Benim vefatımdan sonra kime kulluk edeceksiniz?"
Oğulları cevap verirler; "Senin Rabbine ve ataların İbrahim, İsmail ve
İshak'ın Rabbi olan bir Allah'a kulluk edeceğiz. Bizler ona teslim
olmuşuzdur"

Babasının vefatında Yusuf aleyhisselam 56 yaşındadır ve daha uzun
seneler yaşayıp 110 yaşında vefat eder. İsrâiloğulları onun döneminde
Mısır'da seçkin bir sınıf olarak yaşarlar. Zamanındaki hükümdar Yusuf
aleyhisselama tabi olup devlet işlerini ona bırakmıştır. Önce Melik
vefat eder, sonra da Yusuf aleyhisselam. Vefatından hemen önceki
yakarışı şöyledir; "Rabbim, bana hükümranlık verdin, rüyaların tabirini
öğrettin. Ey göklerin ve yerin yaratanı; dünyada ve ahirette koruyanım
sensin. Benim canımı Müslüman olarak al ve iyilere kat." Sonra gelen
yöneticiler İsrâiloğullarını hor görmeye başlarlar. Ta ki; Musâ
aleyhisselam peygamber olarak vazifeye başlayana kadar bu durum devam
eder.

YAŞADIĞI DÖNEM

Mısır, insanlık tarihinin en eski medeniyet merkezlerinden biridir.
Kur'ân-ı Kerim, hiçbir toplumun peygambersiz bırakılmadığını
bildirmektedir. Hatta bazı toplumlara aynı anda birden fazla peygamber
gönderildiği de bilinmektedir. Mısır gibi bir medeniyet merkezinin de
bundan mahrum kaldığı düşünülemez. Fakat Kur'ân-ı Kerim, Mısıra
gönderilmiş peygamberlerden ilk olarak Yusuf aleyhisselamdan bahseder.
Her ne kadar açıkça bir tarihleme yapmasa da yaşadığı döneme ait bazı
ipuçlarını en ince detaylarına kadar verir. Kur'ân-ı Kerim'in eski Mısır
hayatına ait verdiği bu bilgilere arkeoloji ancak son yüzyılda yaptığı
araştırmalarla ulaşabilmiştir.

Hazret-i Yusuf'un kıssası, MÖ 1700-1600 sıralarında Mısır'ı istila eden
ve Asyalı kavimler topluluğundan müteşekkil Hiksoslar dönemini
hatırlatmaktadır. Bu ihtimali kuvvetlendiren bazı sebepler vardır ki
birincisi; Yusuf isminden kaynaklanmaktadır. Yusuf adına şahıs ismi
olarak Hiksosların dilinde "Yu-ys" şeklinde rastlanır. İkincisi; Bu
dönem monoteist eğilimlerin en yoğun olduğu dönemlerin hemen civarıdır.
1400-1350 tarihleri arasında ortaya çıkan Aton dini, yeni krallık
döneminin 18. Sülalesine mensup olan firavun Akhneton yahut Amenhotep IV
tarafından birdenbire Mısır'ın dini ilan edilir. Güneş yuvarlığı ile
simgeleşen Aton, tevhidi öngören bir dinin ilahının Mısır dilindeki adı
olur. Bu dine ait bilgiler Akhneton'un kurduğu başkent olan Tel el
Amarna'da ele geçirilmiştir. Aslında tek ilah addedilen Aton, Tutmose
III zamanından beri biliniyordu ki bu, peygamberlerden arta kalan tevhid
inancının kalıntısından başka bir şey değildi.

Akhneton zamanında ortaya çıkan tek Tanrılı dinin, gerçekten ilahi bir
din olup olmadığı konusu olup olmadığı konusu henüz tam olarak
anlaşılabilmiş değildir. Sebebi de hiyeroglif metinlerinin İslami
birikimleri olmayan uzmanlarca günümüz dillerine çevrilmiş olmasıdır.
Zira bu tercümanların hakim oldukları literatür, tahrif edilmiş Kitab-ı
Mukaddes'in tezgahından geçmiş, bazen putperestliğe kaymış bir inanç
sistemine sahiptir. Dolayısıyla bu gözlüğün ardından bakılarak yapılan
tercümelerde, karanlıkta kalan pekçok husus bulunmaktadır. Bu
arkeologların tercümelerine göre Akhneton'un ortaya çıkardığı dinin
simgesi Güneş'tir.

Oysa, ilk peygamberden son peygambere kadar vazedilen tüm şeriatlerde
Allahü Teala, onun yarattıklarıyla resmedilmemiştir. Belki de Akhneton,
Mısır tarihinin en güçlü sınıfı olan Amon rahiplerinin siyasal gücünü
kırmak için böyle bir sistem geliştirmişti. Nitekim bunun tam tersi II.
Ramses zamanında yaşanmıştır. II. Ramses, Amon rahiplerin siyasal gücünü
artırırken, Amon rahipleri de onun dinsel gücünü artırmışlardır. Öyle
ki, o zamana kadar görülmemiş boyutlarda bir uygulamayla "Tanrı" ilan
edilmiştir. Gerçi daha önce Tanrılık iddiasında bulunan firavunlar
çıkmıştı fakat, II. Ramses'in uygulaması kadar olmamıştı.

Üçüncü sebebi ise şöyle izah edebiliriz; Kur'ân-ı Kerimden anlaşıldığına
göre Yusuf aleyhisselam, Mısırlı idarecilerle -tebliğin dışında- hiçbir
itikadi çatışmaya girmemiştir. Başka bir deyişle, Mısırlı idareciler
Yusuf aleyhisselamın tevhidi tebliğ etmesine karşı çıkmamışlardır. Oysa
klasik Mısır idarecileri kendilerini Tanrı ilan edecek kadar sapkınlık
içerisinde olmuşlardır. Demek ki Yusuf aleyhisselam dönemindeki Mısır
idarecileri böyle bir itikada sahip değillerdi. Farklı bir kültüre
sahiptiler. Kur'ân-ı Kerim'de, Yusuf aleyhisselam dönemindeki Mısır
yöneticisi "Melik" olarak isimlendirilmektedir. Oysa Musâ aleyhisselam
dönemindeki yönetici hakkında "firavun" ismi kullanılmaktadır. Bu da
ister istemez, Mısırda çok farklı ve özel bir dönemi akla getirmektedir.
Büyük bir ihtimalle Hazret-i Yusuf Hiksosların döneminde vazife
yapmıştı.

HİKSOSLAR

Hiksoslar kimlerdi ve nereden gelmişlerdi? Bugüne kadar elde edilen
arkeolojik verilere göre Hiksoslar dönemini şu şekilde özetleyebiliriz;
MÖ 1700'lerde Mezopotamya ve Mısırın Kuzey kesimleri büyük bir istila
dalgasıyla sarsılır. Bu istilalar bütün siyasi ve dini dengeleri altüst
eder. Mısır'ın kuzeyini işgal eden Çoban Krallar yahut, Yabancı
Ülkelerin Prensleri olarak zikredilen Hiksosların tek bir kavim mi,
yoksa kavimler topluluğu mu olduğu yine de tartışmalıdır. Irki tiplerini
anlayabileceğimiz ne bir sfenks, ne bir heykel, hiçbir resimsel
kanıtları yoktur. Hiksosları resmeden tasvirler ise Mısır'ın yerlileri
tarafından yapılmıştır. Kesin olan Asyalı olduklarıdır. Kısa
sayılabilecek bir dönemde Mısırın sosyal hayatını derinden etkileyen
Hiksosları XVIII. Sülale firavunları Mısır'dan çıkarmışlardır.

MÖ 17. Yüzyılda Mısır'da hüküm süren bir Hiksos kralının Girit'e
gönderdiği bir vazonun kapağında kendi adı olan "Khan/Khayan" ismi
geçmektedir. Khan Asya kökenli bir addır. Türkçedeki Han ve Kağan'ı
çağrıştırmaktadır. Ayrıca Hiksosları tasvir eden kabartmalar tipik Asya
kökenli insanların resimlerini yansıtırlar. Fakat kullandıkları dilin
Sami kökenli olduğu da nakledilmektedir. Kuzey'de Hiksosların hüküm
sürdükleri dönemde, Güney Mısır tahtında olan Kraliçe Haçepsut, bir
yazıtında şöyle der; "Kuzey ülkesinde, Avaris'te Asyalılar var..."
Avaris, Hiksosların başşehri idi. Yine Hiksoskralı Apophis'ten
bahsedilen bir başka kayıt şöyledir; "Sıkıntı Asyalıların şehrindeydi.
Kralları Apophis Avaris'teydi..."

Hiksosların işgalini yaşayan Mısırlı tarihçi Manetho, o dönemde
yaşananları şöyle anlatmıştır; "Başımızda Timaios isimli bizden bir kral
vardı. Her şey onun zamanında başladı. Tanrı bizden neden razı değildi
bilemiyorum. Doğudan gelen yabancı adamlar aniden yurdumuzu bastılar.
Cesur insanlardı. Hiçbir karşı koymaya rastlamadan ülkemizi ele
geçirdiler. Yöneticilerimizi boyunduruk altına aldılar. Şehirlerimizi
yağmaladılar, mabedlerimizi yıktılar, erkeklerimizi öldürüp çocuk ve
kadınlarımızı esir aldılar. Sonra kendi krallıklarını kurdular.
Krallarının adı Salatis idi. Yukarı ve aşağı Mısır'ın hakimi oldu.
Gerekli yerlere garnizonlar kurdu. Salatis'in askerlerinin sayısı 240
bin idi."

İlk hece Heg/yönetici, Mısırca bir kelimedir. İkinci hece ise, doğu çölü
göçebe ırkları için Mısır'da genel bir ünvan olarak kullanılan Shasu
kökenli olmalıdır. Hiksos hükümdarlarından Khayan, kendisini; Heg
Setu/çöllerin hükümdarı olarak adlandırıyordu. Ön Asya'ya at ve atlı
arabayı ilk olarak Güney Asyalı Mitannilerin getirdikleri bilinmektedir.
Mısıra da at ve atlı arabayı ilk getirenler Hiksoslardır. Sonuç olarak
Hiksosların Asyalı oldukları, Mısır'ın yerli kültüründen farklı bir
kültüre sahip oldukları kesindir. Bütün bu bilgilerin ışığında şunu
söyleyebiliriz; büyük bir ihtimalle Yusuf aleyhisselam, Hiksoslar
döneminde başşehir Avaris (veya Memphis)'te hem peygamberlik, hem de
Maliye bakanlığı görevini sürdürmüştü.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Dinler Tarihi Empty
MesajKonu: Geri: Dinler Tarihi   Dinler Tarihi EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:44 am

Jainizm

Jainizm insana ait en yüce mükemmelliğin ortaya çıkarılmasına uğraşır.
Bu mükemmellik, orijinal saflığı içinde bütün ıstıraplardan, doğum ve
ölüm engelinden bağımsızdır. "Jain" terimi Sanskritçe "Jina" (fatih)
kelimesinden çıkarılmıştır ve bu fenomen dünyasında empoze edilen bu
sınırların üstüne çıkmayı ima eder.

Jainizm, mükemmel olan insandan daha yüksek bir varlığı ya da bir
Tanrı'yı tanımayı gerekli görmez. Varlıkların ne başlangıcı ne de
sonları vardır, hepsi ölümsüzdür. Varlıkları üç ana sınıfa ayırır: Henüz
gelişmemiş olanlar; gelişme yolunda olanlar ve tekrar doğuş sürecinden
kurtulup özgür hale gelenler.

Jainizm çok güçlü keşişlik ve çilecilik eğilimlerine sahiptir. En
yüksekteki ideal Ahimsa'dır, yani her varlığa eşit saygı ve şefkat
göstermektir. Jain Agamaları her yaşam biçimine büyük saygı
gösterilmesini katı vejetaryen kurallarını, çileciliği, kendini
savunurken bile şiddet uygulamamayı ve savaşa karşı olmayı öğretir.
Hepsinden önemlisi de, Jainizm bir sevgi ve merhamet dinidir.

Jainizm, yaklaşık 2500 yıl önce Hindistan'da başlamıştır. Kurucusu,
Nataputta Vardamana ya da diğer adıyla Manavira'dır. Kutsal metinleri.
Jain Agamaları Sidantalar'dır.

Mehzepleri

Digambara (Göksel giysili):

Bir ermişin, elbise dahil hiçbir şeye sahip olmaması gerektiğine
savunur. Bu yüzden sadece bele kadar çıkan bir giysileri vardır. Bu
doğuşta kurtuluşun kadınlar için mümkün olmadığına inanırlar.

Svetambara (Beyaz cübbeli)
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Dinler Tarihi Empty
MesajKonu: Geri: Dinler Tarihi   Dinler Tarihi EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:44 am

Katoliklik

Katoliklik; katolik dogmalarını, çağdaş bilimle uyuşturmaya çalışan
felsefe akımıdır. Katoliklik Hıristiyanlıkta papayı başkan tanıyan
mezhebi dile getirir. Protestanlığın ortaya çıkışına kadar bu anlayış,
bütün Hıristiyanlığı kapsamış ve ortaçağ boyunca Avrupa'ya egemen
olmuştur. Yunanca 'evrensellik' anlamına gelen 'to katalou' sözcüğünden
türemiştir.

Aynı zamanda Agustinusçuluğu canlandırmak isteyen çağdaş bir dinsel
felsefe anlamında kullanılır. Saint Agustunus ile Saint Thomas'ın
çağlarına uygun olarak geliştirdikleri katoliklik felsefesi anlamında da
kullanılmaktadır. Bu felsefe, Roma kilisesini İsa'nın vücudu sayıyor ve
Tanrı-İsa-Kilise-İnsanı örgensel bir bütünlükte birleştiriyordu.

Kilise, aynı zamanda devletti ve Kutsal Roma İmparatorluğu adını
taşıyordu. Katolik felsefesinin temel yapısı Platon ve Aristoteles ile
güçlendirilmiş bir devlet anlayışı içinde, Tanrı'ya bağlılıktan önce,
kilise devlete bağlılığı şart koşmaktaydı. Bu tutumun, orta çağın
siyasal ve toplumsal yapısında gerçekçi bir anlamı vardı. Bütün
Avrupa'yı kaplayan geniş katolik örgütü; Protestanlığın ortaya çıkması
ile Hıristiyanlığın bir mezhebi olma sınırlarına çekildi.

Katolik felsefesi gerçekte, Katolik Kilisesi adı verilen dinsel kurumun
felsefesidir. Bu dinsel kurum; Kutsal ruhun hem Tanrı'dan, hem de oğlu
İsa'dan geldiğine inanır, cehennemin varlığı, Meryem anaya tapınma,
papazların zorunlu bekarlığı gibi özelliklerin yanında Papanın dinsel
başkanlığını kabul etme anlayışına dayanır.

Katolikliğin temeli; ermiş Petrus'un Roma'da öldüğü ve yerine Roma
Piskoposu'nu (papa) bırakmış olduğu inancıdır. Diğer piskaposlar da
İsa'nın 12 havarisinin halefleri olarak kabul edilir. Kilise
evrenseldir, bu nedenle uzayda ve zamanda her zaman tek ve birdir. Papa
baş Hıristiyan sayıldığında bu birlik sağlanabilir. Protestanlık ve
Ortodoksluk bu anlayışa karşı çıkınca Katoliklik bir Hıristiyanlık
mezhebine dönüşmüştür.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Dinler Tarihi Empty
MesajKonu: Geri: Dinler Tarihi   Dinler Tarihi EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:44 am

Kilise ve Papalık

Hz. İsa'nın havarilerinin çabaları sonucunda Roma İmparatorluğu'nda
Hıristiyanlık yayıldı. Roma İmparatorluğu, Hıristiyanlığın yayılmasını
önlemeye çalıştı. Ancak başarılı olamadı. 381 yılında Roma,
Hıristiyanlığı resmi din olarak kabul etmiştir.

Havari Sen Piyer'in Roma'daki vekiline ''Papa''adı verilmiştir.
Ortaçağ'da Hıristiyanlar, iki büyük mezhebin etkisinde kaldılar.
Bunlardan Katolik Mezhebi'nin dini lideri Roma'daki Papa, Ortodoks
Mezhebi'nin dini lideri İstanbul'daki Patrik idi. Özellikle Papaların
elinde geniş yetkiler vardı. Bir kimseyi aforoz ederek dinden
çıkarabilirdi. Aforoz edilen kişi, toplum hayatının dışına itilirdi.
Krallar bile aforoz edilmekten çekinirlerdi. Papa'nın enterdi ilan
ettiği ülkede ise bütün dinsel faaliyetler durdurulurdu. Krallar bu
duruma düşmek istemedikleri için Papa ile iyi geçinmeye çalışmışlardır.

Ortaçağ'da krallar ve senyörler, kiliseye büyük topraklar bağışladılar.
Böylece kilise örgütü oldukça zenginleşti. Kilisenin koyduğu kurallar,
Hıristiyan ülkelerin kanunlarında yer aldı. Hatta Kutsal Roma Germen
İmparatorları taçlarını Papa'nın elinden giymeye başladılar. Elde ettiği
ayrıcalıkları kaybetmek istemeyen din adamları, skolastik düşünce
sistemini geliştirdiler. Bu düşünceye göre kilisenin koyduğu esaslar
değişmez kabul ediliyordu. Deney yasaklanmıştı. Bu düşünce tarzına
dogmatizm adı verilmiştir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Dinler Tarihi Empty
MesajKonu: Geri: Dinler Tarihi   Dinler Tarihi EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:44 am

Kızılbaşlık

Aleviliğin bir koludur. Genellikle Anadolu Alevilerine verilen addır. Ne
zaman, kimce kurulduğu bilinmiyor. Selçuklar döneminden bu yana bir
inanç kurumu olarak yaygındır. İsmail Sevafi'nin savaşta erlerinin
giydikleri, Kızıl başlıktan ya da Uhud Savaşı'nda Peygamber'in
yaralanması sonucu kanını gören Ali'nin sonraki bütün savaşlarda kızıl
başlık giydiğinden kaynaklandığını söyleyenler varsa da kesin değildir.
Kızılbaşlık üç ilke üzerine kuruludur. Adama muhabbet, deme muhabbet,
nura muhabbet. Kızılbaşlık On İki İmam inancına dayanır.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
 
Dinler Tarihi
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 3 sayfasıSayfaya git : 1, 2, 3  Sonraki
 Similar topics
-
»  Türkiye Arkeoloji Tarihi
» Dünya Arkeoloji Tarihi
»  Bilim Tarihi Kronolojisi

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
FrmCafe :: Kültür & Sanat & Tarih :: Tarih :: Genel Tarih-
Buraya geçin: