FrmCafe
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.


      FrmCafeHoşgeldiniz :
En son ziyaretiniz : Perş. Ocak 01, 1970
Mesaj Sayınız : 0

 
AnasayfaAnasayfa  Latest imagesLatest images  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yapGiriş yap  
Arama
 
 

Sonuç :
 
Rechercher çıkıntı araştırma
En iyi yollayıcılar
Programcı
Tarihin İçinden Kadınlar Vote_lcapTarihin İçinden Kadınlar Voting_barTarihin İçinden Kadınlar Vote_rcap 
Draquinq
Tarihin İçinden Kadınlar Vote_lcapTarihin İçinden Kadınlar Voting_barTarihin İçinden Kadınlar Vote_rcap 
xxReDoLxx
Tarihin İçinden Kadınlar Vote_lcapTarihin İçinden Kadınlar Voting_barTarihin İçinden Kadınlar Vote_rcap 
Dj Güray
Tarihin İçinden Kadınlar Vote_lcapTarihin İçinden Kadınlar Voting_barTarihin İçinden Kadınlar Vote_rcap 
kortel
Tarihin İçinden Kadınlar Vote_lcapTarihin İçinden Kadınlar Voting_barTarihin İçinden Kadınlar Vote_rcap 
AnyCooL
Tarihin İçinden Kadınlar Vote_lcapTarihin İçinden Kadınlar Voting_barTarihin İçinden Kadınlar Vote_rcap 
estonya
Tarihin İçinden Kadınlar Vote_lcapTarihin İçinden Kadınlar Voting_barTarihin İçinden Kadınlar Vote_rcap 
KinqCommando
Tarihin İçinden Kadınlar Vote_lcapTarihin İçinden Kadınlar Voting_barTarihin İçinden Kadınlar Vote_rcap 
kaharamanlar
Tarihin İçinden Kadınlar Vote_lcapTarihin İçinden Kadınlar Voting_barTarihin İçinden Kadınlar Vote_rcap 
zargonx041
Tarihin İçinden Kadınlar Vote_lcapTarihin İçinden Kadınlar Voting_barTarihin İçinden Kadınlar Vote_rcap 
En son konular
» Knıght Online Oynayanlar...
Tarihin İçinden Kadınlar EmptyÇarş. Haz. 30, 2010 11:27 pm tarafından kortel

» Domuz
Tarihin İçinden Kadınlar EmptySalı Haz. 29, 2010 10:31 pm tarafından xxReDoLxx

» 3 Dakika Önce
Tarihin İçinden Kadınlar EmptySalı Haz. 29, 2010 10:31 pm tarafından xxReDoLxx

» Bir Çanak Ayran
Tarihin İçinden Kadınlar EmptySalı Haz. 29, 2010 10:27 pm tarafından xxReDoLxx

» Arka Kapı
Tarihin İçinden Kadınlar EmptySalı Haz. 29, 2010 10:26 pm tarafından xxReDoLxx

» Nereden anladın
Tarihin İçinden Kadınlar EmptySalı Haz. 29, 2010 10:26 pm tarafından xxReDoLxx

» Yesekmi?
Tarihin İçinden Kadınlar EmptySalı Haz. 29, 2010 10:25 pm tarafından xxReDoLxx

» No.160
Tarihin İçinden Kadınlar EmptySalı Haz. 29, 2010 10:24 pm tarafından xxReDoLxx

» Ödül
Tarihin İçinden Kadınlar EmptySalı Haz. 29, 2010 10:22 pm tarafından xxReDoLxx

Zirve100

Zirve100 Toplist
Alexa

 

 Tarihin İçinden Kadınlar

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Tarihin İçinden Kadınlar Empty
MesajKonu: Tarihin İçinden Kadınlar   Tarihin İçinden Kadınlar EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:23 am

Mary Wollstonecraft

DÖNEMİNDEKİ ÖNEMLİ OLAYLAR (1759-1797)

17201er Robinson Crusoe adlı kitabın yazarı Daniel Defoe, İngiltere'de
"Kadınlar Akademisi" kurulmasını önerir.
1750'ler "Mavi Çorap" (Blue Stockings) sözcüğü Londra'da bir edebi
akımın öncülüğünü yapan kadınlara takılan alaycı bir sözcük haline
gelir.
1776 ABD'de bağımsızlık ve "İnsan Hakları Beyannamesi" açıklanır.
1789 Amerikan örneğine göre Fransızlar da "İnsan Hakları Bildirgesini
yayınlarlar.
1791 Fransız kadınları yalnızca erkeklerin katıldığı ulusal kongreye
"Kadın Hakları Bildirgesini" getirirler.
1792 Mary Wollstonecraft'ın "Kadın Hakları Savunusu" yayınlanır.
1798 Mary Wollstonecraft'ın ölümünden bir yıl sonra Amerikalı Charles
Blockden Brown, Wollstonecraft'ın etkisi altında kalarak kadının
durumunun düzeltilmesi için bir yazı yazar: Alenin, İkili konuşma;
zamanla unutulmuş bir eserdir bu.

"KADINLARI AKILLI-ÖZGÜR VATANDAŞLAR YAPMALI."

Neden erkek çocuklar kız çocuklardan başka muamele görür, yani tercih
edilirler?

Daha altı yaşında bir kızken, İngiliz Mary Wollstonecraft bu soruyla
uğraşır. Dedesi öldüğünde yedi yaşındaki erkek kardeşinin nasıl tek
varis olduğuna tanık olur. Mary'nin eline hiçbir şey geçmez, çünkü "o
zaten sadece bir kız çocuktur". Bu cümleyi daha sonraki yıllarda da aile
içinde sık sık duymak zorunda kalır.

Ailesi: Baba, Edward John Wollstonecraft, karısı ve çocukları ile
durmadan adres değiştiren, daldan dala konan bir tiptir. İçkiyi fazla
kaçırdığında -ki bunu çok sık yapardı- hırslanan, kendisine hâkim
olamayan biridir. Anne, Elizabeth Wollstonecraft, "kocasına kul köle
olanların en kölesi ve en birincisi görünümündedir". En azından Mary'nin
müstakbel kocası ve biyograf William Godwin, annesini böyle tanımlar.

Kendini anne ve babası tarafından geri plana itilmiş hisseden Mary
hakkında ise "Mary daha çocukken çok kindardı," diyor William. Mary
Wollstonecraft'ın çocukluğu hakkında daha ne biliyoruz? Ona, yani ikinci
büyüğe, ev kadınlığı görevleri çok erken yaşta yüklenir. Erkek kardeşi
Ned'in okula gitmesine izin verilirken, Mary ev işlerine yardımcı olmak
ve kendisinden küçük üç kardeşine bakmak zorunda kalır. Okuma yazmayı
ikincil bir iş olarak yaşlı bir kâhyadan öğrenir.

O zamanlar, kimse kız çocuklarının "cazibeli ve erdemli bir izlenim
bırakmak" dışında bir şeyler bilmeleri gerektiğine inanmazdı. 18.
yüzyılın haftalık dergilerinden biri olan Tatler, Mary ve onun tüm
çağdaşlarının nasıl eğitilmesi gerektiği konusunu aynen şöyle dile
getiriyordu: "Onların bilgisi sadece eğitimli bir masumiyettir."

Kızların eğitimi devlet tarafından en ufak bir şekilde desteklenmezdi.
Koca buluncaya dek ders vererek para kazanma yolunu seçmek zorunda kalan
tek tuk yoksul kızlar vardı. Böbürlene böbürlene "Bu okulda genç
bayanlara ders verilir ve isterlerse yatılı da okurlar" şeklinde ilan
veren özel okullar da vardı. Birkaç kelime de olsa yarım yamalak
Fransızca, birkaç zarif dans hareketi, piyanonun ilk bilgileri ötesinde
genç bayanlara bu okullarda da bir şey öğretilmezdi.

Kızlara, kendilerini salt dış görünümleriyle, ustaca toplanmış saçları,
dantelalı başlıkları ve rahat hareket etmelerini iyice engelleyen sıkı
sıkıya bağlanmış korseleri ile nasıl bir bayan, bir hanımefendi olmaları
gerektiğini öğretmek daha önemli görünürdü.

On beş yaşındaki Mary de bu yöntemin kendisi üzerinde uygulanmasına izin
vermek zorunda kalır. Ailesi içinde kendisini eskiden olduğundan daha
fazla yalnız hisseder. İçinde tek başına olacağı, düşünebileceği,
kendine ait bir odası olsun ister. Sadece geçimini sağlamak için
evlenmek onun için söz konusu bile olamaz!

On sekiz yaşındaki kız arkadaşı Fanny'ye sırılsıklam âşık olduğunda on
altı yaşındadır. Fanny ile birlikte ev tutup birlikte yaşamak, Fanny'nin
geçimini sağlamak ister. Böylece kendisine bir iş arar; yaşlı, zengin
bir hanımın nedimesi olur. Ekonomik özgürlüğe ilk adımını atar.

1781 sonbaharında Mary eve geri çağrılır. Annesi ağır hastadır ve
ailenin en büyük kızı olarak onun bakımını üstlenmesi en doğal şeydir.
"Birazcık sabret, yakında her şey geçer," cümlesi Mary'nin annesinden
duyduğu son sözlerdir. Kadınların yaşamının tam bir sembolü gibi algılar
Mary bu sözleri. Özgürlük, kişisel özgürlük sadece erkekler içindi.

Mary bunu akraba ve tanıdık çevrelerinde, her yerde yaşar. Annesi,
kocasının aşağılamalarına katlanmak zorundadır. Fanny'nin ebeveynlerinin
evliliğinde de durum aynıdır. Genç yaşta evlenip daha yeni anne olan
Mary'nin kız kardeşi depresyon geçirir. "Kadınlar düzenli şekilde sıfıra
indirgeniyor" teşhisini koyar Mary Wollstonecraft. Henüz bu tür
düşünceleri ifade etmeye hazır değildir. Yine de işe koyulur.

Kız kardeşi Eliza'yı, takma isimle kendisiyle birlikte Londra'ya seyahat
etmeye ikna eder. Mary daha sonra, "Eliza, yolculuk sırasında sinirden
evlilik yüzüğünü kemirip duruyordu," diye anlatır bu kaçışı. İki kız
kardeş bir otele yerleşip Fanny ile bir okul açmayı kararlaştırırlar.
"Namuslu şekilde" geçimlerini başkaca nasıl sağlayabilirlerdi?

Üç kadın da bu okul ile gerçek mutluluğa ulaşamazlar. Eliza kocasını ve
çocuğunu terk ettiği için suçluluk duymaktadır. Mary öğretmenlik
mesleğini pek sevmez ve Fanny en sonunda âşık olur, evlenir ve Lizbon'a
taşınır. Mary'nin en sevdiği arkadaşı, ilk bebeğini doğururken ölür.
Mary hiç düşünmeden, beş parasız, ona bakmak için Portekiz'e gider. Geri
döndüğünde üç kadının kurduğu okul o kadar aksamıştır ki artık
sürdürmek olanaksızdır.

Mary kendisi ve kız kardeşi için mürebbiyelik aramaya başlar. Bir
yıllığına İrlanda'da Lord Kingsborough diye birinin evine gider. Peki ya
bundan sonra?

Mary Wollstonecraft için hayat yirmi sekizinde başlar. Londra'ya geri
döner. Geçmiş yıllarda mürebbiyelik, öğretmenlik, nedimelik mesleklerini
denemiş ve bunların arzuladığı meslekler olmadığını fark etmiştir.
Yazmak, zihinsel çalışmayla kişisel özgürlüğünü yaratmak ister.

Kingsborough'larda mürebbiyelik yaparken Mary adlı uzun bir hikâye
yazmıştır. Buna ilişkin yorumu şöyledir: "Benim hikâyem en tatlı
seslerin bile yankısı olmakla yetinmeyen, düşünce gücüne sahip az sayıda
seçkinler arasına girmiş bir kadının varlığını göstermelidir!" Onun bu
açıklaması bile yaşadığı zamanda Mary Wollstonecraft'ın yepyeni bir
kadın tipi çizdiğini gösterir. İkinci küçük kitabı Kız Çocukların
Eğitimi de, ilki gibi, ünlü Fleet-Street yayımcısı Joseph Johnson
tarafından yayınlanır.

Johnson, Mary'i ilk gördüğü andan itibaren ona hayran olmuştur. Herhalde
Mary'nin ele avuca sığmayan özgürlük arayışından etkilenmiştir. Bu
henüz tanınmayan genç kadını yayınevine editör olarak alır ve
kitaplarını yayımlar. Çoğunluk tercüme yapan (kendi kendine Fransızca,
Almanca ve İtalyanca öğrenmiştir!) ve eğitim sorunlarına ilişkin
makaleler yayınlayan yazar Wollstonecraft'ı kamuoyu henüz
benimsememiştir.

790'da otuz bir yaşında iken birdenbire üne kavuşur. Hem de öylesine bir
üne kavuşur ki, William Godwin onun hakkında daha sonra şöyle
yazacaktır; "Belki de hiçbir kadın Avrupa'da bir yazar olarak onun kadar
ünlü olamamıştı."

Felsefeci ve politikacı Edmund Burke'ye karşı İnsan Haklarının Korunması
başlıklı iddialı bir yazı yayınlar Mary Wollstonecraft. Fransız
Devrimi'ne karşı olan Burke, önemsiz bir kadının -Mary
Wollstonecraft'ın- hiç beklenmedik bir şekilde, sert ve acımasız
saldırısına uğrar. Mary'ye derhal "Jüponlu Sırtlan" lakabı takılır.
Fakat sürekli Mary konuşulmaktadır. Ve yayınevi sahibi Mary'yi
tutmaktadır.

İki yıl sonra, 1792'de, daha fazla ilgi çeken Vindication of the Rights
of Woman (Kadın Haklarının Savunması] adlı kitabı çıkar. Yayınevi
sahibinin dediğine göre, Mary bu kitabı altı hafta içinde yazmıştır.
Kitabın ithaf edildiği kişi de, Fransız devlet adamı Talleyrand'dan
başkası değildir. Çünkü Mary Wollstoneeraft düşüncelerinde Fransız
Devrimi'nin görev ve amacına hizmet etmektedir. İnsan hakları bildirgesi
bu kitap için de temeldir.

Nasıl olur da bu kadar sene sonra kadınlar ellerini ağızlarının önünde
tutarak fısıltıyla "Bu çok, çok berbat bir kitap!" derler?
Wollstonecraft'ın ifadelerindeki bu "korkunçluk" nereden
kaynaklanmaktadır?

Mary, kadının ikinci sınıf sayılmasına gerekçe gösterilen tüm temel
taşları yerinden oynatmaktır. Örneğin şöyle der: "Kadının erkek için
yaratılmış olduğu egemen görüşü herhalde Musa'nın şiirsel anlatısından
geliyor. Bu konuda iyice düşünen biri, Havva'nın Adem'in bir
kaburgasından yaratıldığı efsanesini kelimesi kelimesine kabul etmez.
Erkeklerin en eski zamanlardan beri kadınları boyunduruk altına almaya
hakları olduğu ve tüm yaratıkların onların zevk ve eğlenceleri için
yaratılmış oldukları tezi tümüyle geçersizdir."

Kendi hayatındaki Kız Çocukların Eğitimi kitabını hatırlamış olmalı ki,
hiddetle şöyle söyler: "Çocuk, özellikle kız çocuğu bir an olsun kendi
haline bırakılmıyor, böylece bağımlı kılınıyor, sonra da bu bağımlılığa
'kadın doğası' deniyor. Bedensel güzelliği korumak için (kadınlığın en
büyük onuru!) aklı ve bedeni birbirine bağlanıyor ve oturmaya yönelik
yaşam şekli, genç yaşlardan itibaren kadının kaslarını ve sinirlerini
zayıflatıyor."

Mary, erkek çocuklara verilen eğitimin aynısını kız çocukları için de
ister: "Bizim de erkek çocuklar gibi benzer bedensel hareketleri
yapmamıza izin verilsin. Yalnız çocukluk döneminde değil, gençlik
yıllarımızda da. Bıraksınlar bu sayede bizim vücudumuz da tam olarak
gelişsin. Böylece edineceğimiz tecrübeyle erkeğin doğal üstünlüğünün
hangi ölçüler içinde kaldığını da görmüş oluruz."

Mary Wollstonecraft kendi deneyimlerinden şunu da bilmektedir:
"Kadınların edinebileceği çok az sayıdaki mesleğin tümü de ev işleriyle
ilgili."

Mary şundan da emindir: "Oysa kadınlar eczacılık eğitimi görebilir ve
aynı şekilde hemşire olabildikleri gibi doktor da olabilirler...
Kadınlar siyasal bilimler eğitimi görerek katılımlarını en geniş tabanda
pekiştirebilir."

Mary, sık sık, ne erkeklerin nefretini kazanmak ne de kadın-erkek
ilişkisini bozmak amacında olduğunu vurgular. Fakat kendi yaşantısında
tanık olduğu türden cinsiyetler arası ilişkilere karşıdır. Kadın erkeğin
"hayat arkadaşı" olmalıdır. Mary'nin gelecekte görmek istediği de
budur: "Eğer eğitimle erkeğin hayat arkadaşı olmaya yönlendirilmezse,
kadının bilgi ve ahlak yönünden ilerlemesi geciktirilir. Gerçek herkesin
gerçeği olmalıdır, yoksa kadının toplum üzerindeki etkisi zayıf kalır."


Kitabının sonuna doğru Mary bir kez daha özetle şöyle der: "Buradan
çıkardığım sonuç gayet açık. Kadınları akıllı, özgür vatandaşlar
yapmalı. İşte o zaman kadınlar iyi birer eş ve anne olurlar. Erkeklerin
kocalık ve babalık görevlerini ihmal etmemeleri koşulu ile."

Çelişki, hiddet, hayranlık. Mary Wollstonecraft "herkesin dilinde"dir.
Ve yalnızca kendi yurdunda da değil. Kitabı çok geçmeden Fransızca ve
Almancaya çevrilir. Sayın Talleyrand, yapıtını kendisine ithaf eden
yazarı şahsen tanımak için Fransa'dan İngiltere'ye geçer. Hararetli
sohbetler yaparlar. Talleyrand, Mary'nin kendisine çay fincanında şarap
sunuşunu unutulmaz bir anı olarak anımsar. Böyle bir görgüsüzlük
yapmamalıydı Mary. (Talleyrand bir erkek arkadaşıyla sohbet ederken de
böyle bir olayı ayıplar mıydı acaba...)

Fransız Devrimi sırasında Mary Wollstonecraft İngiltere'de daha fazla
kalamaz. 1793'te Paris'e gider. Orada yazmak ve evli İsviçreli ressam
Johann Heinrich Füssli'ye duyduğu umutsuz aşkı unutmak ister. Paris'te
Amerikalı kaptan Gilbert Imlay ile tanışır.

O sırada otuz yaşların ortalarında, hayranlık duyulan ünlü bir kadındır
ve aynı çocukluğunda olduğu gibi sevgiye öylesine hasrettir ki. Yazarlık
da yapan Imlay, ilk çocuğunun babası olur. Evlenemezler. Hamileliği
sırasında ve kızı Fanny'nin doğumundan sonra Gilbert Imlay'a bir sürü
sevgi dolu mektup yazar. O ise pek ender yanıtlar bunları. Mary'nin ona
yazdığı son mektupta da açıkça ifade ettiği gibi, çoktan yeni bir dala
konmuştur.

Evlilik dışı bir anne olarak Mary Wollstonecraft Londra'ya geri döner.
Bir ara tüm cesaretini kaybeder. Artık yaşamak istememektedir. Hayatta
başladığı her şeyin başarısızlıkla sonuçlandığını sanmaktadır. Thames
Irmağı'nda boğulmaktan son dakikada kurtarılır. Her şeye baştan başlamak
zorundadır.

Bu sırada yayıncısı vasıtasıyla tanıdığı bir adam ilgilenmektedir
onunla. William Godwin adlı kendine özgü bu kişi, bir keşiş gibi
yaşamaktadır. Yazan, düşünen ve zamanın yaşam sorunlarıyla boğuşan
biridir.

Mary'yle derin bir dostluktan aşka dönüşen ilişkisini şöyle ifade
ediyor: "Birbirimize ilgi duyduk, Mary benim için aşkın en şefkatli
şekliydi. Bu aşk her iki tarafta da aynı ölçüde büyüdü. Açıklama zamanı
geldiğinde, her iki taraf için de dile getirilecek bir şey kalmamıştı."

Mary yeniden hamile kalınca, William Godwin'le evlenirler. Aslında ikisi
de evliliğe karşıdır. Mary'nin evliliğe karşı olduğu zaten
bilinmektedir. Godwin de yazılı ve sözlü olarak durmadan bu tarz
birlikte yaşamaya karşı olduğunu açıklayagelmiştir. Fakat Mary en
azından ikinci çocuğuna toplumsal meşruiyetini vermek istemektedir. Bu
şekilde eski yeminini bozar. Hamilelik sırasında iki kitap üstünde
birden çalışmaktadır: Kadının durumu ve bir çocuk kitabı. Her iki kitap
da yarım kalır. Mary Wollstonecraft otuz dokuz yaşında, ikinci kızının
doğumundan on gün sonra ölür.

Ölümünden yaklaşık iki yüzyıl sonra onun çığır açan fikirlerini
okuyabilmemizi bir İsviçreli kadına borçluyuz. Zürihli Berta Rahm
1975'te Mary Wollstonecraft'ın Kaçlın Haklarının Savunusu kitabını
yayınladı. Berta Rahm önsözünde; "Onu okuduğumda benden önce onca
kadının bu öncüye niçin hayranlık duyduğunu veya kendilerine şu soruyu
sorduklarını anladım: Niçin biz hâlâ daha ileri bir aşamada değiliz?"
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Tarihin İçinden Kadınlar Empty
MesajKonu: Geri: Tarihin İçinden Kadınlar   Tarihin İçinden Kadınlar EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:23 am

Bettina von Arnim

DÖNEMİNDEKİ ÖNEMLİ OLAYLAR (1785-1859)

1783 Sophie von Laroche (Bettina von Arnim'in büyükannesi) Mutlu Seyahat
adlı romanı yayınlar.
1789 Goethe'nin oğlu August dünyaya gelir.
1792 Mary Wollstonecraft Kadın Haklarının Savunusu'nu yazar.
1804 George Sand'ın doğum yılı.
1806 Şair Karoline von Günderode intihar eder.
1807 Bettina von Arnim Goethe'yi ziyaret eder. Mektuplaşmaya başlarlar.
1812-1822 Grimm'in Çocuk ve Ev Masalları yayınlanır.
1831 Berlin'de kolera salgını.
1850 Prusya'da kral tarafından onaylanan anayasa yürürlüğe girer.

"HAYATTAKİ TEK BÜYÜK KAZANCIM KENDİM OLARAK KALMAKTIR!"

Büyükanneleri tarafından kucaklanmış üç genç kız bir ayna önünde
durmaktadırlar. "Hepsini anımsadım, ama parlayan gözleri, al al
yanakları, ince lüle lüle saçları olan birini anımsayamadım. Onu
tanımıyorum, ama kalbim onun için çarpıyor. Böyle bir yüzü rüyamda
sevmiştim... Bu yaratığı izlemeliyim."

On üç yaşında kendisini aynada ilgiyle seyrettiği anı böyle anlatır
Bettina Brentano. O zamana kadar iki kız kardeşi ile Fritzlar'daki
Ursulinen Manastırı'nda yaşamıştır. Manastırda ayna bile olmadığını
söyler. Demek ki Bettina kendisiyle ilk kez o an karşılaşmıştır. On iki
çocuğun yedincisi olan Bettina Brentano'yu ebeveynlerinin ölümünden
sonra Offenbach'taki büyükannesi yanına alır.

Sophie von Laroche, Sternheim'lı Genç Kızın Hikâyesi adlı
mektup-romanıyla, Almanların ilk kadın yazarıdır. Bettina'nın eğitimini
üstlenen bu kişilikli kadın, zamanın birçok edebiyatçısı ile arkadaştır.
Örneğin, günün birinde Bettina'nın büyükannesinin "Cırcır Böceği
Kulübesi" adını taktığı evinin kapısını bir yabancı çalar. Kapıyı
Bettina açar. Bir öpücükle selamlanan Bettina, bu yabancıya şiddetli bir
tokatla karşılık verir. Bundan sonra ortaya çıkan büyükanne sevinçle
seslenir: "Gerçek mi bu? Herder, Herder'im! Yolunuz bu kulübeye düşer
miydi? Sizi binlerce kez kucaklarım!"

Bettina o anda kimi tokatladığını biliyor muydu? O bu olayı yalnızca
kaydeder. Daha sonra yaşadığı bu olayı ve kendisi için ne kadar önemli
olduğunu anlatacaktır. Ünlü şair ve filozof Johann Gottfried Herder
evden ayrılırken elini Bettina'nın başına koyarak şöyle der: "Bu kız çok
özgür birine benziyor. Eğer Tanrı ona bu yeteneği bir mutluluk için
verdiyse, bunu çevresindekilere faydalı bir şekilde yansıtmalı ki,
herkes onun cesur isteklerine uysun ve hiç kimse onu caydırmaya
kalkmasın."

Doğal olarak genç Bettina bundan etkilenmiştir. Ama sadece bundan değil.
Çevresinde olan her şey onun yaşantısını şekillendirmektedir. Kendini
bulmak ve kendini anlamayı öğrenmek ister. Kendi içindeki sesi izlemek
ve kimseden emir almamak arzusundadır. Bunlar genç kızların "kadınların
tüm eğitimi erkeklerin istedikleri gibi olmalıdır" temel ilkesine göre
yetiştirildiği o dönemde duyulmamış düşüncelerdir.

Bettina'nın büyükannesi ise bu ilkelere uymaz. Genç kızın Mimbeaa'yu
okumasını, Latince öğrenmesini sağlar. İlerideki mesleğiyle ilgili
olarak "Ben de bulutlarda yüzen biri olamam mı?" diye çok garip bir arzu
dile getirdiğinde, büyükannesi onun bu fikrini "hayretle" karşılasa da
Bettina'ya özgü bir düşünce gerçeğiyle karşı karşıyadır.

Kız kardeşleri ona "evin sevimli cini" adını takarlar; bu rol ona
delilere özgü bir serbestlik verir. Yedi yaş büyük ağabeyi Clemens, onu
sırdaşı yapar. Üniversite öğrencisi ve geleceğin yazan Clemens Brentano,
Jenalı romantiklerin ütopyası ve düşünceleriyle ilgilenmektedir.
Sohbetlerinde ve özellikle mektuplarının çoğunda Bettina'ya bu
konulardan söz eder. Yetişmekte olan Bettina üzerinde etkisi olan biri
daha vardır: Şair Karoline von Günderode. Günderode, Frankfurt'taki bir
manastırda yaşamaktadır.

Bettina daha ilk karşılaşmalarında kendisinden beş yaş büyük olan bu
kadına hayran olur. İmkân buldukça Karoline'i manastırdaki odasında
ziyaret eder ya da ona sayfalar dolusu mektup yazar. Tarih, mitoloji ve
sanat, iki arkadaşın tartıştıkları konulardır. Balolar, moda
yenilikleri, randevular; böyle şeylerle Bettina'nın en ufak ilgisi
yoktur ve bunu da kaygısızca ağabeyine yazar. Clemens gittikçe artan bir
endişeyle karşılar bu düşünceleri.

Bettina biraz fazla aşırıya kaçmıyor mu? Büyük bir baloda kendisinin
dolabına saklanan Bettina, orada uyuyakalır! Bunu anlayışla karşılamak
mümkün değildir. Üstelik de "Veilchen" adlı Yahudi bir kızla arkadaşlık
kurmuş, ona şiirler okumaktadır! Bu ne biçim davranıştır? Hemen bir
şeyler yapmak gerekmektedir. Clemens uyarır, tehdit eder, azarlar; fakat
Bettina taparcasına sevdiği ağabeyine bile karşı gelir.

"Eğilimlerim üzerinde senin tasarruf hakkın olamaz. Hayattaki tek büyük
kazancım kendim olarak kalmaktır ve bu dünyada başka bir mutluluk da
istemiyorum!" Clemens ona bir koca bulmak istediğinde ise sabrı taşar:
"Ne istediğimi ben bilirim! Özgürlüğümü korumaya ihtiyacım var benim!"
Ona istedikleri kadar kendini beğenmiş, kaçık, uyurgezer desinler,
umurunda değildir.

Bettina, büyükannesinin evinde 1772-1776 yılları arasında Sophie von
Laroche'a Goethe tarafından yazılmış mektuplar bulur. Bettina'nın merakı
iyice artar. Meğer kendisi daha küçük bir kızken, Goethe annesine âşık
olmamış mı? Bettina bu büyük ozana hayrandır ve şimdi kendisini ona daha
da yakın bulmaktadır. Goethe'nin annesi, Bayan Goethe Frankfurt'ta
yaşamıyor mu? Bettina, Goethe'nin annesiyle tanışacaktır. Buna kesin
kararlıdır ve ona kimse engel olamayacaktır.

Bettina 1806 Haziranı'nda "Senin yerine Goethe'nin annesini kendime
arkadaş seçtim," diye yazar arkadaşı Karoline'ye. İki kadının dostluğu
neden bozulmuş olabilir? 1804'te Günderode'ye âşık olan dilbilimci ve
tarihçi George Friedrich Creuzer buna katkıda bulunmuş olmalı. En
sonunda Karoline von Günderode, Ren Nehri kıyısındaki Winkel'de 26
Temmuz 1806 tarihinde Bettina yüzünden bıçakla intihar eder. Yani
Bettina, Büyükhanım Goethe'nin evinde sürekli bir konuk olduğu sırada.

Evet, ona duyduğu ilgi daha fazladır: Goethe'nin annesinin de ilgisini
ve güvenini kazanmıştır. Fakat arkadaşının intiharını öğrendiğinde çok
sarsılır: "Birlikte yaşantımız çok güzeldi. Kendimi bulduğum ilk
dönemdi... Onun yanında ilk kez kitapları anlayarak okumasını
öğrendim... Bu acıyı ömür boyu içimde taşıyacağım." Yıllar sonra Bettina
yazar olarak kamuoyunun önüne çıktığında, gençliğinde kendisi için
önemli olan tüm kişiler eserlerinde yeniden boy gösterecektir.

Ağabeyi Clemens, kız arkadaşı Karoline. Goethe'nin annesi ve en sonunda
ta kendisi! Bettina'nın taparcasına hayran olduğu Johann Wolfgang von
Goethe. Henüz kendisini şahsen tanımasa da, her geçen gün onun hakkında
yeni şeyler öğrenmektedir. Annesinin Wolfgang'ın çocukluğu ve gençliğine
ilişkin hikâyelerini dinlemektedir. Duyduğu her şeyi kelimesi
kelimesine defterine yazar ve bunları bir hazine gibi saklar.

Goethe'nin annesi arkadaşlıklarının başlamasından bir yıl sonra
Bettina'ya yazdığı bir mektupta şöyle der: "Sevgili - sevgili kızım!
Bana bundan böyle içinde sadakatin saklı olduğu o kelimeyle hitap et.
Anne de. Bana anne demen senin tümüyle hakkın - Oğlum seni yürekten
seven arkadaşın olsun. O da seni mutlaka seviyor ve arkadaşlığından
gurur duyuyordur." Bu arada Bettina, Weimar'da özel danışman olan
Goethe'yi ziyaret etmiş -ve onun çok hoşuna gitmiştir. Bunu izleyen
yıllarda Bettina ve Goethe birçok kez birlikte olurlar.

Bu andan itibaren başlayan mektuplaşmalar (aslında mektuplaşmayı
sürdüren Bettina'dır. Goethe onun kadar sık yazmadığı gibi, mektupları
çoğunlukla çok kısadır) sonraları Bettina'nın ilk edebi eserinin
temelini oluşturacaktır. Bettina'ya yazdığı bir mektupta Bettina'nın
varlığının özünü tanımlayan cümleyi belirtmek gerek: "Aslında sana
hiçbir şey verilemez. Çünkü sen istediğin her şeyi ya yaratır, ya da
koparır alırsın."

Bunu yirmi beş yaşındaki bir kıza yazmıştır. Bundan kısa bir süre sonra
Bettina'dan çocukluğuna ait masallar ve fıkralar derlemesini rica eder.
Çünkü Goethe o sırada İtiraflar üzerinde çalışmaktadır. Bettina
annesinin 1808'de ölümüne kadar son iki yılı onunla birlikte geçirdiği
için belleğinden çok şeyleri Goethe'ye aktarabilirdi. Goethe'nin Şiir ve
Gerçek yapıtındaki birçok olay ve anı Bettina'nın ona aktardıklarıdır.
Zaman zaman, "Böyle sevimli ve hoş biri olmaya devam et!" diye
Bettina'yı yüreklendirmiştir.

Daha önce belirtildiği gibi yirmi beş yaşındadır Bettina. Bu yaştaki
diğer kadınlar çoktan evlenmişlerdir. O ise şimdiye kadar buna karşı
çıkmıştır. Ağabeyi Clemens'in arkadaşı ve şair Achim von Arnim çoktandır
Bettina'nın peşindedir. Coşkuyla içinde şiirsel sihrin saklı olduğu bir
evliliğe karar verirler.

Gerçekten de hiçbir akraba ve tanıdığa haber vermeden seksen yaşındaki
bir rahibin odasında evlenirler. Kız kardeşi Günde ve eniştesi
Savigny'nin yanında oturan Bettina, kendi odasını güller, yaseminler ve
mersin ağaçlan ile süsler. Çiçeği burnunda damat Arnim'in zifaf gecesi
Bettina'nın odasına gizlice girmek zorunda kalması, onu oldukça
keyiflendirmiştir. Ancak günler sonra Bettina ve Achim von Arnim
evliliklerini "itiraf "ederler. Evet, böylece Bettina şimdi soylu bir
kadın, bir eş, yakında da anne olacaktır...

Bettina değişmiş midir? Düğünden iki ay sonra, o sırada yaşadığı
Berlin'den Goethe'ye "Burada cennetteyim," diye yazar. "Küçük bir
mutluluk" geçici bir süre ona yeterli gibi görünmektedir. Hani o
kadınların beklentilerini buldukları mutluluk.

Bettina von Arnim yirmi yıllık evliliğinde yedi kez anne olur. Kocası
ile kendisi arasında iki ciltlik bir kitap haline dönüşen
mektuplaşmalarında, başlangıçta şiirsel bir sihir olarak görülen bir
evliliğin nasıl normal, gündelik bir yaşam haline döndüğü açıkça
görülür. Kocası Wiepersdorfta malının mülkünün idaresiyle uğraşırken;
sohbete, insanlara, dürtülere gereksinimi olan Bettina sık sık Berlin'e
gider. Ev işlerini kendi başına yapar. Dokuma, pasta pişirme, biberli
salatalık turşusu kurmayı ve mürver şurubu yapmayı öğrenir. Çocukları
ateşlenir, sancılanır, isilik döker, boğmaca öksürüğüne tutulur, dişleri
ağrır ve Bettina geceler boyu yataklarının başında nöbet tutar. Son
çocuğunu dünyaya getirdikten sonra kız kardeşi Gunde'ye yazdığı bir
mektupta, "Kol ve bacaklar yorgun, gözler uyku dolu, gırtlağımda sadece
ninniler. Ben kendim, bu gizem dolu dünyada yaşadığına hayret eden bir
çocuk olmuşum," diye tanımlar kendisini.

Bundan birkaç yıl önce kocasından özür dilemiştir: "Sana uzun mektup
yazamıyorum, çünkü çocukların bağrışmaları ve yorgunluk buna engel
oluyor." Yirmi yıllık evlilik ve analık görevleri: "Yazar olarak Bettina
bu yirmi yılda ön plana çıkmamıştır," der şair Rudolf Alexander
Schröder, Mektuplarında Achim ve Bettina adlı kitabın önsözünde.
Nedenini ise araştırmamıştır.

1831 Ocağında, 50. doğum gününden birkaç gün önce Achim von Arnim ölür. O
yılın yaz ortasında Berlin'de kolera salgını başlar. Zenginler
kaçarcasma kenti terk ederken, Bettina Berlin'deki yoksullar semti
Vogtland'a gider. (Buradaki durumu daha sonra Kralın Kitabı'nın son
bölümünde dile getirir.) Giyecek, ilaç ve tıbbi yardım sağlar. Hayır,
asla böyle "bir felakete seyirci kalınamaz", yoluna çıkan dikenleri
ayıklamalıdır. Yaşamının genellikle "menopoz" diye adlandırılan
döneminde, kendine yeni bir yol çizer.

Sanatçı olarak üretken ve politikada etkindir. Dış etmenlere kanmadan,
yazar olarak kendine özgü işinde ilerlemeye çalışır. Kocasının ölümünden
sonra, hem onun hem de kendi yapıtlarının yayımı ile ilgilenir. 1834'te
Prens Pückler'e "Goethe'nin Bir Çocukla Mektuplaşması, işte kitabımın
adı bu," diye yazar, "öylesine ince, öylesine temiz, öylesine ateşli,
alçakgönüllü, saf ve ilham dolu ki, nasıl mutlu etmesin!" İşte bu son
cümlede yanılmıştır. Doğal olarak her okuyucusu aynı mutluluğu duymaz.

Ağabeyi Clemens örneğin, kitap yayınlanmadan önce ilk dört formayı
okuduktan sonra kız kardeşini bir kez daha azarlar. Bu bölümlerde
Bettina gerçekten de bir genç kız olarak, Goethe'nin kucağında nasıl
oturduğunu anlatmıştır ve Clemens bir skandaldan korkmaktadır: "İyi
yetişmiş bir kız gibi divanda oturacağın yerde, kötü yetişmiş bir kız
gibi bir adamın kucağında oturduğunu Avrupa'da herkesin bilmesinin bir
faydası mı olacak yani?.. Beni, senin çocukların endişelendiriyor.
Gurbette iyi mevkilerde bulunan oğulların ailenin şerefini korumak için
herhangi bir felakete uğrayabilir, kavgaya veya düelloya
zorlanabilirler. Kızların yanlış yola sapabilir veya sana olan
saygılarını yitirebilirler."

Bettina'nın bu sözlere yanıtına kulak verelim: "Sevgili Clemens... Gerçi
iyi niyetine saygı duyuyorum, ama görüşlerine saygı duymama imkân yok.
Tümünü okuduğunda bu kitabın bir önceki ve şimdiki yüzyılda yazılmış
olan kitapların içinde olağanüstü bir yeri olduğunu sen de anlayacaksın.
Gerçek düşüncem bu ve bunda yanılmıyorum."

Cüretkâr cümleler; tam Bettina'ya göre. Oğullarının, özellikle ikinci
oğlu Sigmund'un, annesinin böylesine "uygunsuz yayınlarından" dolayı
kariyerlerinin tehlikeye düştüğünü belirtmeleri Bettina'yı mutlaka düş
kırıklığına uğratacaktır. Fakat ne olursa olsun müsveddelerinde en ufak
bir değiştirme ya da revizyon yapmaz. Bir Çocukla Mektuplaşma, gerçekten
Bettina'nın Goethe ile yaptığı yazışmalarını şiirsel bir anlatımla
derlediği bir mektup-romandır.

Goethe ile olan birlikteliğini anlatırken anı ve fanteziyi birbirine
bağlamıştır. Bu bağlamda, mektupların özellikle kadınların tercih ettiği
bir edebiyat türü olduğunu bilmekte yarar vardır. Mektuplar gerçi belli
bir adrese yöneliktir, ama aynı zamanda edebiyat dünyasına yazılmıştır.
Bettina von Arnim tarafından ilerki yıllarda diğer mektup-romanlar
yayınlanır: Die Gündemde (1840) Bettina'nın genç kızlık arkadaşı ile
mektuplaşmasını, Clemens Brentano'nun Bahar Tacı (1844) Clemens ve
Bettina Brentano kardeşler arasındaki fikir alışverişini kapsar.

Burada Bettina'nın o canlı anlatım tarzından ufak bir izlenim vermek
için Bahar Tacı''ndan bir bölümü aktarmak gerek: "Doğru, Clemens, içimde
insan yüzlerinden bir panayır var, tüm doğa sere-serpe, nabzı dolu
dizgin atıyor, çiçekleniyor ve şafak kızıl rengiyle ruhuma doğup her
şeyi aydınlatıyor. Baş parmaklarımla gözlerimi kapatıp başımı
dayadığımda, bu koca tabiat önümden geçerek beni tümüyle sarhoş ediyor.
Geçit resmi yapan yıldız tablolarıyla bezenmiş gökyüzü dönüp duruyor
yavaşça; ve çiçeklenen ağaçlar havayı bir halı gibi renk hüzmeleriyle
beziyor. Acaba tüm bunların gerçek olduğu bir ülke var mı? Yoksa var da
ben dünyanın başka yerlerine mi bakıyorum?"

Kralın Kitabı'nın iki cildi Bettina'nın daha sonraki yapıtları arasına
girer. Bu kitap krala aittir, ithaf başlığını taşıyan birinci cildi
Bettina'nın veliahtken tanıdığı ve 1840 yılında kral olan IV. Friedrich
Wilhelm'e hitap etmektedir. O zamanlar bu kral liberal sayılırdı.
Bettina kitabında Goethe'nin annesinin feodal devletin eleştirisini de
aşan gerçekleri dile getirmesine izin vermiştir. Goethe'nin annesi,
örneğin, devleti işlenen tüm suçların en büyük ve tek faili olarak
görmektedir.

Bettina, IV. Friedrich Wilhelm'e gönderdiği Kralın Kitabı'na eşlik eden
mektubunda, "Vatandaşları serbest bırakmalısınız," der. Kral
vatandaşlardan oluşan bir topluluğun ilk vatandaşı olmalı ve devleti
onlarla birlikte kurmalıdır; içinde yaşamak istedikleri devleti.
Bettina'nınki gibi bir soydan gelen bir kadının böylesine fikirleri
yayınlaması tamamen yeniydi.

Kralın Kitabı adlı yapıtının ikinci cildi Cinlerle Söyleşiler (1852)
yayınlandığında, Bettina "komünist" olarak suçlanır; Bavyera ve
Avusturya'da kitabı yasaklanır. Bettina von Arnim kamuoyunun odak
noktasındaki bir kadındır. Ömrünün son yıllarında korkusuzca ve yılmadan
polis baskısına, yoksulluk ve adaletsizliğe karşı savaşır.

Yahudilerin ve Silezyalı dokuma işçilerinin savunucusu olur ve hemen
hemen her baskı şekline karşı savaş açar. "Hemen hemen", çünkü kadınlara
uygulanan baskıya değil, sadece kendisine yapılan baskıya karşı çıkar.
Onun ufkunu daraltan ve belirli kalıplara sokmak isteyen biri çıktığı
anda kıyameti koparır. "Şeytan Bettina" olarak (yetişkinliğinde de aynı
lakabı taşımıştır) kendine özel bir yer edinmiştir.

Belki çağdaşları arasında ona en çok benzeyen, Fransız kadın yazar
George Sand'dır. George Sand ile de ilişki kurmak ister. Ona Goethe
mektup-romanının Fransızca çevirisini yollar. George Sand kitaba hayran
olur ve hemen uzun bir cevap yazar. Fakat mektuba polisçe el konulur ve
açılır. İki kadın yazarın bu yazışmalarında, "tehlikeli eğilimler"
sezinlenmiştir.

Yetmiş dört yaşına basan Bettina von Arnim ne zaman 'yaşlanmış'tır? Eğer
bundan yorgun olmak ve vazgeçmek anlaşılıyorsa; o ne yorulur ne de
vazgeçer. Asla. Jacob Grimm, Bettina'dan söz ederken "Yaşlanan, ama hep
genç kalan Bettina," der.

Gündemde adlı mektup-romanında "Eğer tahtta ben olsaydım dünyayı güleç
bir yüreklilikle değiştirirdim," der Bettina. Tüm eserleri, özellikle de
mektup-romanları bunu yansıtır: Bettina von Arnim "güleç
yürekliliğiyle" yaşamış ve yazmıştır.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Tarihin İçinden Kadınlar Empty
MesajKonu: Geri: Tarihin İçinden Kadınlar   Tarihin İçinden Kadınlar EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:24 am

Germaine de Stael-Holstein

DÖNEMİNDEKİ ÖNEMLİ OLAYLAR (1766-1817)

1769 Napoleon Bonaparte'ın doğum yılı.
1789 Fransız Devrimi'nin başlaması.
1792 Paris'te Tuileries Sarayı'na yapılan saldırıda (bununla krallığın
düşmesi olayı başlatılmıştır) kadınlar da önemli ölçüde yer alırlar.
1792 İngiltere'de Mary Wollstoneeraft'ın Kadın Haklarının Savunusu adlı
eseri yayınlanır.
1802 Napoleon Bonaparte, Madame de Stael'i Paris'ten kovar.
1803 Madame de Stael, Weimar'da Goethe ile buluşur.
1804 Goethe "Baş Müşavir" olur.
1805 Bonaparte kendisini Fransız İmparatoru ilan eder.
1806 Napoleon, Jena Meydan Muharebesi'nde Rusya ve Prusya'ya karşı zafer
kazanır. Napoleon hayranı Goethe, Christiana Vulpius ile düğünü için
evlilik yüzüklerine Jena Meydan Muharebesi'nin gününü yazdırır.
1808 Goethe, Erfurt kentinde Napoleon ile buluşur.
1813 Goethe, Leipzig'deki meydan muharebesinde Napoleon'un zaferi
üzerine bahse girer, kaybeder.
1814 Germaine de Stael'in başyapıtı Almanya Üzerine, Almanca çevirisiyle
çıkar.

"HAKSIZ GÜCE KARŞI DİRENMEK, BEDENSEL BİR ZEVKTİR."

Parisli Germaine Necker garip bir kızdır: Daha on üç yaşına varmadan,
sanki büyümüş de küçülmüş gibi konuşur. Oyun oynamanın ne demek olduğunu
bile bilmez. Açık havada gezmek, hareket etmek, bunların hepsi ona
yabancıdır. Gezmek, tozmak yerine tiyatro oyunları üzerine sohbet etmek
ister, herhangi bir insanın kaç yabancı dil bildiği konusu ile
ilgilenir, edebi mektuplar, kompozisyonlar yazar.

Henüz ebeveynlerinin Paris'in kuzeyinde bulunan Saint-Quen'deki kır
evinde oturmaktadır, çünkü doktor ona mutlaka "dinlenme ve hava
değişimi" önermiştir. Ayrıca, artık yaşıtlarıyla birlikte olması da
gerekmektedir. O zamana dek Germaine, zamanının çoğunu katı tutumlu
annesinin koruması altında geçirmiştir. Annesi Bn. Necker Paris'teki
evinin salonunda zamanın ileri gelen beyinlerini ağırlarken, Germaine
uslu uslu oturup onları ciddiyetle dinler ve konuşmalara katılır.

Şimdi ise Germaine ilk kez yaşıtı bir kızla karşılaşmıştır: On iki
yaşındaki İsviçreli Jeanne Huber oyun arkadaşı olarak Necker ailesinin
çiftliğine davet edilmiştir. Germaine için bu müthiş bir olaydır.
Hayatında o güne dek hiç arkadaş edinmemiş olan Germaine, neye
uğradığını anlamayan Jeanne'ı hasretle kucaklar. Onu sevgi yeminlerine
boğar, garip bir öneriyle de şaşkına çevirir: "Her gün birbirimize
yazacağız!" Gerçekten garip bir kızdır şu Germaine...

Jeanne daha sonraları Germaine'in yanında başlangıçta kendini rahat
hissetmediğini, fakat kısa bir zaman sonra bu olağandışı kızın
cazibesinden kendini kurtaramadığını anlatır. Gerçekten de Germaine'i
tanıyan bir kimse ona genç kızken bile kayıtsız kalamazdı. Ya
alabildiğince sevilir ya da son derece nefret edilirdi. Ve bu özelliği
tüm yaşamı boyunca değişmedi.

"Bu kadın bir felaket tellalı, hep nahoş şeylerin habercisi!" diye
köpürmüştü Napoleon Bonaparte. İçişleri Bakanı Joseph Fouche ise
"Germaine çağımızın en harika kadını," diye övgüyle söz etmiştir. "Kendi
hemcinsleri arasında eşine ender rastlanan biri; çok az erkek onun
aklına ve konuşma yeteneğine sahiptir," diye yazmıştı Sehiller.

Aklı ve mükemmel konuşma yeteneği, daha on üç yaşma bile basmamış
Germaine'i ön plana çıkarmıştı. Düşünce ve duygularını hiç kimsenin
taklit etmeyeceği bir üslupla dile getirmekteydi. Arkadaşı Jeanne ile
tiyatro eserleri yazar, tuluat tarzında oyunlar oynar, değişik kılıklara
bürünürdü. Onu izleyenler aslında hiç de "güzel" bir kız olmadığını
unuturlardı.

Germaine'in çağdaşları onun dış görünümünü "yüz hatları düzensiz,
zarafetten yoksun," diye tanımlar. Ona en yakın olan insan, babası
Maliye Bakanı Jacques Necker'dir. Biricik kızına şefkatle "Minette,"
derdi. "Ben Bay Necker'in kızıyım. Ona aitim. Gerçek adım bu. Eğer bir
gün soyadını değişse bile bu adı bana vermeleri için elimden geleni
yapacağım. Ona layık olmaya çalışacağım. Bu yeminle büyüdüm, onunla
öleceğim," diye yazmıştır Germaine günlüğüne.

1786'da babası onu evlendirmek istediğinde karşı gelmez. Müstakbel
kocasının adı Eric Magnus von Stae'l-Holstein'dır. İsveç'in Paris'teki
büyükelçisidir. Genç çifte babası Rue de Bac'ta bir daire döşer.

Aşk mı? Hayır, zamanındaki her genç kız gibi o da evlilikte aşkı
düşünmez. Fakat mutludur. Fazlaca el bebek gül bebek geçen çocukluğu,
yalnız geçen gençlik döneminden sonra evliliğinin ilk iki yılında
toplumsal yaşamın içine düşer. Kısa süre içinde Rue de Bac'taki evi
annesininki kadar önemli olur. Saraylarda takdim edilir, bol bol akşam
yemeklerine ve galalara katılır.

Bu "çirkin küçük ördek yavrusu", pudralı, saçı başı yapılı Rokoko
kadınları arasında -olacak şey mi? Hayır. Genç Bayan de Stae'l sık sık
falso verir: bazen başlığını takmayı unutur (olamaz!), bazen eteği
sarkar (ne ayıp!), hatta makyaj yapmayı unutur (ne kadar bayağı!). Bütün
bunlara rağmen gene de herkesin ilgi odağı olur. Başına üşüşen
kavalyeler onun konuşma yeteneğine hayran kalırlar. Fransa'nın ekonomik
sorunlarını çözümlemek isteyen babasının reformlarını savunmaktadır.
Fikirlerini herkesin yüzüne karşı doğrudan söyleyen "Minette", Fransız
Devrimi sırasında ve sonrasındaki sıkıntılı yıllarda birçok düşman
edinir.

Onun amansız rakibi Napoleon Bonaparte olur ve öyle de kalır. Aslında
önceleri onu bir kahraman olarak görmüştür ve saygı duyar. Yönetiminin
başlarında yaptığı her şey Fransa, üstelik tüm insanlığın yararına gibi
görünmüştür. Ne var ki, başka biri onun gibi düşünmeyecek olsun,
etrafındaki figüranlardan başka kimseye tahammül edemeyeceğini hemen
göstermektedir Bonaparte. Kadınların onun politikasına burunlarını
sokmaları imkânsızdır. Bu uğursuz Bayan de Stae'l ise kurallarına
uymamaktadır.

Artık sesini çıkarmazsa Paris'te rahatsız edilmeden yaşayabileceği
haberini yollar de Stael'e. Politika yapan kadın istememektedir. "Mesele
sizin ne istediğiniz değil, benim ne düşündüğümdür," kararma varır
Germaine de Stae'l sakince. Düşüncesini hiçbir engel olmaksızın
söyleyebilme serbestisini istemektedir. Bu ise Bonaparte'ın istemediği
ve kendisine körü körüne itaat etmeyen bir kimseye izin veremeyeceği bir
şeydir.

Muhalifinin kendisine "Fikir korkağı" dediği kulağına gelen Bonaparte,
"Parçalayacağım, ezeceğim onu!" diye tehdit eder. Germaine'i bu
tehditler sindirmez: "Haksız bir güce karşı direnmenin temelinde bir tür
bedensel zevk yatar," der. Napoleon 1802 Mayısı'nda on yıllığına konsül
olarak atandığında, Germaine'i Paris'ten sürgüne yollar: "Necker'in
kızı bir daha asla Paris'e dönemez!"

Bu sürgün Germaine'i can evinden vurur. Paris, onun kutsal kentidir.
Burada bulduğu insanlar, diyalog içinde bulunduğu dostlar onun için son
derece önemlidir. Kendisini ancak Paris'te gerçek evinde hissetmektedir.
O sırada evliliği sadece kâğıt üzerindedir. Dünyaya getirdiği üç çocuğu
İsviçre'de babasının yanında büyümektedir. Kocası Bay de Stae'l 1802
Mayısı'nda felçten ölür.

"Ona duygu yönünden pek fazla bir şey veremedim," der Germaine de Stae'l
açık yüreklilikle. Gerçekte, her ikisinin de bu arada "maceraları"
olmuştur. Aradaki ufak fark ise, mutsuz bir evli erkek için "böyle bir
şeyin" normal olması; mutsuz bir evli kadın için ise asla kabul
edilemeyeceğidir. Germaine de Stae'l, bu tür çifte standartlı ahlak
anlayışına karşı savaş veren ilk kadınlardan biridir. Paris'ten sürgün
edilince İsviçre'ye babasının yanına gider ve evlilik dışı aşkta kadının
haklarıyla ilgili bir roman yazar.

"Bir hayat arkadaşı olan kadının, kocasının isteği doğrultusunda bir
anlaşmaya varması ne büyük haksızlık," diye yazar. "Seni iki, üç yıl
tutkuyla seveceğim ve bu sürenin bitiminde seninle mantıklı bir şekilde
konuşacağım," der erkek. (Ve erkeklerin mantık dedikleri, yaşam sihrinin
bozulması anlamına gelir.) 'Ben evimi, soğuklukla, can sıkıntısıyla
dolduracağım ve öte yandan da beğenilmeyi isteyeceğim.

Fakat bana oranla daha fazla fantezi ve duygu gücüne sahip olan sen,
herhangi bir başka hayat seçeneğin veya eğlencen olmadığı için, dünya
bana dört bir yandan olanaklar sunarken, sadece benim için yaşayan sen,
benim binlerce ilgi alanım varken, aşağılanmış, donmuş ve yarım kalmış
sevginle sen, sadece benim iyi olarak algılayacağım zamanda, yalnız
benimle yetineceksin ve bunun da ötesinde daha güçlü, daha şefkatli
duygular içeren inançları geri tepeceksin!' Ne denli haksız bir akit!
Tüm insani duygular buna isyan eder."

Delphine adlı romanı 1802 sonbaharında Paris ve Cenevre'de aynı zamanda
yayınlanır. Dıştan zararsız bir kadın romanı gibi görünen kitap,
Fransa'nın başkentinde bir numaralı tartışma konusu olur. "Suskun ve
aydın Fransa'ya" diye ithaf etmiştir Germaine bu kitabı. Sadece bu
ithafı ilk okurlardan birini -yani Napoleon Bonaparte'ı- çileden
çıkarır. Serbest aşkı savunan hiç duyulmamış çığırtkanlığı dışında, şu
tür cümleleri de gittikçe büyüyen bir hoşnutsuzlukla okur; "Halkların
politik inançlarının kuvvet kullanarak değiştirilebileceğine inanmak
boşunadır," ve "Bizim vicdanımız özgürlüğe ve adalete düşkündür; hiç
kimse köleliği istediğini samimi olarak itiraf edemez."

Bunları yazan bir kadının normal olmayacağı gayet açıktır. O "erkekten
dönme" olmalıdır. Tehlikelidir. Susturulmalıdır. Bundan daha basit bir
şey olamaz. "Umarım," der Napoleon, "dostları Bayan de Stael'i Paris'e
geri dönmemesi konusunda uyarmışlardır. Aksi takdirde onu jandarma ile
sınır dışı etmek zorunda kalırım."

Fakat bu can sıkıcı kadın yılmaz, vatandaş Konsül diye yazar
Bonaparte'a; "İnanamıyorum; eyleminiz beni daha da acımasız yapabilir.
Tarihiniz içinde yalnızca bir satır olabilir bu. Savunmasız bir insana
böylesine büyük bir acı vermeden önce bir an olsun düşünün; basit bir
adalet eyleminizle başkalarını tepeden tırnağa boğduğunuz minnettarlık
duygusundan daha derin ve daha kalıcı minnettarlık duygulan akıtırdınız
yüreğime."

Birinci Konsül'ün emrini geri alması için bir yıldan fazla uğraşır.
Boşuna.

"Fransa benim mutluluğum için gerekli," diyordu Germaine de Stael.
Napoleon da bunu onun kadar iyi biliyordu. Yoksa çoktan başka bir ceza
düşünürdü.

Jacques Necker bu sırada mutsuz kızına yazdığı bir mektupta şöyle
seslenir:

"Mutsuz olduğun zaman başını dik tut ve dünyanın hiçbir gücünün seni
ezmesine izin verme!" Germaine, babasının tavsiyesine uyarak Almanya'ya
gider. İki çocuğu ve onun o zamanki "sürekli refakatçisi" Benjamin
Constant da onunla birliktedir. Neden özellikle Almanya? Bir yandan
romanı Delphine bu ülkede hayranlıkla benimsenmiş olduğu, bir yandan da
Weimar'da Goethe ve Schiller ile tanışmak arzusunda olduğu için. Hayır,
Germaine de StaeTin Almanya'da hoş karşılandığı iddia edilemez.
Frankfurt'ta Goethe'nin annesi ile buluşur. Annesi oğluna şunları
bildirir: "Sanki boynuma asılmış bir değirmen taşı gibi boğdu beni. Her
yerde yolumu değiştirdim, bulunduğu her daveti reddettim. O gittikten
sonra rahat nefes alabildim. Ne istiyor bu kadın benden?"

Bu arada iki şair, Goethe ve Schiller, birbirlerine yazdıkları kaygılı
mektuplarda kendilerini bu can sıkıcı kadına karşı nasıl
koruyabileceklerini bilmediklerini belirtirler. Herkesin dilinde olduğu
gibi "güzel" de değildir. Üstelik politikaya karışması yüzünden
ülkesinden de kovulmuştur. Aydın ve çok akıllı biri olarak
bilinmektedir. Üstüne üstlük; de Stael oldukça çetin bir kadın olsa
gerektir. "Eğer Almanca anlıyorsa, ona haddini bildiririz" umudundadır
Schiller. "Fakat inançlarımızı ona Fransızca sözcüklerle anlatmak ve
onun ustalığına karşılık vermek çok zor bir iş!"

Goethe, ilk önce bu garip kadını izlemesi ve sonra izlenimlerini
iletmesi için Schiller'i öne sürer.

İlk karşılaşmasından sonra Schiller "Derli toplu, yabancı, yanlış ve
patolojik bir unsur yok vücudunda. Tek bunaltıcı yanı dilini
kullanışındaki olağanüstü ustalığı. Onun söylediklerini izleyebilmek
için insanın topyekûn kulak kesilmesi gerek," der. 1803 kışında iki
Alman üstat Germaine de Stael ile birçok kez biraraya gelirler. Bu ülke
hakkında bir kitap yazmayı planlayan Germaine, Almanya'da yaşadıklarını
ve deneyimlerini günü gününe not alır.

"Öyle alçakgönüllü ve kendi başarılarını önemsemeyen, kendine göre
gerçekleri öylesine canla başla ve gururla savunan biri ki, ilk gördüğüm
andan itibaren ona hayranlık dolu bir dostlukla yaklaştım." Schiller'i
böyle tanımlar. Goethe ile olan ilişkisini tanımlamakta ise biraz
zorlanır. "Fantezisi gibi donuk olan bir haysiyet duygusu var... Konuşma
sırasında farkında olmadan onun Ben taassubunu zedeleyip zedelemediğini
asla bilemiyor insan," diye yazar Goethe hakkında babasına. Fakat tüm
eleştirilere rağmen onunla konuşmalarından büyülenir. Edebiyat, felsefe
ve tiyatro, ana temalarıdır.

Weimar'da kaldığı altı hafta, Bayan de Stael'in yaşamında kesinlikle
zirvelerden birini oluşturduğu kesindir. En önemli yapıtı Almanya
Hakkında, ana hatlarıyla bu Almanya gezisi sırasında oluşur ve bu kitap,
Fransızların Almanlar hakkındaki görüşlerini uzun süre etkiler. Bunun
ardından Bayan de Stae'l Berlin'de de kalır ve her gün "Alman dilindeki
keşfedilmemiş yeni değerleri" keşfeder.

1804 Nisan'ında İsviçre'den aldığı bir telgraf Germaine'i çok derin
kaygılara düşürür, tüm planlarını altüst eder. Babası ölmüştür.
Herkesten çok sevdiği insan; babası. Yetişkin bir kadın olarak da
kendisini hâlâ "Minette" olarak gören, ne olursa olsun daima yanında
olan babası. Onun ölümüyle, bu arada ne kadar ünlü de olsa "Minette"
için gerçek yetişkinlik henüz başlamaktadır. İsviçre'deki Coppet'e geri
döner, babasının terekesini düzenler ve Bay Necker'in Özel Yaşamı ve
Karakteri adlı izlenimlerini yazar.

Cenevre yakınındaki Coppet malikanesi daha sonraki yıllarda Avrupa'nın
kültürel buluşma yerine dönüşür. Şenlikler, temsiller, tartışmalar ve tâ
uzaklardan bu "olağanüstü kadını" tanımak için gelen konuklarla dolar.
Fakat Napoleon onu hâlâ nefretle izlemektedir.

"Ezeceğim onu!" diye birkaç yıl önceki tehditinin üzerine, 1810'da en
büyük darbeyi indirir. Germaine de Stae'l, Almanya Hakkında adlı
kitabının üçüncü cildini uzun bir çalışma dönemi sonunda tamamlamıştır.
Düzeltme çalışmasını yaptığı sırada bir emniyet müdürü çıkar gelir
evine. Tüm müsvette, evrak ve provalarının derhal kendisine teslim
edilmesini emreder.

Hemen ardından, bir görgü tanığının ifadesine göre, İmparator bizzat
kendi elleriyle tüm ciltleri ve notları şömineye atar. İmparatordun
İçişleri Bakanı yazara yapıtının neden böyle bir gazaba uğradığını şöyle
bildirir: "Madam, biz henüz sizin takdir ettiğiniz toplumları örnek
almak zorunda kalacağımız noktaya gelmedik. Sizin son yapıtınız
Fransızca değil."

O anda Germaine için kitabının bir müsveddesini gizlice kurtarabilmiş
olması belki de küçük bir tesellidir. Doğal olarak o sırada
yayınlayamaz. Yazar olarak kariyeri sona ermiştir. Vatanına asla geri
dönemez. Dostları ondan çekinmeye başlamıştır. "Yeni emniyet müdürü
arkadaşlarımın beni ziyaret etmemeleri için yollarda pusuda bekliyor.
Bugünün şartlarının gerektirdiği şekilde yapıtımı değiştirmemi, ilaveler
ya da eksiltmeler yaparsam her şeyin halledileceğini anlamamı
istiyorlar," diye yazar 1811'de bir arkadaşına. "Beni kendi kendimden
korkar hale getirdiler!"

Mücadeleci Germaine de Stae'l şimdiye dek hiç bu denli kaygılı bir ifade
kullanmamıştır. Eğer Napoleon'un lütfunu yeniden kazanmak istiyorsa,
ona bir methiyeler düzmesi öğütlenmektedir. Hayır, bir Madam de Stae'l
böylesine alçalamaz! Bundan sonraki yıllarda "kendi mezarı başında nöbet
tutarcasına" yaşar. Tarifsiz acılar içindedir. Düşüncelerini özgürce
ifade arzusunu hiçbir şey ve hiçbir kimse bastıramaz.

Kırk altı yaşında bir kez daha anne olur ama bu, çocuğunun genç bir
Fransız subayı olan babası ile hemen evlenmesi için bir neden değildir.
Doğumdan kısa bir zaman sonra Avusturya, Rusya, Finlandiya, İsveç ve
İngiltere'ye seyahat eder. Londra'da onun için görkemli bir kabul töreni
hazırlanır. Burada -1813'te- Almanya Hakkında da yayınlanır.

1814 Nisan'ında onun en büyük düşmanı Napoleon tahttan iner. Germaine de
Stae'l çok sevdiği Paris'e geri döner ve bir kraliçe gibi karşılanır.
En sonunda Almanya Hakkında adlı kitabı kendi yurdunda da
yayınlanacaktır. Kitabı (başka nasıl olabilirdi ki), her yerde büyük
ilgi uyandırır. Goethe, "Bizi Fransa'dan ayıran köhne önyargıların Çin
Seddi'nde koca bir delik açan muhteşem bir silah," der bu kitap için.

Germaine de Stae'l "Köhne önyargılara" karşı hayatı boyunca savaşmıştı.
Zor bir kadındı. Kimilerini öfkelendiriyordu. Hatta, günümüzde bile:
1980 sonbaharında Hamburg'daki bir Alman-Fransız Lisesi'ne onun adı
verilecekken, "Madam de Stael çok ahlaksız bir kadındı" gerekçesiyle,
reddedildi.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Tarihin İçinden Kadınlar Empty
MesajKonu: Geri: Tarihin İçinden Kadınlar   Tarihin İçinden Kadınlar EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:24 am

Annette von Droste-Hulshoff

DÖNEMİNDEKİ ÖNEMLİ OLAYLAR (1797-1848)

1810 Münster, Fransız İmparatorluğu'na katılır.
1813 Anncttc von Droste Hülshoff, Grimm Kardeşler ile tanışır.
1816 Grimm Kardeşler'in Alman Masalları yayınlanır.
1823 Köln'de ilk Rosenmontag eğlence resmi geçidi yapılır.
1825-26 Droste'nin Köln, Bonn ve Koblenz gezisi.
1834 J.A.L. Werner genç kızlar için beden eğitimi kitabını yayınlar.
1837 Münster'de Levin Schücking ve Droste'nin de üyesi olduğu bir
"Heeken - Yazarlar Derneği" kurulur.
1843 Levin Schücking, Luise von Gali adlı kadın yazarla evlenir.
1848 Droste'nin ölüm yılı: Fransa'da Şubat Devrimi ve Almanya'da Mart
Devrimi.
1862 Levin Schücking ilk Droste biyografisini yayınlar.
1878-79 Cotta Yayınevi'nde Levin Schücking tarafından derlenen,
Droste'nin Bütün Eserleri çıkar.

"YÜZ YIL SONRA OKUNMAK İSTİYORUM, BELKİ BAŞARIRIM."

Ailede "Annette" diye çağrılan Anna Elisabeth Freiin von Droste zu
Hülshoff, ilk şiirini biraz önce bitirmiştir. İlk eserini altın yaldızlı
varaka sarar ve doğru Hülshoff şatosunun kulesine çıkar. Rüzgâr okunun
altındaki horozlu merteğin boşluğunda saklanacak ve "sonsuzluğa adanmış"
olacaktır bu eser. Şu dizeleri kâğıda dökmüştür:

Gel sevgili horozcuk, yaklaş ve elimden gagala yemini Gel anık sevgili
küçük adam Gel ki kaçıp gitmesin o elinden.

Mehtap gümüş parlaklığında
Nasıl da bakıyor dünyaya
Bir pınardan daha sessiz parlıyor
Ey mehtap, yaklaş biraz daha dünyaya.

Keşfedilmemiş ozan yedi yaşındadır. Jenny, Werner ve Ferdinand adlı
kardeşleriyle ailenin devamlı adresi olan Westfalen eyaletinin Münster
kenti yakınındaki Hülshoff şatosunda taşralı bir soylu kızı olarak
yetişmektedir. Çocukluğu şöyle betimlenir: Hastalıklı, narin, tuhaf.
Özellikle son özelliği olan "tuhaflığı", annesini endişeye düşürür.

Annette'in oldukça aşırılığa kaçan duygusal ifadeleri vardır. Bir gece
önce gördüğü bir düşü anımsadığında hüngür hüngür ağlayabilmektedir.
Kendi kendisiyle konuşur, hayal kurar. Ata yadigârı şatonun etrafında
saatlerce tek başına dolaşır. Yalnız gezileri sırasında çiftçilerin
yanına gider, orada anlatılan tuhaf olayları ve hayalet öykülerini adeta
nefes almadan dinler. Annette bir de kibirli ve kişilikli olmaya
başlamasaydı, tüm bunlar hazmedilebilirdi.

Piyanoda gelişigüzel melodiler çalar, kendi şiirlerini yazmaya çalışır,
arkadaş ve akraba çevresinde "komedi oynamaya" bayılır. Sahnelemelerinde
alçakgönüllü ve çekingen değildir. Aile dostu Graf Friedrich Leopold
von Stolberg, Annette'in ebeveynine yazdığı bir uyarı mektubunda genç
kızın "mağrur ve şahsiyetli" olduğunu yazar. Çocuk ve Ev Masallarının
ortak yayımcısı Wilhelm Grimm de onu çok sert yargılar: "Yazık ki
benliğinde aceleci ve tatsız bir yan vardı... Mutlaka yükselmek istiyor
ama bu iki özelliği arasında bocalıyordu."

Bunun dışında kendisi için Westfalen masal ve efsanelerini toplamasını
memnuniyetle karşılarken, Annette tevazuyu yine de elden bırakmamalıdır.
Annette uyum göstermeyi öğrenir. Bunu tüm yaşamı için öğrenir.
Güpegündüz perdeleri çekili durumda yatağına yatıp, sıcak çay içerek
"sakinleşmek" zorunda az mı kalmıştır? Örgü örmek ve piyano çalmak
dışında başka şeyle uğraşması az mı engellenir? Fazla okumaması
gerektiği az mı söylenir?

Fakat: "Tuhaf ve deli dolu mutluluğumu kitaplardan, romanlardan
kazanmadım ben. Bunlar zaten benim içimdeydi," diye itiraf eder yirmi
iki yaşındaki Annette, baba dostu (kamu hukuku profesörü) Anton Matthias
Sprickmann'a yazdığı bir mektubunda.

Annette von Droste-Hülshoff "içinde olanları" daha da eleştirir. Sessiz,
sakin. Çocukluğunda ilk dizelerini altın varağa sarılı olarak
ailesinden sakladığı gibi - gizlice. Hayatının sonuna dek ailesinin ve
sınıfının göze batmayan, uyumlu bir ferdi olarak kalır. Kırk beş yaşında
bile annesine yazdığı mektupları "itaatkâr kızın Nette" diye imzalar.
Her şeye rağmen Droste'dir. "Dünyaca ünlü kadın ozan"dır.

On altı yaşındaki Annette von Droste-Hülshoff un Bertha adında
tamamlanmamış bir tiyatro eseri vardır ve bu eserdeki kahramanın eline
aşağıdaki dizeler uyarı olarak tutuşturulur:

Rufum çok erkeksi, çok yücelerde
Kadın gözü izleyemez seni ötelerde
Yüreğini daraltan korku bu
Ve solmuş körpe yanaklarında.
Assalar kadınlar semalarını
Kaçarlar kendi öz benliklerinden.
Güneşe ermek isterler ötelerde
Yınmak isterler de bulutları kartal üstünde
Yapayalnız kalırlar sisli vadilerde.
Yarışmak isteseler de tüm erkeklerle
Kadın değillerdir anık, çifte cinsiyetleriyle.

Bu dizeleri yazarken, genç Annette, kendisini betimlemek ve disipline
sokmak istemiştir. Uyar mı bunlara?

Çok küçük yaşlardan beri "dişi" olmama konusunda içine çok büyük bir
korku yerleşmiş olmalı. Yine de dış görünümüyle zamanının ve konumunun
gereği bir genç kız nasıl olması gerekirse, tam öyleymiş gibi bir
izlenim bırakır. Çağdaşları onu kocaman mavi gözleri, açık sarı bukleli
saçlarıyla zarif ve ince biri olarak tanımlarlar.

Çok önemli kadınsal bir özellik olan itaatkârlık bakımından da eksiği
yoktur. Uslu uslu "çevre turu" dedikleri, yöredeki çiftliklerde yaşayan
soylu akrabaları ziyaret amaçlı gezilere katılır. Bükendorf
çiftliğindeki büyükannesi için "dini şarkılar" içeren bir kitap yazmayı
planlar. Kadın eliyle yazılmış bu tür şiirler törelere de uygundur. Buna
karşılık genç Annette'in kurduğu bazı arkadaşlıklar "aşırı maceracı"
olarak nitelenebilir. On altı yaşındayken Westfalya eyaletinde
kendisinden birkaç yaş büyük olan Katherine Busch adlı yazara büyük bir
ilgi duyar.

Katherine "Westfalya'nın Ozanı" olarak kutlanır. Fakat Katherine,
Modestus Schücking ile evlenir ve artık sadece eş, ev kadını ve ana
olmaya karar verir. Annette o anda arkadaşının taşıdığı Schücking
soyadının ileride kendisi için ne denli önemli olacağını sezemez. O
sadece Katherine şiir yazmayı temelli bıraktığında, bir meslektaşını
yitirdiğini sanmaktadır. Peki ya Annette'in hiç talibi yok mudur? Kimse
ona teklifte bulunmamış mıdır?

1820'de (Droste üzerine yazılanlarda belirtildiği gibi) "gençlik
felaketini" yaşar. Hatta sözü edilen "büyük bir yaşam krizi"dir. İlgi
duyduğu iki erkek vardır. Hani denir ya, "umuda kapılmış", ikisi de o
türden işte. O yaz olanlar, işin içinden çıkılacak gibi değildir.
Droste'nin her biyografi, olayı başka türlü yazar. Belki Annette
delikanlılarla olan ilişkilerinde çok beceriksizdir. Belki diğerlerinin
uyduğu oyun kurallarına uyamamıştır.

Belki kendi duygularını analiz edememiştir. Her ne olursa olsun, iki
erkekten de "ortak bir red mektubu" alır. Sessiz sedasız ortadan yok
edemeyeceği bir mektup. O zamanlar mektuplar aile ve arkadaş
çevresindeki her bireye hitaben "resmi açıklama" niteliğindeydi. Annette
(o hep 'tuhaf değil miydi?) bu durumda ve aile çevresinde kendisini
eskisine göre daha da yalnız hissetmiş olsa gerek. Hiç kimseden anlayış
görmez.

Kız kardeşi Jenny daha sonraları şöyle diyecektir: "Annette evlilikten
söz ederken, sağlığı pek yerinde olmadığı ve bağımsızlığına çok önem
verdiği için evliliğin kendisine göre bir iş olmadığını söylerdi
sadece." Annette'in kendisini burada belirtildiği gibi ifade etmiş
olması imkânsızdır. O, hayatının sonuna kadar ailesiyle son derece
uyumlu ve söz dinler bir kadın olarak kalır.

Annette içine kapanır. Yirmi yıldan daha fazla bir süre sonra kız
arkadaşı Elise Rüdiger'e eski günleri anımsayarak "Vaktiyle çok gençtim,
çok mağrur ve mutsuzdum ve binlerce kez ölmeyi diledim," diye yazar.
Çoktan üne kavuştuğunda ve Alman edebiyat tarihine "Die Droste" olarak
girdiğinde, hakkında şu yorum yapılır: "O bir dâhinin yazgısı olan
yalnızlığa mahkûmdu."

Evet, yalnız kalır. Eş ve anne olmaz. Ama yıllar sonra karşılıksız
seveceği erkeğin, kendisine "Annecik" demesine izin verecektir.

Duygularını maskelemek için mi? Daha küçük bir kızken, hiç kimseye
sezdirmeden, alay ve aşağılanmaya katlanmayı öğrenmiş olmalıdır. Belki
de yetişkin bir kadın olarak annecik rolüne sığınmasının nedeni, bu
rolün ona kendi duygularının açıklanmasına izin vermesidir.

Ama henüz pek "olgun" değildir. Kendi kendisiyle ve kendisine karşı
savaş verir ve "aşk için hiçbir organa sahip olmadığı" duygusu
içindedir. Bu sırada yazmaya başladığı -dini şarkılar- üzerinde
çalışmaya devam eder. 1820 Ekim'inde annesine verdiği müsveddeye yazdığı
ithafta "Belki de şarkılarım gizli kalmış bazı hasta damarlara
basacaktır; çünkü hiçbir düşüncemi saklamadım, en gizli düşüncelerimi
bile. Hoşuna gider mi bilmiyorum; bunları belirli bir kişi için
yazmadım. Bununla birlikte kızının eseri olarak senin doğal mülkiyetin
olduğunu düşünüyor ve bunu içtenlikle diliyorum."

Yazdıklarıyla kamu önüne çıkmadığı sürece Annette'in aile içersinde
yazmasına göz yumulur. Bu da onun zaman öldürme şeklidir. Ledwina adlı
bir roman, opera metinleri, liedler, baladlar üzerinde çalışır. 1825
sonbaharında akrabaları ile birlikte ilk kez daha uzun bir geziye
çıkmasına izin verilir: Ren kıyılarına. Bir sürü olay gelir başına.
Ren'de seyreden buharlı bir gemi ona çok heybetli gelir. Karnavala
katılır, müzik ve edebiyat sohbetleri yapabileceği yeni arkadaşlar
edinir. Kendisini özgür ve aile yükümlülüklerinden -oldukça- kurtulmuş
hisseder. Fakat bu durum uzun sürmez.

1826'da Annette, Hülshoff a geri döner, en büyük ağabeyi evlenir ve
mirasa sahip çıkar. Bundan kısa bir zaman sonra baba ölür. Annette'e
ömür boyu alabileceği küçük bir gelir bağlanır.

Annesi ve kız kardeşi ile Rüschhaus dullar evine taşınır. Bundan sonraki
yaşamı açık bir şekilde belirlenmiştir. Bekâr kalacak ve aile içersinde
faydalı görevler üstlenecektir. Erkek kardeşinin çocuklarına ders
vermek. Hastalara bakmak. Aile yazışmalarını yürütmek. "İyi bir hala"
olmak. En yakın akraba çevresinden hiç kimse onun durmadan gizli gizli
"anlaşılmaz şeyler" yazdığını fark etmez. İlk şiir kitabı piyasaya
çıkmadan önce -anonim tabii- bu göze batmayan Annette'in 41 yaşına
geldiğine de şaşmamak gerek.

Annette Elisabetlı von D... H... 'un Şiirleri adıyla 1838'de 500 adet
basılan küçük bir kitap Münster'de piyasaya çıkar. Yalnız 74 adet
satılır: Amcaları, teyzeleri, yeğenleri ve kuzenleri yazarla alay eder.
Kız kardeşine yazdığı bir mektupta "Şimdi hiçbirinin çenesi durmuyor ve
kendimi nasıl rezil ettiğimin dedikodusunu yapıyorlar," der. Jenny
diğerlerine oranla Annette'e sadık kalır.

Onu destekleyen biri daha vardır: Levin Schücking. Schücking? Bu
soyadını taşıyan genç adam, Annette'in vefat etmiş çocukluk arkadaşı
Katherine'in oğludur. Annette'ten 17 yaş daha genç olan Levin, hukuk
öğrenimini bırakıp geçimini yazar olarak sağlamak istemektedir.
Droste'nin ilk şiir kitabı çıktığında sık sık Rüschhaus'ta Annette'e
uğrayan ve ozan hakkında olumlu eleştiriler yapan ender kişilerden
biridir. Annette'in arkadaşı olur. Arkadaştan da öteye, kendisini ve
yazılarını ciddiye alan biri olduğuna inanır Annette.

Die Judenbuche adlı uzun öykülerin ön çalışmalarını yapmaktadır. Şiirler
ve baladlar yazarken ailevi sorumluluklarını da ihmal etmez. Levin
Schücking ile sohbet ederek geçirdiği saatler annesini endişelendirmeye
başlar. Ne garip bir ilişkidir bu? Annette Levin'e "Oğlum", Levin de ona
"Anneciğim" demektedir. Bu hitap şeklinin arkasında ne saklıdır? Akraba
çevresinde yeniden dile düşer Annette. Fakat bu kez mutluluğu için
mücadeleye hazırdır. Çünkü Levin ile olan birlikteliği onun
mutluluğudur.

Delikanlıyı Bodensee yakınlarında Meerburg'da kütüphaneci olarak işe
yerleştirmeyi başarır. Kız kardeşi Jenny de bu kente gelin gitmiştir.
Annette, 1841 sonbaharında Jenny'e gider. Orada "tesadüfen Levin'e
rastladığını" yazar annesine: "Boş zamanlarında kendi yazıları ile
uğraştığı ve müzeye gidip gazeteleri okuduğu için onunla yemek zamanları
dışında pek görüşemiyoruz." Annette yalan söylemektedir. Kendisi için
güç sembolü ve toplumun temsilcisi olan annesine hem de.

Levin'i pek az gördüğü doğru değildir. Her gün onunla birliktedir. Baş
başa saatler süren yürüyüşler yaparlar. Annette kendisini öylesine
dertsiz ve özgür hisseder ki, arkadaşıyla korkusuzca bir bahse girer.
Çok kısa bir zamanda lirik şiirler içeren bir kitabı yazıp bitirmenin
onun için zor olmayacağını iddia eder. "Ona karşı çıktığımda," der Levin
Schücking "Benimle bahse girdi ve bir an önce eserine başlamak için
hemen kulesine çıktı. Hemen öğleden sonra ilk şiirini muzaffer bir eda
ile kız kardeşine ve bana okudu. Ertesi gün ise sanırım iki tane daha
yazdı..."

1841 Ekinlinden 1842 Nisan'ına kadar Annette von Droste Hülshoff 54 şiir
yazar. Bunların arasında, daha sonra ünlü olan Die Heidebilder adlı
kitapta toplanan şiirler de vardır. Westfalya'da oturduğu zamanlara özgü
resimler, renkler, kokular, yaşamındaki garip olaylar ve tüyler
ürpertici hayalet öyküleri yeniden canlanır. Daha sonra ünlü olan
Bataklıktaki Çocuklar yapıtında korkunç olaylar anlatır. Hemen hemen tüm
şiirlerinde bir erkek "O"nun arkasına gizlenir. O zamanlardaki
resimlerde saçları, kırk iki yaşındaki bir kadına yakışır şekilde sıkıca
toplanmıştır. Yani, daha bir "kadın" bile değildir o. Evlenmemiş bir
"genç kadın"dır.

Şiirlerini küçük zarif yazısıyla not eder. Hiçbir zaman aceleci
değildir. Kız kardeşi Jenny ile evli olan eniştesi Lassberg şiir sanatı
üzerine önemli söyleşilere girdiğinde sessizce içine çekilir. Örneğin,
Meersburg'da konuk olan Ludwig Uhland, o sırada Edebi Almanca ve Halk
Ağzıyla Türküler derlemesini yayınlamaktadır.

Annette bu konuda yardımcı olmaya söz verir. Katkısı memnunlukla
karşılanır. Ama bunun dışındaki durumu şöyle anlatır Annette: "Hemen
ardından konular bilgece konuşmalara, kütüphanelere vs. dönüşüyor ve biz
kadın takımına kulak veren olmadığından sadece dinlemek zorunda
kalıyorduk."

Uslu dinleyici ve bilgi aktarıcı olarak kendini feda eden uyumlu
davranışlı, saçları kurdeleli, tokalı, firketeli bu soylu, kendinden
emin kadın, Meersburg'da oturduğu dönemde Kulede adlı bir şiir yazmıştır
ki, ilk ve son kıtalarını burada aynen aktarmak gerekir:

Kulenin yüksek balkonundayım. Çığlık çığlığa sığırcıklar etrafımda, Ve
bir Baküs rahibesinden fırtına Uğıddamakta uçuşan saçlarımda; Ey vahşi
adam, ey harika çocuk,

Seni kuvvetle sarmaktır arzum, Adele adeleye, kenardan iki adım Sonrası
ölüm kalım güreşim!

Özgür kırlarda bir avcı olsam, Askerin bedeninden yalnız bir parça, Ne
olurdu sanki erkek olsam, Gökler akıl verirdi o zaman azıcık Mecbur,
burada ince ve kibarca, Uslu bir çocuk gibi oturmaya Ancak gizlice
saçlarımı açıp Bırakabilirim rüzgârda dalgalanmaya.

Uçuşan saçlarıyla Annette von Droste-Hülshoff; bu görünümü kimse ona
yakıştırmaz. Annette uslu kalır. Zamanla, kendisinden çok genç biriyle
evlenen, yuva kuran ve arada bir birkaç satır mektup yazan Levin
Schücking sorununu da halleder. Şöhret ve parayı hiç mi hiç düşlemez.

Kız arkadaşı Elise Rüdiger'e 1843'te yazdığında şöyle der: "Biri başını
suyun üstüne çıkaracak olsa, arkadan başka biri yetişiyor ve birkaç
santim daha yükseğe çıkarak ötekinin başını nasıl suya batırdığını;
Heine'nin nasıl yok olduğunu, Freiligrath ve Gutzkow'un nasıl
yaşlandığını, kısacası ünlülerin birbirlerini nasıl yediklerini ve
yaprak bitleri gibi birbirlerini nasıl dejenere ettiklerini görüyorum
da, bacaklarımı kanepeye uzatıp, yarı yumuk gözlerimle sonsuzluğu
düşlemek daha iyi diyorum. Ah, Elise, her şey boşuna! Şimdi ünlü olmak
ne hoşuma gidiyor, ne de istiyorum. Fakat yüz sene sonra okunmak
istiyorum. Aslında Kolumbus'un yumurtayla yaptığı oyun gibi kolay olduğu
ve sadece şimdiki zamanı feda etmemi gerektirdiği için belki başarırım
da bunu."
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Tarihin İçinden Kadınlar Empty
MesajKonu: Geri: Tarihin İçinden Kadınlar   Tarihin İçinden Kadınlar EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:25 am

George Sand

DÖNEMİNDEKİ ÖNEMLİ OLAYLAR (1804-1876)

1805 1. Napoleon Avusturya ve Rusya'yı yener.
1810 1. Napoleon, yazar Germaine de Stael'in en önemli yapıtı Almanya
Hakkındaki yasaklar ve yok eder.
1810 Kompozitör Frederic Chopin doğar.
1813 1. Napoleon'a karşı Alman Kurtuluş Savaşı.
1827 Goethe Dünya Edebiyatı kavramını ortaya atar.
1830 Paris'te Temmuz Devrimi.
1830 Fransa'da basına uygulanan sansür kaldırılır.
1832 Goethe'nin ölüm yılı. George Sand'ın ilk romanı (Indiana)
yayımlanır.
1839 George Sand ve Frederic Chopin'in Mayorka gezisi.
1848 Paris'te Şubat Devrimi - George Sand bu devrime katılır. La Cause
du Peuple dergisini kurar.
1855 Paris'te Dünya Sergisi.
1855 Paris'te ilk bonmarşe (süpermarket) açılır.
1855 George Sand, Balzac'ın ricası üzerine İnsanlık Komedyası'nın
önsözünü yazar.
1857 Gustave Flaubert'in Madame Bovary adlı yapıtının piyasaya çıkışı.
1863 Gustave Flaubert ile George Sand arasındaki mektuplaşmanın
başlaması.
1867 Paris'te ilk pnömatik posta (hava basıncı ile borulardan mektup
iletimi).
1876 George Sand'ın ölüm yılında Almanya'nın ilk kadın doktoru kendi
muayenehanesini açar.

"EYLEMLERİ KONUŞTURABİLİRSİNİZ, AMA İNANÇLARI DEĞİL; DÜŞÜNCE ÖZGÜR
OLMALIDIR."

Aurora, şafak kızılı - 19. yüzyıl başında yetişmekte olan bir genç kız
için ne şiirsel bir isim! Genç Aurora aslında sevimli, uyumlu, toplumsal
kuralların izin verdiği ölçüde zarif, çıtkırıldım ve aşırı süslü püslü
olabilirdi. Fakat bu Fransız kızı; Aurora Dupin, sözü edilen bu
özelliklerin hiçbirine sahip değildi.

"Beni çok tuhaf buluyorlardı," diye tanımlar kendisini, daha sonra genç
kızlık yıllarını anlatırken. "Körpe kemiklerim sertleşmişti. İradem,
bedensel yorgunluğu yenme gücüne erişmişti. Ne aptalca bir temizlik
tutkusu, ne de tüm erkeklerin hoşuna gitme arzusu egemendi mantığıma."
Paris'in güneyinde, Berry'deki Nohant çiftliğinde, büyükannesinin
yanında yaşayan 16 yaşındaki Aurora'nın, öyle "tuhaf" gelişmesi nedensiz
değildir.

Dört yaşındayken babası Albay Dupin'i kaybetmişti. Gelinini reddeden
büyükanne Dupin, küçük Aurora'yı yanına almış, 1817'de on üç yaşındaki
torununu, ölçülü bir eğitim ve itibarına uygun görgü kurallarını
edinebilsin diye Paris'teki İngiliz Augustin Manastırı'na göndermişti.
Öğrenci Aurora yaklaşık üç yıl manastır kurallarına uygun olarak
yaşayacaktı.

"Her gün belirli bir saatte uyanacağım... sadece sağlığımı korumak için
gerekliyse uykuya zaman ayıracağım ve hiçbir zaman tembellikten yatakta
kalmayacağım... Kendimi faydasız düşlere ve verimsiz düşüncelere
kaptırmaktan özellikle kaçınacağım. Yüreğimde ne olduğuna bakılacak
olsa, yüzümü kızartacak fantezilere kapılmayacağım. Karşı cinsten
kişilerle yalnız kalmaktan hep kaçınacağım... En saygıdeğer niyetle de
olsa bana herhangi bir teklif yapılacak olursa, bunu en kısa zamanda
ebeveynlerime bildireceğim..."

Kızlar yatılı okulda çok sıkı gözetim altında yaşadıkları için "karşı
cinsten biriyle yalnız olmalarına" zaten hiç olanak yoktur. Aurora
manastır hayatının etkisi altında İncil'i, azizlerin ve din şehitlerinin
yaşamlarını okumayı tutku haline getiren bir genç kız olur ve en büyük
hedefi rahibeliktir.

Aslında büyükanne Dupin bu tür etkileri hiç hesaba katmamıştır.
Aurora'nın bu niyetini öğrendiğinde derhal onu manastırdan alır. 1820
Şubat'ında Aurora Nohant'a geri döner. Bu aşırı koruma altında kalmış,
en katı kurallarla eğitilmiş kız, birdenbire özgürlük ve bağımsızlığı
yaşar. Bu herhalde Aurora'nın kendisine de "tuhaf gelmiştir. Gene de çok
kapalı giyinmek zorundadır ve yalnız başına tek adım bile atmasına izin
verilmez. Şimdi artık hiç kimse onunla ilgilenmemektedir: "Her konuda
kendi başımın çaresine bakmaya terk edilmiştim."

Büyükanne hastalanır. Şimdiye dek hep erkek çocukları eğiten ev
öğretmeni Dechartes, Aurora'nın da bir erkek gibi giyinmesini tavsiye
eder. O da "erkek giysisi, kasket ve tozluk" giyip, öğretmeni ava
çıktığında ona eşlik eder. "Bana gelince, yeni giysilerimi durmadan
çalılıklara takılı kalan işlemeli eteklerimden daha rahat ve kullanışlı
buluyordum," diye belirtir o zamanı anlatırken.

İmkân buldukça bundan böyle de pantolon giyme olanağı yaratacaktır.
Paris'i erkek giysileri ve çizmeleriyle, merakla ve öğrenme hırsıyla bir
baştan ötekine dolaşacaktır. Tiyatroda, kabarede, müzelerde ve
kahvelerde erkek giysileriyle oturacaktır -çünkü ilgi çekmeden ve
refakate gereksinme duymadan istediği her yere bu giysilerle
gidebilmektedir. Herkes onu üniversiteli bir genç sanmaktadır. "Hiçbir
şey beni yapmak zorunda olduğum ve yapacağım şeylerden alıkoyamaz," diye
yazar.

"Kalbim bana adalet duygusu ve cesaret veriyorsa, önyargılara aldırmam
bile." Ve: "Dünya ile ilgim zaten çok az." Evet, yazmaya başlamıştır.
İlk taslakları yastığının altında saklar. 17 yaşındadır şunları
yazdığında: "Ahlaki konularda adaletin cinsiyeti olmaz. Erkektir veya
kadındır, Tanrı nasıl istemişse; fakat O'nun yasası hep aynıdır. İster
bir çocuğun annesi olsun, ister bir ordunun generali; insanın vicdanı
tek yargı organı olduğu için, eğer istersem, ihtiyatı elden bırakıp tüm
azarları ve koğuşturmaları göze almak pahasına tehlikeli ve güç
görevleri üstlenebilecek yeteneğim var."

Büyükannesi ölünce, 17 yaşındaki Aurora'ya Nohant çiftliği, Paris'te
özel bir ev ve Narbonne Oteli miras kalır. Ölümünden önce büyükannenin
torununa söylediği son cümle "En iyi arkadaşını kaybediyorsun," olur.
Kaçık tabiatlı öğretmeni Dechartes, Aurora'yı garip bir tören
düzenlemeye ikna eder. Büyükannesi gömülmeden önce Aurora onunla
babasının mezarına gidecek, mezar açılacak ve Aurora babasının
iskeletini öpecektir. Aurora bunu kabullenir ve hiç de garip bulmaz.
Aurora gerçekten güç ve tehlikeli

görevlerden korkmaz. Aslında garip olan şey daha 18'ini bitirmeden gayet
resmi bir şekilde evlenmesi ve sanki bir gecede "ruhani işleri" bir
yana bırakmasıdır. Hatta -en azından kendi iddiasına göre- "en ufak bir
pişmanlık" duymamasıdır. Aurora şimdi Madame Dudevant'dır ve nikâhından
tamı tamına dokuz ay sonra bir erkek çocuk annesi olur. Madame Dudevant
mutlu mudur? Birkaç ay için mutlaka. Ama sonraları...

Evli çiftin ortak yanlarının pek az olduğu ortaya çıkar. Bunun dışında
genç kadın yavaş yavaş evlilikte kadının haklarının ne kadar az olduğunu
anlamaya başlar: Romanında serbest aşk ve sevgisiz bir evliliğin
engellerini yıkmak için mücadeleye başlayıncaya kadar birkaç yıl daha
geçecektir. Daha sonraları kâğıda dökeceği düşünce ve duyguları şimdiden
kafasına yerleşmiştir ama.

Casimir Dudevant karısını kaçık ve delişmen olarak nitelemektedir. Daha
kötüsü, kocasının yazı masasında sakladığı, içinde bir tomar en kötü
bedduaların bulunduğu paketi Aurora'ya "vasiyet" olarak bırakmasıdır.
Aurora onu bulup okuyunca kesin kararını verir. Artık bir gün daha bu
adamla yaşayamayacaktır. "Aman Tanrım! Nasıl bir vasiyet bu! Bedduadan
başka bir şey yok! Bana karşı kötü, gerçek arzularının ve öfkesinin
tümünü biraraya getirmiş. Sapıklığım hakkındaki tüm düşünceleri,
karakterimi aşağılayan tüm duyguları... Bu ders beni nihayet uykudan
uyandırdı!"

Madame Dudevant kocasından yılda 3000 frank nafaka ister. Yılın 6 ayını
Paris'te, kalan zamanı Nohant'ta geçirmek istemektedir. İsteklerinin
hepsi hemen gerçekleşecek ve de en ufak bir tartışmaya girilmeyecektir.
Öylesine kararlıdır ki, kocasının bu isteklerini kabul etmekten başka
bir seçeneği kalmaz.

Paris, 1831: Dokuz yıllık bunaltıcı evlilikten sonra Aurora yeniden
kendini bulur. Kendi diktiği erkek giysileri, sağlam, demir ökçeli
çizmeleri ile kenti bir ucundan ötekine dolaşır: "Kendimi bir dünya
seyahati yapabilecek kadar güçlü hissediyordum. Giysimin şimdi korunacak
hiçbir şeyi kalmamıştı; her havada ve günün her saatinde dışarı
çıkabiliyordum... Basitliğiyle her türlü şüpheyi uzaklaştıran giysimi
çok büyük bir güvenle taşıdığım için ne kendim ne de giysim dikkat
çekiyordu."

Aurora Dudevant -hâlâ bu adı taşımaktadır- Paris'te bir çatı katında
genç yazar Jules Sandeau ile birlikte yaşamaktadır. İkisi birlikte daha
sonra J. Sand imzası ile yayınlanacak olan -Rose et Balance- adlı
kitabın yazımında çalışırlar. Günün birinde kayınvalidesi Aurora'yı
ziyarete gelir ve aralarında şu konuşma geçer: Madam Dudevant:

- Kitap yayınlama niyetinde olduğunuz doğru mu?
- Evet, Madam.
- Ah, çok tuhaf bir düşünce bu.
- Evet, Madam.
- Peki. Güzel hoş da, umarım taşıdığım adı basılmış kitap kapaklarına
koymazsınız!
- Aaa, tabii ki hayır Madam, hiç endişelenmeyin.

Dudevant adını bir kitap kapağında okumak zorunda bırakmaz
kayınvalidesini. Dolayısıyla yazarlık kariyerine kendi seçtiği bir takma
adla başlar. George Sand adını alır.

Onu edebiyat dünyasına attığı ilk adımlarında izleyelim biraz da.
Geçtiğimiz yüzyılda bir kadın geçimini yazarak kazanmak isterse ne olur?
İlişkiler kurmaya çalışır, korunacağını umar. Bunu bir genç adam da
yapardı. Ama Aurora Dudevant'ın yaşadıkları erkek cinsiyetli tanınmamış
bir yazarın asla başına gelmezdi. George Sand daha sonraları iki tipik
olaydan söz eder.

Kuzeybatı Fransa'nın soylularından romancı Mösyö de Keratry'yi ziyaret
eder. "Açık konuşacağım," diye selamlar adam Aurora'yı, "Bir kadın
yazmamalı... Beni dinleyin: Kitap yapmayın. Çocuk yapın!" Bu sözler
üzerine Aurora yüksek sesle gülerek şu yanıtı verir: "Ama rica ederim
Beyefendi, bu reçeteyi siz kendinize uygulayın."

Buna benzer bir deneyim taslaklarını okusun diye verdiği yazar Henri de
Latouche ile yaşanır. Yazar sakin bir şekilde taslağa bakar, ardından
bilgi edinmek için "Çocuklarınız var mı Madame?" diye sorar. "Maalesef
var! ama ne onları yanıma alabiliyorum ne de onlara geri dönebiliyorum."
o "Ve siz Paris'te kalmayı ve geçiminizi kaleminizle kazanmayı
istiyorsunuz?" - "Bunu mutlaka yapmak zorundayım. " - "Bu hiç de hoş
değil, çünkü başarı şansınız olacağını sanmıyorum. İnanın bana: En
iyisi, tekrar kocanıza dönmeniz."

Ayrıca, demin anlatılan sahnede George Sand'a karşı öylesine itici
davranan Latouche, giderek onun en iyi arkadaşlarından biri ve
destekçisi olur. Mizah dergisi Figaro'nun yayıncısı olan Latouche onu
kendi redaksiyon ekibinin içinde çalıştırır. Bu, George'a öğrenme ve
aynı zamanda para kazanma olanağı verir. "Gazeteler Bav George Sand'dan
övgüyle söz ediyorlardı. Yazarın kalbinin ve ruhunun eğilimlerini açması
için bir yerlerde bir kadın parmağının işin içinde olabileceğini fark
etmişlerdi. Fakat tarzı ve yargıları ancak bir erkekten beklenecek kadar
erkeksi, diye açıklamada bulunuyorlardı." Tek başına çıkardığı ilk
romanı Indiana'ya (1832) basının tepkisini, Hayatımın Öyküsü'nds böyle
anlatır George Sand.

Ayrıca tarzının ve yargılarının "tipik erkeksi" olarak
değerlendirilmesi, onu hiç kızdırmaz. Önemli olan kitabıyla başarıya
ulaşmasıdır, hem de büyük başarıya. Şahsen tanıdığı Balzac onu "büyük
yetenek" olarak kutlar. Yazar ve eleştirmen Sainte-Beuve, "Söylemek
gerek, Madam, siz gerçekten ender ve güçlü bir yaratıksınız," der.

İlk romanlarındaki kadın tipleri, burjuva evliliklerinde kelepçelerinden
kurtulma çabasında olan kadınlardır. Bu okurlarının çoğuna "dokunaklı"
gelmiş olabilir; aslında mesele yazarla roman tipleri arasında
karşılaştırma yapmaktır. Lelia'da (1833) George Sand kendisini anlatır.

"Ahlak dışı" olarak değerlendirilmesine rağmen bu kitabı ile de
inanılmaz bir başarıya ulaşır. Erkek takma adıyla bir kadın yazar,
çoğunlukla kadın ve erkek ilişkilerindeki ikiyüzlülükleri ortaya
koymaktadır. Rahatça uzun hikâyeler yazabilmektedir, kendisine eziyet
etmeden. Bir gecede rahatlıkla otuz sayfa kadar çıkarabilmektedir. Bir
kitabı bitirir bitirmez, yeni bir roman üzerine çalışmaya başlar.

1866'da yazar Gustave Flaubert ile sürdürdüğü mektuplaşmalardan birinde
cümlelerin kaleminden ne kadar rahat aktığını anlatır. Geceler boyunca
bir tek kelimenin arayışı içinde olan Flaubert ise ona hak verir:
"Aklınıza gelen fikirler bir sel gibi zengin ve canlı. Bende ise incecik
bir sızıntı gibi. Bir şelale oluşturabilmek için bir sürü hüner
göstermek zorunda kalıyorum."

Tüm yaşamı boyunca kalıcı olan bu büyük enerjiye sahip olmasaydı, George
Sand oynadığı farklı rollerin üstesinden gelemezdi. Bir yazar olarak
işini tutkuyla yapmıştır. 19. yüzyıl Fransa'sının en ünlü erkeklerinin
sevgilisi ve arkadaşıdır. Bir anne olması, kendisini diğer kadın
yazarlardan ayıran gerçektir.

1832 ilkbaharında George Sand üç buçuk yaşındaki ikinci çocuğa Solange'ı
Paris'te yanına alır. Hâlâ Casimir Dudevant ile evlidir. Ancak 1836'da
ondan boşanır. Fakat yalnız değildir. "Boşandıktan sonra Alfred de
Musset ve Frederic Chopin ile tutkulu aşk ilişkileri yaşadı." (Yeni
Brockhaus sözlüğünden bir alıntı.) Tabii (boşanmasından önce

başlayan) bu "maceralar" George Sand'ın özgeçmişinden soyutlanamaz.
Herhalde hiçbir aşk ilişkisi üzerine Sand/Musset üzerine olduğu kadar
çok yazı yazılmamıştır. En yalın edebiyat tarihlerinde bile "romantik
âşıkların modeli" olarak bu iki ozan çıkar ortaya.

22 yaşındaki "Weltsehmerz" ozanı ve o zamanlar Paris'te gündemde olan -
Goethe'nin Werther tercümelerinden de etkilenmiş bulunan- Musset, yirmi
dokuz yaşındaki George Sand ile tanışır. Birlikte Venedik'e giderler.
Daha yolda iken şiddetli tartışmalar başlamıştır. Barışmalar. Kıskançlık
sahneleri. Musset hastalanır. Sand, Musset'i tedavi eden İtalyan
doktora âşık olur. Musset yalnız başına Paris'e döner. Sand doktor ile
birlikte birkaç hafta sonra Paris'e dönüş yapar. Yeniden barışırlar.
Sonra da kesin olarak ayrılırlar.

Bu aşk dramı bir dizi kitaba konu olur. İlk olarak Alfred de Musset bu
mutsuz aşkını Zamanımızda Bir Çocuğun İtirafları (1836) kitabında
anlatır. George Sand bu kitaba Elle et Lui (Kadın ve Erkek) adlı romanı
ile karşılık verir. Şimdi de Alfred'in erkek kardeşi Paul'ündür söz
sırası ve Lui et Elle (Erkek ve Kadın) kitabını yayınlar. Daha sonra
Musset'in eski kız arkadaşının da bu konuda söyleyeceği olacaktır. Lui
(O) adını verir kısaca romanına.

George Sand'ın hareketli yaşamı, zamanının ileri gelenleriyle çok yönlü
ilişkileri aslında ciltler doldurabilir. Fakat bunun yanında bir
özelliği çoğunlukla görmezlikten gelinir: George Sand aynı zamanda bir
annedir. Ve bu görevini çok ciddiye almıştır. Yazar olarak yeteri kadar
para kazanır kazanmaz küçük kızını, daha sonra da büyük oğlunu yanına
alır.

Bugüne dek sayısı zaten az olan çocuklu kadın yazarların da çok azı
günlük yaşamlarını çocuklarıyla birlikte geçirdikleri için George
Sand'ın bundan yaklaşık 150 yıl önce bu "çifte yükü" nasıl sırtlandığını
duymak ilginçtir. Gün boyu küçük kızı ile Luxembourg Parkı'na gezmeye
gittiğini ve ancak akşamları kızı uyuyunca yazmaya fırsat bulduğunu
anlatır.

Tüm çalışan annelerin tipik vicdani rahatsızlıklarını da bilmektedir:
"Çocuklarımla birlikte olduğum zamanlar sadece onlar için ve onlarla
yaşamak istiyordum. Arkadaşlarım bana geldiklerinde onları yeterince
göremediğimi ve aralarında dağıldığımı belirterek kendimi suçluyordum.
Gerçek yaşamın bir düş gibi yanımdan gelip geçtiğini ve romanın hayal
dünyasının acı gerçekliğiyle ruhuma çöktüğünü hissediyordum."

İki çocuğu ve besteci Frederic Chopin ile 1838-39 kışını Mayorka
adasında geçirir. Daha sonra bu "aile gezisi" hakkında etraflı ve canlı
bir yazı yazar: Mayorka'da Bir Kış. Sık sık yeniden basılan bir metindir
bu. Oldukça dindar olan Mayorkalılar üzerinde bu dört gezgin korkutucu
etkiler uyandırmış olmalı. George ve kızı pantolon giyerler.

Ciğerlerinden ağır hasta olan Chopin (sadece bu nedenden ötürü zaten
yeterince şüphelidir) çocukların gözleri önünde George Sand ile birlikte
yaşamaktadır. Sand onun gözdesi gibidir. Ayrıca hiçbiri kiliseye
gitmez. 34 yaşındaki aile anası George kiliseye gitmek yerine,
soğukkanlılıkla kayalara tırmanır, yataktaki böceklere kızar, çorba
içindeki akreplere küfür eder ve bütün bunları daha sonra esprili,
renkli seyahatnamesinde dile getirir. Bu yapıtı 150 yıl önceki gibi
bugün de hâlâ aynı zevkle okunabilmektedir.

Yaşamı boyunca daha bir sürü gezi yapar ve bu gezileri yazıya döker:
"Gezi sanatı neredeyse yaşamın bilimidir. Bu gezi bilimiyle gurur
duyuyorum." Tozlu, güneşten yanmış, dağınık saçlarıyla etrafı inceler ve
kendisini "ip cambazı" sandıkları için keyiflenir. Dayanılmaz bir güç
vardır içinde. Özgürlüğünü kocasına karşı nasıl savunduysa,
sevgililerine karşı da savunur.

Honore de Balzac gibi çağdaşları, onun "erkeğin başat kişilik
özelliklerinin tümüne sahip olduğunu" kabul ederler. Fakat bu onun
edebiyat alanındaki başarılarının da aynı eşitlik anlayışı ile kabul
edileceği anlamına gelmez.

Ünlü bir roman yazarı olmasına rağmen Academie Française'e kabul
edilmez, örneğin. Bu şeref erkeklere aittir. Peki George Sand'ın buna
karşı tavrı ne olur? Bir yazısında düzene saygı duyduğunu ve üyelerin
erdemlerini kabul ettiğini belirtir. Fakat kendisinin eskimiş ve çağın
gerisinde saydığı bir kuruma üye olmaya da ihtiyacı yoktur. Tabii onun
bu açıklamalarını hemen hemen hiç kimsenin kabul etmemesi doğaldır.

Birçok insanın "Kedi erişemediği ciğere mundar dermiş" diye arkasından
konuştuğunu hisseder. Bu sözlere George Sand'ın yanıtı, "Tam aksine, bu
ciğer çoktan kokuşmuş," şeklinde olur. (Ayrıca Academie Française'e
Sand'ın ölümünden 102 sene sonra ilk kez bir kadın kabul edilecektir;
yazar Marguerite Yourcenar.)

George Sand 72 yaşında ölür ve Nohant'a, genç kız olarak baskısız ve
uzlaşmasız, "tuhaf biri olarak büyüdüğü yere gömülür. Cenaze törenine
Gustave Flaubert, Ernest Renan, Alexandre Dumas gibi Fransa'nın ünlü
yazarları gelir. Mezarı başındaki görkemli anma konuşmasını Victor Hugo
kaleme almıştır.

George Sand'ın son yıllarında onunla mektuplaşan ve düşünce
alışverişinde bulunan Gustave Flaubert, Sand'a karşı âdil olmaya çalışan
nadir kişilerden biridir. Rus yazar Ivan Turgenyev'e 1876 Haziran'ında
şöyle yazar: "Gömüldüğünde bir çocuk gibi ağladım. Bu çok değerli
insanın içinde ne denli müthiş bir kadınlık duygusu; ve bu dehanın
içinde ne müthiş bir şefkat olduğunu bilmek için onu benim tanıdığım
gibi tanımak gerekir."
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Tarihin İçinden Kadınlar Empty
MesajKonu: Geri: Tarihin İçinden Kadınlar   Tarihin İçinden Kadınlar EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:25 am

Harriet Beecher Stowe

DÖNEMİNDEKİ ÖNEMLİ OLAYLAR (1811-1896)

1833 Britanya İmparatorluğu'nda kölelik kaldırılır.
1847 Hamburg-Amerika hattı açılır.
1850 Nüfusu 23 milyon olan ABD'de 3,2 milyon zenci köle bulunmaktadır.
1851 The New York Times gazetesi kurulur.
1852 H. Beccher Stowe'un Tom Amca'nın Kulübesi adlı kitabı yayınlanır.
1852 Aynı yıl Annette von Droste-Hülshoff, Katolik şiirlerini içeren Das
Geistliche Jahr (Ruhani Yıl) kitabını yazar ve Theodor Storm,
Immensee'yi yayınlar.
1854 ABD'de köleliğe karşı programın temelleri atılır ve cumhuriyetçi
parti kurulur.
1860 Köleliğe karşı olan cumhuriyetçi Başkan Abraham Lincoln'un
döneminde ABD'de çıkan iç savaş kuzey eyaletlerinin zaferi ile
sonuçlanır. Kölelik ortadan kaldırılır. Başkan Lincoln öldürülür.

"KADINLAR TANRI'NIN VE DOĞANIN ONLARA VERDİĞİ HER TÜRLÜ YETENEKTEN
YARARLANMALIDIRLAR."

Harriet "sorunlu" bir çocuktur. Huzursuzdur, olur olmaz zamanlarda
yüzünü çarpıtır, çoğu zaman dalıp gider. Tek iyi özelliği İncil'i
severek okumasıdır. Kutsal Kitap'tan sayfalarca metni ezbere
söyleyebilmesi, tutucu bir Kalvinist rahip olan babası Lyman Beecher'ı
memnun etmektedir.

Püriten bir adamın çoğalma arzusu içinde, büyük bir çocuk sürüsü olsun
ister. Harriet'in beş büyük, iki küçük kardeşi vardır. Becetler ailesi
Kuzey Amerika'da New England'da yaşamaktadır. Harriet annesini
kaybettiğinde beş yaşındadır. O andan itibaren de disiplin, feragat ve
mutlak itaat isteyen babasının etki alanına girer.

Altı buçuk yaşında su gibi okuyabilen Harriet, şiir okuduğunda bir düş
dünyasına dalıp gitmektedir. "Şiiri çok seviyordum ve bir gün bizzat
şiir yazmak tek hayalimdi," der ileride gençlik yıllarını anımsadığında.
Kendisinden on bir yaş büyük olan kız kardeşi Catherine, ona sürekli
örnek gösterilmiş olmalı. Catherine geçimini öğretmen olarak sağlamakta
ve küçük kız kardeşini de himaye etmektedir.

Ders verdiği "Hartford Kız Akademisinde, Harriet Latince, İtalyanca ve
Fransızca öğrenir. Ayrıca 15 yaşındayken edindiği taze bilgileri daha
küçük çocuklara aktarmak zorunda kalır. Catherine'in rehberliğinde
yardımcı öğretmen olarak çalışmaya başlar. Severek mi? Genç Harriet
yazdığı bir mektupta şöyle der: "Kendimi öylesine yararsız, öyle zayıf
ve bitkin hissediyorum ki! En iyisi, gençken ölmek."

Fakat çok dindar yetiştirilmiştir ve bu tür düşüncelere kaptıramaz
kendisini. Boşu boşuna dertlenmeye devam eder: "Olamaz. Boşuna
yaşamıyorum. Tanrı bana yetenek verdi ve ben bu yetenekleri onun emrine
sunmak istiyorum. Eğer Tanrım bu yeteneklerimi kabul ederse mutlu
olurum. Tüm güçlerimi daha da etkinleştirebilir. Varlığımı yaratan Tanrı
bana yeteneklerimi ortaya çıkarmamı ve onları kullanmamı da
öğretebilir."

16 yaşındayken söylediği bu sözler tüm yaşamı boyunca geçerliğini
koruyacaktır. Güzellik konusunda Tanrı'nın onu ödüllendirmediğinden
emindir. Burnunu çok uzun, kafasını çok büyük bulur. Çağdaşları
özellikle dalgın dalgın boşluğa baktığında yüzünün aptalca bir ifadeye
büründüğünü söylerler. Buna ilaveten genç bir kız olarak durmadan
dinler, az konuşur. Konuşunca da sert ve beklenmedik zamanlarda konuşup
çevresindekileri irkiltir.

"Sade, gösterişsiz" denir ona. Yani güzel biri değildir, hiçbir cazibesi
yoktur. Bunun neticesi olarak hayranları da olmaz. Buna alışmak zorunda
kalır. Ne de olsa öğretmen olarak kazandığı ile geçinebilmekte, üstelik
düş kurmaya da vakti kalmaktadır. Çocuklar için kitaplar yazmaya
başlar. Faydalı bir işin cılız öğretmen maaşına biraz katkısı olabilir.
Ne var ki hayal kırıklığına uğrar: Kendisinden daha güzel, daha akıllı
olan büyük ablası Catherine, Harriet Beecher'i daha ilk kitabının
yayınlanışıyla gölgede bırakır.

Harriet 8 Mart 1833'te gazetesini açtığında, kendi kitabının duyurusunu
bulur: Çocuklar İçin Yeni Coğrafya - Yazan: Catherine E. Beecher.
Harriet'in yazdığı çocuklar için coğrafya kitabı ablasının eseri olarak
göklere çıkarılır. Nasıl böyle bir şey olabilir? O zamanlar Harriet'ten
daha ünlü olan Catherine Beecher, bu konuda yayımcıya ricada mı
bulunmuştur? Ya da yayımcı büyük bir soğukkanlılıkla tecrübeli bir
öğretmenin adı ile daha iyi kazanç sağlayacağını mı düşünmüştür? Her
zaman olduğu gibi çok derinden incinmiştir.

Birkaç hafta sonra Kentucky'ye bir yolculuk yapar. Mary Dutton adında
bir kadın meslektaşı onu bu geziye ikna etmiştir. Kelimenin tam
anlamıyla "unutulmaz" bir gezi olacaktır Harriet için, ama o henüz
bundan habersizdir.

Her neyse, burada sözü yaklaşık yirmi yıl sonra Harriet Beecher Stowe'un
ünlü kitabı Tom Amcanın Kulübesini okuduğunda birdenbire bu Kentucky
yolculuğunu anımsayan bayan meslektaşına bırakalım: "Harriet o sıralar
etrafında olup bitenleri sanki hiç fark etmezdi. Çoğu zaman sanki
düşüncelerine dalmış gibi oturup kalırdı. Zenciler bize komik gösteriler
yapıp, havada takla attıklarında onlara hiç bakmıyormuş gibi görünürdü.
Daha sonraları Tom Amcanın Kulübesini okuduğumda, bu yolculuğun her
sahnesini birbiri ardına yeniden anımsadım. Öylesine aslına sadık
kalarak anlatılmıştı ki, birdenbire anladım: Bu öykü için malzeme burada
toplanmıştı."

Önce Harriet çelişkili izlenimler ve deneyimlerle kafası dolu halde,
sevmediği öğretmenlik mesleğine geri döner. 1833 Ağustos'unda Western
Monthly Magazine'de bir öykü yarışması ilanına rastlar. Yazarlık
hayalini bir türlü aklından çıkarmayan Harriet jüriye başvurur ve Ünde
Lot adlı bir öyküsünü yollar. Birincilik ödülünü kazanır. 1834
Nisan'ında öyküsü dergide basılır. 1843'te, yani dokuz yıl sonra bu
öykü, Mayflower kitabında yer alır.

Aslında bu başarıdan sonra yüreklenip, yeteneğine güvenerek yazmayı
meslek haline dönüştürebilirdi. Fakat Harriet Beecher başka bir yola
sapar. Çoktan beri evde kalmış bir kız olarak bilinen Harriet, 1836
Ocak'ında evlenir. Kocası Calvin Ellis Stowe, babası ve altı kardeşi
gibi din adamıdır. Yedi çocuğu olur. Hayır, aslında sekiz. Çünkü ruhsal
bunalım içindeki kocasına da annelik yapar. Bu yıllarda yazması pek
mümkün olmaz.

"Edebiyatla uğraşacaksam özel bir odaya ihtiyacım var," der 1842'de
kocasına yazdığı bir mektupta. "Geçen kış çocukların odasında rahat
bırakmadılar beni. Çocuklarımız hele şu sıralarda öyle bir yaş dönemine
giriyorlar ki, onları denetimden yoksun bırakamam. Böylesine koşullar
altında düşüncelerimi yazarlığımla onlar arasında paylaştırmaya hakkım
var mı acaba?"

Başka bir yerde de şöyle der: "Şu anda evde rahatsız edilmeden
kalabileceğim bir yer yok. Odaya çekilip kapımı kilitleyecek olsam, on
beş dakika içinde mutlaka biri kapı kolunu sarsmaya başlıyor." Stowe
ailesi az parayla geçinmek zorundadır. Yorucu ev işleri, ev bütçesini
denkleştirmek için sürekli hesaplamalar, çocukların endişesi derken
Harriet gittikçe yıpranır.

1845 yılında karanlık, yapış yapış, yağmurlu, sisli, berbat bir günde
anne ve ev kadını Bayan Stowe şunları yazar: "Ekşi süt, ekşimiş et
kokusu ve ekşi kokan her şey beni hasta etti. Elbiseler kurumuyor, ıslak
olan hiçbir şey kurumuyor. Her şey küf kokuyor. Bir daha asla bir şey
yemek istemeyeceğim gibime geliyor."

Beşinci çocuğunun doğumundan sonra aylar boyu hasta yatar.
Brattleboro'da (Vermont) su kürü verilir. Oturma banyoları ve buz gibi
sularda duş alması gerekir. Bütün bu yöntemlerden sonra eve döndüğünde
altıncı kez hamile kalır. Daha bu doğumun yorgunluğunu üstünden atmadan
bulunduğu kenti kolera kasıp kavurur. Harriet çocuğunu kaybeder. Ayrıca
Stowe ailesinin mali durumu da gittikçe kötüleşmiştir.

1850 yılında yedinci ve son çocuğunu dünyaya getirdiğinde, tüm ailevi
sıkıntılara rağmen yeniden para kazanmaya başlar. İngiliz tarihi
dersleri verir ve dergilere makaleler yazar. 1850 yılı, yaşamında önemli
bir dönüm noktası olur. O sırada "Fugitive Slave Act" (Kaçak Köle
Yasası) yürürlüğe girmiştir. Bu yasaya göre kuzey eyaletlerindeki
vatandaşlar kaçmış köleleri eski sahiplerine geri yollamakla
yükümlüdürler. Aksi takdirde cezalandırılacaklardır.

Harriet'in akraba çevresinde bu insanlık dışı yasa üzerine sert
tartışmalar olur. O ve kocası en azından bu yasaya uymazlar. Calvin,
Kentucky'de bir plantasyondan kaçan ve aranan bir zenciyi saklar. Başka
ne yapılabilirdi? Kölelik politik bir meseledir ve politika da erkek
işidir. Günün birinde Boston'daki yengesinden bir mektup alıncaya dek
böyle düşünmektedir

Harriet Beecher Stowe. "Hatti," diye yazar, en çok sevdiği erkek kardeşi
Henry Ward Beecher'in karısı; "kalemimi senin gibi kullanabilseydim,
köleliğin ne denli utanç verici bir şey olduğunu tüm ulusun
anlayabilmesi için bir şeyler yazardım." Harriet'in çocukları,
annelerinin kendilerine bu mektubu okuduğunu ve "Evet, bir şeyler
yazacağım," dediğini hatırlayacaktır sonraları.

En küçük çocuğu Charles Edward hâlâ süt emmekte ve geceleri yanında
yatmaktadır. Planını uygulaması için fazla vakti yoktur, ama gündelik ev
işlerini yaparken kurduğu hayallerde gittikçe daha fazla konusunun
içine dalar. Zencileri çocukluk günlerinden beri tanımaktadır. Babasının
hizmetkârları arasında da zenciler vardır.

Gençliğinin büyük bir bölümünü Cincinnati'de, kölelik bölgesinin
sınırında geçirmiştir. Bunun da ötesinde babasının semineri zencilerin
köleliğine karşı muhalefetin odak noktası olmuştur. Sanki aradan
yaklaşık yirmi yıl geçmemişçesine, Kentucky'ye yolculuğunun anıları onun
içinde hâlâ canlılığını korumaktadır...

"Resim yapan bir ressam gibi yazacağım. Tablolar yaratacağım. Tablolar
etkiler. Tablolara kimse itiraz edemez." Bu amaçla Harriet Beecher
eserine başlar. Önceleri sadece geceleri yazmaya zaman bulur. Fakat
"kalbiyle" yazar. Şundan emindir: "Bir öykü bir çiçek gibi gelmeli ve
büyümeli." Bu cümlesi İngiliz ozan John Keats'i çağrıştırır. Keats şöyle
demişti: "Şiir bir çiçekteki yapraklar gibi doğal gelişmek zorundadır."


Harriet, yirmi beş yıl sonra en küçük oğluna yazdığı bir mektupta Tom
Amcanın Kulübesi'nin nasıl oluştuğunu anımsar: "Halkımız tarafından
kölelere reva görülen haksızlık ve vahşet konusunda neredeyse üzüntüden
kalbim parçalanıyor... Bazı geceler sen yanımda uyurken çocukları
ellerinden alınan zavallı köle anneleri düşündüğümde ateş gibi yaşlar
akardı gözümden."

1851 ilkbaharında öyküsünün ilk bölümü bitmiştir. Önce ailesine okur,
sonra da Washington'da National Era adında saygın bir gazeteye yollar:
Yazı işleri kendisine bu öyküden üç ay boyunca yayınlanacak bir tefrika
roman yapmasını önerir.

Fakat roman başını alıp gider. Tom Amcanın Kulübesi on ay boyunca
National Era gazetesini doldurur. Yazar tamı tamına 300 dolar alır
yaptığı iş için -üç aylık sözleşme için garanti edilen rakamın aynısını.
Fakat bu onu şaşırtmamış gibidir. Çünkü çalışmak onun için bir
"Tanrısal görev"dir: "Tanrıma eseri bitireyim diye dua ederdim."
Okurları durmadan romanın her bir kahramanından daha fazla bahsetmesini
istediklerini yazarlar...

Harriet Beecher Stowe'un yarattığı tiplemelerle öylesine
özdeşleşmişlerdir. Henüz zengin sayılmaz. Derin derin düşünür:
"Yazarlığımla sanırım yılda 400 dolar kazanabilirim, ama bunu bir
zorunluluk olarak görmüyorum. Çocuklara ders verdikten, küçüğü
besledikten, alışveriş yaptıktan, giysileri onardıktan, çorapları
yamadıktan sonra bir de oturup gazeteye yazı yazamayacak kadar yorgun
oluyorum."

Romanının kitap olarak piyasaya çıkmasının ona daha fazla ün katacağına
ve her şeyden önce daha fazla para getireceğine inanmamaktadır Harriet
Beecher Stowe. Boston'da büyük bir yayınevi, kitabın güneyde işlerini
berbat edeceği korkusuyla kitap taslağını geri çevirir. En sonunda böyle
bir riske girebilecek genç bir yayıncı bulur. Köleliğe karşı savaş
kuzeyde bile pek tutulan bir konu değildir.

Harriet Beecher Stowe'un kendisi de, konuyu çok objektif bir şekilde
ortaya koyduğu için kitabının kuzeyde pek ilgi görmeyeceği ve güneyde de
pek yankı uyandırmayacağını söylemektedir, ilk sekiz hafta içinde
50.000 adet satıldığında, bu ani, müthiş başarıya en çok yazarın kendisi
şaşırır. Özellikle kuzeyin hayranlığına karşı, güneyde bir öfke seli
doğmasına hayret eder. 1853 Ocak'ında Tom Amca'nın Kulübesi Birleşik
Devletler'de 200.000 baskıya ulaşmış ve Almancaya, Fransızcaya
çevrilmiştir. "Zencilerin köleliği" konusu yalnız ABD'de değil, tüm
dünya kültüründe en güncel sorun haline gelmiştir.

Harriet Beecher Stowe 1853 yılında ilk kez Avrupa'ya yolculuk yapar.
İngiliz, İskoç prensleri ve dükleri tarafından ağırlanır. Alkışlanır,
saygı görür, ama saldırıya uğrayıp, incitilir de. Karşıtları onu
olayları çarpıtmakla ve romanının "yalan dolu bir masal" olmasıyla
suçlarlar.

Bunun üzerine daha uzun başlıklı ikinci kitabını yayınlar: "Eserin
gerçekliğini kanıtlayan açıklamalarla, hikâyenin dayandığı gerçek
olayları ve belgeleri ortaya koyan Tom Amca'nın Kulübesinin Anahtarı".
Derlenen birçok belgenin arasında, 22 Ekim 1852 tarihli Nashville -
Gazette'te çıkan Satış İlanı'ndan alıntı yapar burada:

"Satılık: 10 yaşından 18'ine kadar iyi gelişmiş kızlar, 24 yaşında bir
kadın ve çok şirin 3 çocuklu 25 yaşında çok işe yarar bir kadın. Mür:
Williams Glower."

Harriet Beecher Stowe 30'dan fazla eser yayınlamıştır. Külliyatı 16
ciltten meydana gelir. Fakat diğer kitaplarının hiçbirisi Tom Amca'nın
Kulübesi'nin başarısına ulaşamaz.

Tahminine göre ani başarısından sonra belli bir doğallığı kaybetmesinin
nedeni şudur: "Başlangıçta hiç kimse benden bir şeyler beklemiyordu.
Kimse bana karışmıyordu ve özgürce yazabiliyordum. Şimdi beni rahatsız
eden, bir atraksiyon olarak tanıtılmam. Tüm gözler üstümde. İnsanlar
benden bir şeyler bekliyor."

Her şeye rağmen tüm kitapları iyi satmıştır. Kuzey ve güney eyaletleri
arasında, köleliğin kaldırılmasıyla sonuçlanan iç savaşın bitiminden
sonra, Stowe ailesi Florida'ya taşınır. Harriet kadınların oy verme
hakkını savunanlar arasına katılır ve Heart and Home dergisinde tüm
mesleklerin kadınlara açılmasını isteyen başyazılar yazar. Çünkü
"kadınlar Tanrı'nın ve doğanın onlara verdiği her türlü yetenekten
faydalanmalıdır."

85 yaşına yaklaştığı son yıllarında, adına bir sürü efsaneler
yaratılmıştır. Rivayete göre Başkan Abraham Lincoln bir toplantıda ona
şöyle demiştir: "Demek bu büyük savaşı başlatan küçük kadın sizsiniz."
Bu ifade doğru olsun olmasın, Beecher Stowe'un Tom Amca'nın Kulübesi
adlı kitabı yazarak o zamanlar milyonlarca insanı seferber ettiği
gerçektir.

Harriet'in bir kadın yazar olarak görev anlayışını, İngiliz hikayeci
George Eliot'a yazdığı bir mektupta görüyoruz: "Kitap, karanlığa
uzatılan ve başka bir eli tutabileceği umulan bir el gibidir."
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Tarihin İçinden Kadınlar Empty
MesajKonu: Geri: Tarihin İçinden Kadınlar   Tarihin İçinden Kadınlar EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:26 am

Fanny Lewald

DÖNEMİNDEKİ ÖNEMLİ OLAYLAR (1811-1889)

1789 Beden eğitimi okullara ders olarak girer (yalnız erkek çocuklar
için).
1796 Beden eğitiminin öncüsü Johannes Guts Muths gençlik için ilk
jimnastik kitabını yayınlar. Fakat yalnız "Anavatanın erkek evlatları"
için.
1810'lar Alay konusu olan "Mavi Çoraplı" kavramı, İngiltere'den
Almanya'ya geçer.
1826 Berlin'de "Unter den Linden" caddesi ilk kez gaz lambaları ile
aydınlatılır. (Ama kadınların yalnız gezmeleri hoş karşılanmaz.)
1831 Bremen'de son halka açık idam kılıçla yapılır: Zehir hazırlayan
Gesche Gottfried adlı kadının başı uçurulur.
1841 Berlin'de hayvanat bahçesi açılır. (Ama kadınların yalnız gezmeleri
hoş karşılanmaz.)
1846 Berlin'de ilk atlı otobüs işletmesi açılır. (Ama kadınların...)
1865 Berlin'de ilk Alman atlı tramvayı çalışmaya başlar. (Ama
kadınların...)
1875 Berlin'deki kız okullarında beden eğitim derslerine izin verilir.
1889 Fanny Lewald'ın ölüm yılında Paris'teki II. Enternasyonal'de Clara
Zetkin, kadının ekonomik özgürlüğünü talep eder.

"BAĞIMSIZLIĞIM, AŞKIMDAN SONRA EN BÜYÜK MUTLULUĞUMDU."

Her şey babaya bağlıdır. Genç Fanny Lewald başka bir aile yaşamını
düşünemez. "Ailede herkes babanın sözünü dinler," der yaşam öyküsünde.
"Annemiz dükkânda onun işçisi, kölesi ve hizmetkârı. Hizmetini
gördüğünde babama sadece 'Efendi!' derdi durmadan. Ve 'Efendi istiyor
bunu!', 'Baba söyledi bunu! Bu ifadeler tüm ev için Tanrı buyruğu gibi
tartışmasızca kabul edilirdi."

Bir keresinde Fanny bir danslı eğlencede hoşça vakit geçirirken "Efendi"
derhal eve dönmesini ister. Onu almaya gelen evin uşağının, nedeni
hakkında hiçbir fikri yoktur. "O sıralarda sürekli hasta düşen anneme
bir şey olmuştur muhakkak, diye çok korkarak aceleyle orayı terk ettim,"
diye anlatır Fanny.

"Büyük bir endişe içinde iki merdiveni çıkıp oturma odasına girdim.
Babam divanda rahatça oturmuş okuyordu. Yanında, elinde örgüsüyle annem
oturuyordu. Kardeşlerim masa başında okul ödevlerini yapıyorlardı. Babam
daha benim bir soru sormama fırsat vermeden son derece rahat bir
şekilde, 'Giderken kapıları açık bırakmışsın. Kapat bakalım kapıları!'
dedi." Fanny bu tür bir eğitimi katı ve haksız mı bulurdu? "Bunu
düşünmek aklıma bile gelmezdi," diyecekti daha sonraları.

Fanny baba evinde en büyük çocuktur. Yahudi bir tüccar olan babası 14
yaşına kadar okula yollar Fanny'i. "Bak hele, senin kafan bir erkek
çocukta olmalıydı," sözlerini işitir orada, öğrenme hırsı ile dolu olan
genç kız. Annesi ise her gün "Hiçbir şey bilgili, fakat pratik olmayan
bir kadından daha yararsız ve daha sıkıcı olamaz," diye nasihat verir.

Her şeye rağmen Fanny bir "kitap kurdu" olmaya başlar. Annesi ve babası
bu talihsiz özelliğin kızlarının evlenme şansını azaltacağını
bilmektedirler. "Daha saygılı, daha saf, daha utangaç olmalıydım," der
geçmişine bakarak, "çünkü o ciddi, emin ve kararlı halimle erkeklerin
hoşuna gidemezdim. Bakıma muhtaç bu kadar çok kardeşi olan, orta halli
bir aile kızını eş olarak seçebilecek birini kolaylıkla bulamayacağım
için onlara kendimi beğendirmem gerekirdi." Aslında Fanny'nin babası
kızını evlendirmek zorundadır.

Geliri altı kızı ömür boyu beslemeye yeterli değildir. Kızlarından
birinin iş sahibi olması o zamanlar söz konusu bile olamazdı. Orta
sınıfın ahlak anlayışı bunu kabul edemez, adları kötüye çıkardı. Peki
ilk aday ortaya çıkıncaya kadar bir genç kız nasıl vakit geçirirdi?
Fanny'nin babası, en büyük kızı için sorgusuz sualsiz uymak zorunda
olduğu "saati saatine günlük program" yapmıştı:

Fanny Marcus İçin Günlük İşler

Eylül sonunda hazırlanmıştır, mevsim değişimine ve diğer dersler
başlayıncaya kadar geçerlidir.

Genel Kurallar:

Sabahları en geç saat 7'de kalkılacak ki, 7.30'da giyinme işlemi tamamen
bitmiş olacak.

Pazartesi

8.00-9.00 arası piyano dersi. Yeni parçaların çalışılması.
9.00-12.00 arası el işi, malum dikiş örgü işleri.
12.00-13.00 arası eski ders kitaplarının okunması; Fransızca, coğrafya,
tarih, Almanca, gramer vs.
13.00-14.30 arası dinlenme ve öğle yemeği
14.30-17.00 arası yukarıdaki gibi aynı el işleri
17.00-18.00 arası Bay Thomas'tan piyano dersi
18.00-19.00 arası yazı yazma alıştırmaları

Salı

8.00-9.00 arası yeni piyano parçalarının geçilmesi
9.00-10.00 arası el işleri
10.00-12.00 arası kontrbas dersi
12.00-13.00 arası pazartesinin aynısı
13.00-14.30 arası pazartesinin aynısı
14.30-17.00 arası pazartesinin aynısı
17.00-18.00 arası eski piyano parçalarının geçilmesi
18.00-19.00 arası pazartesi gibi yazı alıştırmaları

Çarşamba

Pazartesi programının aynısı
17.00-18.00 arası eski müzik parçalarının piyanoda geçilmesi

Perşembe, cuma, cumartesi akşamları haftanın ilk üç günü programının
tekrarı.

Ailede hiç kimse Fanny'nin gizli düşüncelerini sezinleyemez. Tipik bir
"bağımlı evlilik" sürdüren teyzelerinden biri günün birinde ona,
"Evlendiğimde kendi ölüm fermanımı imzaladığımı biliyordum," diye
itirafta bulunur.

Bunun üzerine Fanny'nin tepkisi şöyle olur: "On beşime bastığım gün,
tamamen emin ve âşık olmadıkça kimsenin beni evliliğe ikna edemeyeceğine
karar verdim. Gene aynı gün ilk kez bir çocuğun da ebeveynlerine karşı
bazı hakları olduğu fikri oluştu kafamda. Daha önce düşünmeye bile
cesaret edemediğim, babama karşı da doğuştan özgürlük haklarım olduğu
fikri gelişti içimde. Düşüncelerim sihirli bir değnek darbesi ile ev ve
aile engellerini aşıp, kendime özgü geleceğe ve uzak bir dünyaya doğru
yöneldiler."

"Kendine özgü gelecek"; genç Lewald ulaşılması güç bir hedefi artık
içinde saklayamaz haldedir...

1832: Bir iş gezisinde babasına eşlik edebilecektir. Şimdiye kadar
doğduğu Königsberg kentinden dışarı çıkmamış olan 21 yaşındaki bir kız
için tam bir serüvendir bu! Ama, "Babamın bir tanıdığı ile konuşurken
bana uygun bir koca bulmayı çok istediğini, bir bakıma bu amaçla beni
yanına aldığını anlattığını duydum. O an utanç ve öfkeden avazım çıktığı
kadar bağırabilirdim. Kendimi evde alıcı bulunamadığı için pazara
çıkarılan zavallı bir eşya gibi hissettim."

Babası Königsberg'e tek başına geri dönerken, Fanny Breslau'dan
akrabaları ile onların memleketine gider ve 1832-33 kışını orada
geçirir. Bir sürü yeni izlenim edinir. İlk kez burada kadınların da
"özgür ve açık bir şekilde" düşüncelerini dile getirebildiklerine tanık
olur. "Bağımsız olabilmek. Daha fazla öğrenmek. Evlenmeye zorlanmamak"
düşüncesini ortaya koyduğunda kimse ona destek olmaz. Bu arada,
sonraları liberal bir partinin ileri gelenlerinden olacak olan kuzeni
Heinrich Simon'a âşık olur.

Bu olay ebeveynlerinin evlilik politikasına karşı daha fazla tepki
göstermesini sağlar. Genç bir stajyer hukukçu kendisine evlenme teklif
ettiğinde, babasına, "İyi bir geçim sağlamak için de kendimi satmam,"
demek yürekliliğini gösterir. "Başka türlü davranamam! Yapamam!
Evlenemem!"

Bu arada 25 yaşına gelmiştir. Kaderi bellidir. Evde kalmış bir kız
olarak solacaktır. "Istırap yılları," der Fanny Lewald bundan sonraki
zaman için. Evliliği reddettiğinde babasını düş kırıklığına uğratmıştır.
Şimdi ailesine sadece yük olmaktadır. Ne pahasına olursa olsun bir
şeyler yapmak ister. Mutsuzca, küçük defterine günde kaç mendil kenarına
oya yaptığını, kaç çorap yamadığını not eder. Ayrıca Breslau'daki
kuzenini de ihmal etmez ve oradaki akrabalarına da devamlı mektup yazar.

Fanny'nin yazı yeteneği Eıtropa dergisini çıkartan akrabalarından
birinin dikkatini çeker. Bu arada şunu da bilmekte yarar var:
Mektuplaşma o zamanlar kadınların fikirlerini yazılı olarak ortaya
koyabilecekleri ender imkânlardan biriydi. Mektuplar sadece alıcıya
haber verme aracı değildi. Onlar başkalarına okunur, ödünç verilir,
kopya edilirdi. Mektup yazarken ilk kez edebiyat kurallarıyla
tanışılırdı. Ve bu bakımdan Fanny Lewald'ın mektupları dikkat çekiciydi.


Fanny'den, IV. Friedrich Wilhelm'in Königsberg'deki yemin töreni üzerine
Europa dergisine haber yazması istenir. Zararsız küçük bir uğraş
denebilir. 29 yaşına varmış, ailesi içinde "fazlalık ve arabadaki
beşinci tekerlek gibi faydasız ve ayak bağı" olan Fanny Lewald'e burada
ilk kez bağımsız olma olanağı sunulmaktadır.

Kendi yazdığı metnin basıldığını görmek ve bunun için de ücret almak
imkânını, "Sanki kanatlanmış haldeydim!" diye anımsar Fanny Lewald yaşam
öyküsünde; yazar olmak ve bu meslekte kendi işini kurmak istemektedir.
Artık kesin kararını vermiştir. İlk romanı Clementine'da Fanny Lewald
kendi durumunu anlatır: Yaşlanmakta olan bir kız istemediği bir evliliğe
zorlanmaktadır.

Clemenline teyzesine şöyle yazar: "Benim için mutsuzluk kaynağı olacak,
sadece laf olsun diye yapılan bir evlilik fikrine tahammül edemiyorum...
Ama gel gör ki evliliği ne hale getirdiler! Adı geçtiğinde en iyi
yetiştirilmiş kızların gözlerini aşağı indirdiği, erkeklerin
şakalaştıkları ve kadınların gizlice gülüştükleri bir şey evlilik. Her
gün gözümün önünde yapılan evlilikler fahişelikten beter!"

Bu cüretkâr cümleler hayretle karşılanır. Ama kimin yazdığını henüz
kimse bilmez. Çünkü babasının isteği üzerine Fanny yapıtlarını imzasız
yayınlamaktadır. Ayrıca yayınlanmadan önce taslakları babasına okutmak
ve kız kardeşi ile dönüşümlü olarak ev işlerini yürütmek zorundadır.
Fakat bağımsızlık rüyasının gerçekleşmesi yakındır.

1843'te elementine yayınlandığında Fanny Berlin'e gider. İlk kez kendi
kazandığı para kullanımına hazırdır: "Kendim için satın aldığım her çift
eldiven, parasını ödediğim her bardak limonata hoşuma gidiyordu ve
şimdiye dek tatmadığım bir haz veriyordu bana. Çünkü ben satın
alıyordum, kendi paramla, kendi kazandığım parayla ben ödüyordum."

Hemen hemen ilk romanı ile aynı zamanda, Fanny Lewald Kız Çocuklarının
Eğitimi Üzerine adlı bir yazı yayınlar. Çok kararlı bir şekilde kız
çocuklarının sadece salt evlilik için yetiştirilmemden gerektiğini
savunur. Ayrıca ev içinde bireysel eğitime karşı, okullarda toplu
eğitimden yanadır. Ev içinde geçirdiği, adının avareye çıkarıldığı kendi
umutsuz yılları, durmadan kadının meslek sahibi olma zorunluluğunu dile
getiren Fanny Lewald'ı bir yazar yapmıştır.

1862'de şunları yazar: "Hangi aileye girerseniz girin, akrabaları
içinde, canları sıkılmış ve yorgun, kendilerine özgü sevinçleri ve
umutları olmayan, boş ve yararsız bir yaşam sürdüren, isteksizce bir
topluluk ve eğlenceden diğerine sürüklenen yaşı geçkin, evlenmemiş
kızları ya da kız kardeşleri olmayan birine kolay kolay
rastlayamazsınız.

Kendi kendilerine, çoğu kez ailelerine de yük olanlar için şu
sorulabilir: Peki ne olacak onlara? Ne yapmalı onlar için? Bu inkâr
edilemez sefalete karşı tek bir çare vardır: Kadınların iş ve meslek
yaşamında erkeklerle aynı haklara sahip olmaları."

1875'te yazdığı Kadınlardan Yana ve Kadınlara Karşı adlı kompozisyonunda
şöyle der: "Ve biz kadınlar 17 yaşımızdan başlayarak oturuyor, bekliyor
ve ümit ediyoruz; işsiz güçsüz kuluçkaya yatmış, günbegün
sabırsızlıkla, çaresizliğimizi bağışlayacak kadar bizi seven bir erkeğin
gelmesini bekliyoruz... Hâlâ egemen olan kast zihniyeti, burjuva
kesimindeki kızların meslek sahibi olmalarını yasaklıyor. Kast sözcüğünü
bilerek kullanıyorum, çünkü toplumumuzda, Hindistan'daki gibi giysiler
ve diğer göze batan işaretlerle belli olan bir kast ayrımı yoksa da, bir
kast zihniyeti ve önyargısı var." Romanlarının çoğunda Fanny Lewald,
aile korunmasından uzaklaşma cesaretini gösteren kadınların kaderini
dile getirir:

Adele (1858) bir kadın yazarın hayatını anlatır. Seyahat Arkadaşları
(1858) bir kadın piyanistin öyküsüdür. Kurtarıcı (1873) bir kadın
oyuncudan söz eder. Bir Yaşam Sorunu (1845) adlı romanında yazar, sadece
kadının burjuva eğitim ideolojisinin kurbanı olmadığını, erkeğin de
dolaylı olarak kurban edildiğini açıklar: Romanın kahramanı, karısının
ev hanımlığı ve bağımlılığı konusunda endişelidir.

Fanny Lewald ancak otuz yaşını aştıktan sonra gerçekten ailesinden
kopar. Başlangıçta çoktan beri kendi parasını kazandığını başkalarından
gizlemek zorunda kalır. Kız kardeşleri "saygınlığı"nı ve yazar olarak
anonimliğini korumasını rica ederler. Babası, kadın olarak tek başına
sokağa çıkması "yakışık almayacağı" için kendisine refakat edecek bir
uşak edinmesini emreder.

Fanny ise romanlarını yazmaya devam edeceği yerde nasıl olup da anlamsız
el işleriyle uğraştığını anlayamaz zaman zaman. Kendi kazancıyla
Berlin'de tek başına salaş odasında yaşarken bazen gözleri dolar. Tek
başına tiyatroya gitmek. Tek başına müze gezmek, tek başına yolculuğa
çıkmak. Tüm bunlara ancak yavaş yavaş cesaret edebilir.

1845'te İtalya'ya yaptığı bir yolculukta Oldenburglu lise öğretmeni
Adolf Stahr ile tanışır. Adam evli ve beş çocuk sahibidir. Uzun mücadele
ve zorlukların ardından -Stahr bu arada boşanmıştır- on yıl sonra
evlenirler. Fanny'nin gençlik arzusu gerçekleşmiştir: Mutlaka evlenmek
gerekiyorsa, bu bir aşk evliliği olmalıdır.

Lewald-Stahr çifti Berlin'de bir önceki yüzyılın ortalarında kültürel
yaşamın merkezi olan bir edebiyat salonu kurarlar. Fanny Lewald 1876'da
ölen kocasının ardından 13 yıl yalnız yaşar. "Yaşlı bir kadın" olarak da
birçok geziye çıkar ve roman, deneme, seyahatname ve anılar yayınlar.
Gençliğinde çaresizlikle özlediği "dopdolu bir yaşam"a kavuşmuştur.

"Ne idiysem oydum, gücüm sayesinde," der kendisini betimlerken;
"yeteneğim sayesinde, kendim sayesinde - ve özgürdüm! Özgür!"
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Tarihin İçinden Kadınlar Empty
MesajKonu: Geri: Tarihin İçinden Kadınlar   Tarihin İçinden Kadınlar EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:26 am

Mathilde Franziska Anneke

DÖNEMİNDEKİ ÖNEMLİ OLAYLAR (1817-1884)

1794 Prusya'da, boşanmanın kanuni esaslara bağlandığı Genel Eyalet
Hukuku yürürlüğe girer.
1797 Annette von Droste-Hülshoff un doğum yılı.
1833 Leipzig'de ilk kadın öğretmenler seminerinin kurucusu Auguste
Schmidt'in doğum yılı.
1833 Üniversite öğrencileri Frankfurt/Main'daki Merkez Karakolu'na
saldırırlar.
1847 Mathilde Franziska Anneke'nin Toplumsal Koşullarla Çatışan Kadın
yazısı yayınlanır.
1847 Aynı yıl doktor Heinrich Hoffmann'ın çocuk eğitimine katkısı olan
Stnıwwel peter (Haylaz Çocuk) yayınlanır.
1848 Paris'te Şubat Devrimi.
1848 Almanya'da Mart Devrimi.
1849 Avusturya'da kadınlar belediye seçimlerine katılma hakkına kavuşur.

1850'ler Politik sebeplerden dolayı gittikçe daha fazla Alman ABD'ye
göçer. 1852 Almanya'da Louise Otto Peters'in Frauenzeitung (Kadın
Gazetesi) yayınlanır. 1852 ABD'de Mathilde F. Anneke bir Deutsche
Frauenzeitung (Alman Kadın Gazetesi) çıkarır.

"AKIL BİZE ÖZGÜR OLMAYI EMREDER."

Tapu kadastro müdürü Karl Giesler'in kızı Mathilde ve Isabella adlı atı,
birbirlerinden ayrılmaz bir ikilidir. Genç kız saatlerce at sırtında
gezinir. Annesinin Tilly diye çağırdığı Mathilde gıpta edilecek bir
özgürlük içinde büyümektedir. Westfalen'deki Blankenstein onun yurdudur.
Yakın ve uzak çevrede bilmediği yer yoktur. Veya tam tersi: Çevredeki
herkes kalın, siyah topuz saçlı bu korkusuz süvariyi tanımaktadır. Evde
özel bir öğretmenden ders alır.

Babası, mesleği dolayısıyla Prusya toplumunda oldukça yüksek bir
mevkidedir. Anne ve babasının nüfuzlu ve kültürlü dostları, birçok
arkadaşları vardır. Mathilde erken yaşta okumaya ve düşünmeye teşvik
edilmesine karşın özgürlük tutkusu engellenmeden doyasıya yaşar. Hemen
hemen ideal koşullarda yetişir ve bu yıllarda cesaret ve özgüvenini
geliştirir; bu iki nitelik geleceğini belirleyecektir.

19 yaşındayken evlenir. Babası mali sıkıntıya düştüğü ve en büyük kızını
"iyi bir kapıya" yerleştirmekten başka çaresi kalmadığı için mi
evlendirilmiştir? Mathilde'nin kendisinden yaşça çok büyük olan Alfred
von Tabouillot ile niçin evlendiğini ve kendisini tümüyle mutsuz eden
bir evliliğe girdiğini açıklayabilecek güvenilir bir kaynak yok. İlk
çocuğu Fanny altı yaşına gelince Mathilde boşanmak ister. Fanny
kendisine verilir. Açık bir karar.

Fakat "Tabouillot Olayı" kafaları karıştırır. O zamanın toplumu için
korkunç bir şey olmuştur: Bir kadın boşanma talebinde bulunmuş ve
üstelik kocasının ailesine nafaka davası açmıştır. Utanç verici.
İmkânsız. Duyulmuş şey değil.

Mathilde Franziska, evlilik soyadı ile Tabouillot, kızlık soyadı ile
Giesler, kabahatsiz olarak boşanmış bir kadın olsa da, küçümsendiğini
çok çabuk hisseder. Hakkını alacağı kesindir (Prusya'da 1794 yılında
yürürlüğe giren Genel Eyalet Hukuku gereği boşanma yasal esaslara
bağlanmıştır). Fakat tek başına tavır aldığı için, başka her şeyin
düzenlenmesi de ona kalır. Ebeveynlerinden yardım istemeyi bekleyemez.
Yalnız yaşayan çocuklu bir kadının geçimi için, sekiz taler tutarındaki
nafaka yeterli değildir.

Hayatını yazarak kazanmak ister. Dua kitapçıkları ve şiir derlemeleri
yayınlar. Sonatlar, baladlar, hikâyeler ve gezi izlenimleri yazar.
1840'lı yıllarda bir sürü kadın, edebiyat dünyasına girme cesaretini
göstermiştir. Ozan Joseph von Eichendorf bunu şöyle yorumlar: "Şiir
artık kadınlara kadar düştü!"

Başka bir deyişle, bu alan kadınlara göre değildir. Bir erkek için, eğer
"yoksul bir şair" ise, kraldan emeklilik maaşı bağlanması alışıldık bir
şeydi, ama şiir yazan bir kadın için herhangi bir maddi yardım söz
konusu değildi. Dul Mathilde Franziska böyle bir başvuruda bulunursa, bu
lütfa layık bulunmayacaktır. Gittikçe toplumdan uzaklaşır. Onu
destekleyenler yalnızca "Demokrasi Cemiyeti"ne mensup, politik ve
toplumsal sorunlarla uğraşmayı iş edinmiş arkadaşlarıdır.

Derken Mathilde Franziska'nın o zamana kadarki yaşamının altına bir
çizgi çektiği gün gelir. Kelimenin tam anlamıyla algılamak gerekir bunu.
Kendisinin bizzat derlediği dua kitabının ilk sayfasını boydan boya
çizer ve kalın harflerle üzerine "İnsanın zor durumda kaldığında
yarattığı Tanrılardan" diye yazar. Çok dindar, Biedermeier tarzı şair
geçmişi ile ilişkisini kesmiştir.

'48 Devrimi'nden önceki kış, otuz yaşındaki Mathilde ilk kez kadın
sorunlarına karşı tavrını koyduğu bir yazı yayınlar: Toplumsal
Koşullarla Çatışan Kadın. Şöyle yazar: "Niçin kadın hâlâ sessiz sedasız
sabreden biri olarak kalsın? Neden 'kocasının ayaklarını yıkayan
alçakgönüllü hizmetkâr' olmayı sürdürsün? Neden aslında kendisi de bir
uşak olduğu için, kalbinin despotu haline gelen bir efendinin sabır
küpü, dindar hizmetçisi olmaya devam etsin?"

Ezilmişliğin, ana nedeni olarak gördüğü kilisenin öğretilerine karşı
çıkar: "Tütsü kokuları ile zihninizi karıştırmak istiyor, parlak
sözlerle sizi aldatıyorlar, basit gerçekler yerine çiçek kokulu masallar
anlatıyorlar. Zeki şarkıcılar uyanmanızı ve düşünmenizi engelleyen hoş
ninniler söylüyorlar. Kadınların alınlarında yazılı imanı hoş sedalarla
övmeyi biliyorlar. Ah şu iman! Size söylüyorum, bu düzmece, yalan ve
sahte bir hâleden başka bir şey değil. Üstünde, feragatin, acının ve
mutsuzluğun, daha doğrusu sıkıntının, hüznün, kederin gözyaşları
elmaslar gibi titrek titrek işiyor!"

Ve hemcinslerine seslenir: "Ne olur, gözünüzü açın ve sizinle nasıl
oyuncak gibi oynandığını görün. Evet, gözlerinizi açın, o zaman saat
başı, nasıl aldatıldığınızı, sizlere öğretilen ya da yasaklanan her
şeyin ne kadar çelişkili olduğunu görürsünüz."

"Louise Aston" skandali bu yazının yayınlanmasına neden olan
olaylardandır. Louise Aston adlı dul bir kadın 1846'da Berlin'den
kovulur. Bir sürü nedenin yanında, kadının dindar olmayışı da vardır.

1847'de Mathilde Franziska ikinci evliliğini yapar. Köln İşçi Derneği
kurucusu ve başkanı olan Fritz Anneke ile evlenir. Anneke çifti Köln'de
ilerici kadın ve erkekler için odak noktası olur kısa zamanda. 3 Mart
1848'de Köln'de, Prusya topraklarında Fritz Anneke'nin başı çektiği ilk
devrimci gösteri yapılır.

1848 Temmuz'unda Fritz Anneke tutuklanır ve hapse atılır. Mathilde
Anneke o ay ilk oğlu Fritz Junior'u dünyaya getirir. Aynı ay içinde bir
şey daha olur: New York eyaletinin Seneca Falls kentinde bir kadın
hakları konferansı düzenlenir. Bu konferansta okunan bildirgede kadınlar
"ABD vatandaşı olarak tüm hak ve imtiyazlarını derhal elde etmeyi"
talep ederler.

Bu konferansın Amerika'dan çok uzaklardaki Mathilde Franziska Anneke ile
o ana dek hiç ilgisi yoktur; daha yeni anne olmuş Mathilde bundan kısa
bir süre sonra Amerikan kadın hareketleri ile ilişki kuracağını ve
yaşamının sonuna dek bu hareket için çalışacağını bilemezdi.

Hâlâ Köln'dedir ve '48 Devrimi'ne aktif olarak katılır. Tek başına
-kocası hâlâ hapistedir- Nene Kölnische Zeitung (Yeni Köln) gazetesini
çıkarır. Eyalet ve belediye idaresinin yasamasında ve işçi-işveren
ilişkilerinde söz sahibi olmak isteyen, emekçi halkın sesi olan bir
gazetedir bu. Bu gazete radikal doğrultusu yüzünden yasaklanınca,
Mathilde Anneke kısa zamanda gazetenin adını değiştirerek Frauenzeitung
(Kadın Gazetesi) olarak yayına devam eder.

Köln Kadın Gazetesi'nin sadece iki sayısının çıkarılmasına izin verilir.
Üçüncü sayısına daha prova baskısı sırasında sansür tarafından el
konur. Bundan yaklaşık yarım sene sonra Louise Otto, Dresden'de kendi
Kadın Gazetesi'ni çıkarır ve üç yıl boyunca bu gazetede fikirlerini
açıklar.

Mathilde Franziska Anneke büyük baskı altında çalışmaktadır. Gazetecilik
çalışması ondan tam mesai istediği gibi, bakmak zorunda olduğu bir
bebeği de vardır. "Oğlum bu gece öyle ağladı ki, huysuzluğundan gözüme
uyku girmedi," der hapishanedeki kocasına gönderdiği bir mektupta.

Bir kadın hem ailevi yükümlülüğüne bağlı kalmak, hem de zamanın
olaylarına etkin olarak katılmak istiyorsa, erkekten iki kat güçlü
olması gerekir. Mathilde Franziska Anneke örneğinde bu açıkça
görülmektedir. Toplam yedi çocuk doğurmuş ve -mektuplarından
anlaşıldığına göre- çocukların eğitiminde kocasının hiç yardımı
olmamıştır.

Daha sonraki yıllarda da bu durum sürekli tekrarlanır: Devrimci Fritz
Anneke ne zaman kendisine ihtiyaç olsa, dışarıya, "düşman yaşam"'ın
içine dalar. Kocası gibi ilerici zihniyetli Mathilde Anneke'ye ise
çocukların sorumluluğunu tek başına taşımak düşer. 1865'te "Fritz beni
bu konuda çok yalnız bırakıyor," diye yazar kız kardeşine.

Fritz Anneke 1848 sonu hapisten çıktığında, Pfalz devrim ordusuna
katılır ve kısa zamanda lider durumuna gelir. Mathilde onu izler. Amacı
kahramanlık değil, idealleri uğruna kocasıyla birlikte savaşmaktır.

"Çocuklarımı bir süre için güvenli bir yere bıraktım. Süvari giysilerime
bürünüp sürekli Fritz'imin yanında yer aldım. Dört hafta boyunca uzun
yürüyüşlerde, özellikle Übstadt'taki sıcak çatışmada kurşun yağmuruna
tutulduğumuz halde tek bir kurşun bana isabet etmedi."

1849 baharında Pfalz'da katıldığı devrim hareketini, bir kız arkadaşına
yazdığı mektupta böyle anlatır. Kocasını savaşta izleyen, atlardan
anlayan, ne korkak ne de nazlı davranan bir kadına ancak hayranlık
duyulabilir. O ise, hayranlık yerine mizah konusu edilmiştir. At
sırtında, burnu üstünde gözlüğü ile (hiç gözlük takmamasına rağmen)
karikatürleri yayınlanmış ve bu görüntülerin atında, onunla "erkekten
dönme" diye alay edilmiştir.

Başarısız devrimden sonra Annekeler kaçmak zorunda kalırlar. Vaktiyle
birçok Alman'ın yaptığı gibi ABD'ye göçerler. ABD'ye varmalarından kısa
bir zaman sonra Mathilde Franziska Anneke, kocasına savaşta neden eşlik
ettiğini açıkladığı Pfalz Savaşı'ndan Bir Kadının Anılanım baskıya
verir; "Almanya'da olduğu gibi bu yabancı ülkede de çoğunuz savaş
çağrısına yanıt verdiğim için beni kınayacaksınız. Özellikle sizler. Siz
evde oturan kadınlar, bir kadının ne yapabileceği ve ne yapması
gerektiği konusunda estetik bir çekicilikle konuşup duracaksınız. Ben de
yaptım bunu bir zamanlar. Zaman gelip de kadına olanak verildiğinde, ne
yapması gerektiğini bilmediğim zamanlar".

O anın sunduğu olanağı kullanmak... Mathilde giderek ikinci vatanı
olmaya başlayan bu yabancı ülkede bu ilkeye sıkıca bağlı kalır. 1852'de
Milwaukee'de Almanca bir Kadın Gazetesi çıkarır: Alman dilinde
Amerika'da bir kadın tarafından çıkarılan ilk feminist gazete. Şunu da
bilmek gerekir ki, Milwaukee vaktiyle göçmen Almanların en fazla
toplandığı kentti. Bu kentte oturanlar, kendini "kadının kurtuluşu"na
adayan yeni gazetenin ilk okuyucularıdır. Yayımcının oldukça kısa bir
zaman sonra Alman erkeklerle başının derde girmesine şaşmamak gerek.

1852 Ekim'inde şöyle yazar, "Erkekler bu gazeteye karşı çıkmaya yeminli
gibi görünüyordu. Sorduğum sorulara şu yanıtı alıyordum: Karım bu
konularda yeteri kadar aydınlanmış durumda. Daha fazla aydınlanmasına
gerek yok."

Mathilde Franziska Anneke yolundan şaşmaz. Amerikan kadın hareketlerinin
en aktif üyelerinden Susan Brownell Anthony ile tanışır. 1853'te New
York'ta kadın hakları için genel bir miting yapıldığında, Mathilde
Anneke ABD'de ilk Alman kadın olarak kürsüye çıkar ve toplantıyı
protesto etmek isteyen çılgın kalabalığa şöyle seslenir: "Ben buraya
gelmeden önce zulmü ve kralların baskısını biliyordum. Bunları kendi
benliğimde, arkadaşlarımda, ülkemde öğrendim. Fakat buraya geldiğimde,
kendi yurdumda olmayan o özgürlüğü bulacağımı umuyordum. Almanya'daki
kız kardeşlerimiz çoktandır bu özgürlüğün özlemini çekiyorlar. Fakat
orada bu arzu erkeklerde olduğu gibi kadınlarda da bastırılıyor. Burada
beklentimiz, konuşma özgürlüğüne sahip olmaktır. Burada olmazsa başka
nerede olabilir? Hiç olmazsa burada tüm sorunlara ilişkin
düşüncelerimizi ortaya koymamıza izin verilmelidir. Fakat öyle görünüyor
ki insanlık haklarını talep etme özgürlüğü burada bile yok. Ama
ülkemizin tek umudu özgürlük timsali olarak bilinen bu devlete
yönelmiştir!"

Toplantının sonunda yayınlanan sonuç bildirgesi şöyledir: "Bu hareket
yalnızca Amerika'nın değil tüm dünyanın sıkıntılarına yöneliktir. Bu
nedenle bu konvansiyonun açıklamasını tüm dünya kadınlarına hitaben
kaleme alacak, amaçlarımızı ortaya koyacak ve kadınları aynı amaç
kapsamında ortak çalışmaya davet edecek bir komite oluşturulmalıdır."

Mathilde Franziska Anneke bu komitedeki tek Alman kadındır. O andan
itibaren kadın hareketinin çabalarını Amerika'da yaşayan Almanlar
arasında yaymayı en önemli görevi olarak görür. Daha fazlasını
üstlenmesi olanaksızdır. Çünkü Alman-Amerikalılar kadın hareketlerine
şüpheyle yaklaşmaktadırlar. Mathilde'ye karşı Anglo-Amerikalılardan daha
itici davranmaktadırlar.

Başarmak zorunda olduğu işi "katıksız gericiler" ile uğraşmak, "cehennem
azabı" diye niteler. Eşitlik konusunda konuşmalar yapmak üzere
Amerika'yı baştan aşağı dolaşır. Alman kız çocukları için kendi okulunu
kurar ve 18 yıl yönetir. "Bayan Anneke karşı koyulmaz gücü ile bizi
coşturmasını biliyordu!" der hayran olduğu öğretmenin ölümünden seneler
sonra bir eski öğrencisi.

Fritz Anneke Yeni Dünya'ya karısı kadar alışamamıştır. Karısının
uğraşlarının çoğunu kuşkuyla karşılamış, ya da onu hiç anlamamış
olabilir. "Benim iç dünyam hakkında hiçbir şey bilmiyorsun. Bir kez
olsun ilgilendiğini de hiç sanmıyorum," der 1865'te kocasına yazdığı bir
mektupta.

1869'da "Amerikan Eşit Haklar Birliği" toplantısında ikinci kez
konuşmacı olarak kürsüye çıkar. 16 yıl önce ilk kadın hakları
toplantısında nasıl ıslıklanıp tehdit edildiğini anımsar, "O günden bu
yana ne büyük bir değişim! Kamuoyunda ne devasa bir ilerleyiş... Daha da
sevindirici olan ise, son yılların tarihinin kanıtladığı gibi, evrensel
gerekliliğin gücü altında aklın ve özgürlüğün sürekli gelişim
göstermesidir. Bu her olayı amacına doğru götüren, zamanın karşı
konulmaz ilerleyişidir," ve devam eder, "Kadının içinde daha fazla
bastırılamayacak olan, her durum ve şartta özgürlük isteyen şey, bilgiye
duyduğu açlıktır. Bu özlem, bu zihinsel çaba, bilgiyi, salt bilmek
istediği için aramak, kadında olduğu kadar hiçbir insanoğlunda bu denli
güçlü baskı altına alınmamıştır. Çünkü erkekler tarafından özellikle biz
kadınlar için icat edilmiş, imanla dua etmemiz, yasamız olması gereken
hiçbir doktrin yoktur. Yaşam düsturumuz hâlâ eski geleneklerin
otoritesidir. Buna biz izin veriyoruz... En yüce ve tek yasa koyucu
olarak tanıdığımız akıl, bize özgür olmayı emrediyor!" Bayan Anneke'nin
konuşması çok başarılı olur.

1853'teki ilk ABD konferansı küfürler ve kaba tezahüratla kesilmişse de,
şimdi çılgınca alkışlanır ve kadın haklarının öncüsü olarak kutlanır.
Kendi eyaleti Wisconsin'i temsilen "National Woman Suffrage
Association'a (Ulusal Kadın Seçmenlik Hakları Birliği) delege olarak
katılır. Kadınların oy hakkını elde etmeye çalışan bir dernek bu. Fritz
Anneke'yi bunlar hiç ilgilendirmez.

"New York'taki toplantıdan sonra uğraşlarım hakkında tek kelime bile
söylememiş olman üzüyor beni. Senin yargılarının benim için her şeyin
üstünde olduğunu bilirsin..." diye yazar toplantıdan sonra kocasına.
Fakat kocası susmaya devam eder. Diğer göçmen Almanlar nezdinde de her
zaman olduğu gibi inatçı direnişlerle karşılaşır. Susan Brownell Anthony
1872'de yasak olmasına rağmen genel seçimlerde oy kullanma
yürekliliğini gösterip bu yüzden para cezasına çarptırılınca, Almanca
gazetelerden çıkan gerici seslere karşı derhal ve resmen onun yanında
yer alır.

1904'te "Kadınların Seçim Hakkı İçin Dünya Birliği'nin kuruluşunda Susan
B. Anthony, "Bayan Anneke kadınların seçim hakkı hareketinde ilk sırada
yer almaktadır," diye açıklamada bulunur, Anneke'nin ölümünden yirmi
yıl sonra.

1884 Kasım'ında Mihvaukee'de ölen bu kadının on yıllarca uğruna
savaştığı yasa, ancak ölümünden otuz beş yıl sonra yürürlüğe girer;
Amerikan Anayasası'na ilave edilen 19. madde şöyledir: "Birleşik
Devletler vatandaşının seçme ve seçilme hakkı, cinsiyeti nedeniyle ne
Birleşik Devletler ne de herhangi bir eyalet hükümeti tarafından
reddedilebilir ya da kısıtlanabilir."
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Tarihin İçinden Kadınlar Empty
MesajKonu: Geri: Tarihin İçinden Kadınlar   Tarihin İçinden Kadınlar EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:27 am

Louise Otto-Peters

DÖNEMİNDEKİ ÖNEMLİ OLAYLAR (1819-1895)

1817 Alman üniversite talebe birliğinin Wartburg bayramı.
Siyah-kırmızı-altın sarısı bayrağın altında bir Alman Birliği talebi.
1830 Paris'te Temmuz Devrimi. Braunschweig, Göttingen, Sachsen ve
Kurhessen'de karışıklıklar.
1830 Devrim yanlısı Alman genç kızları ve kadınları mavi-beyaz-kırmızı
kurdeleler ve eşarplarla süslenirler.
1831 Saehsen'de kadınlar için cinsiyet vesayeti kaldırılır. 1835
Nürnberg ve Fürth arasında ilk Alman demiryolu kurulur.
1844 Schleisen'de dokuma işçileri ayaklanır.
1844 Alman demokrat Robert Blum'un Vaterlandsblâiter Anavatan
Gazetesi}'nde Louise Otto imzasız olarak kadınların devlet işlerinde yer
almalarını talep eder. 1848 Almanya'da Mart Devrimi.
1848 Devrim yanlısı Alman genç kız ve kadınlar, siyah-kırmızı-altın
sarısı bantlar ve kemerler takarlar.
1850-Aralık Louise Otto Kadın Gazetesinin yayınını Saehsen'de durdurmak
zorunda kalır. 1852 Louise Otto Kadın Gazetesinin yayınını Thüringen'de
durdurmak zorunda kalır.
1853-Ocak Die Gartenlaube (Çardak) Leipzig'de kurulur: Ev ve aile için
bir gazete.

"KADIN VATANDAŞLARI ÖZGÜRLÜK İMPARATORLUĞUNA ÇAĞIRIYORUM."

Bir varmış bir yokmuş... Gerçekten, Louise Otto'nun çocukluğu bir masal
gibi anlatılabilir. Bir zamanlar küçük bir kız varmış. Bu kız dört kız
kardeşin en küçüğü imiş. Saksonya krallığında Meissen kentinde etrafı
sarmaşıklarla çevrili Biedermeier tarzı bir evde büyümüş bu şımarık
yavrucak. Hukukçu olan babası, Louise Otto'nun da daha sonraları
anlattığı gibi "hemen hemen masallardaki gibi" bir yaşam sunar ailesine.

Meissen'deki 14 odalı büyük ev dışında, Otto ailesinin üzüm bağları
içinde bir de yazlık evleri vardır. Anne sabahın erken saatlerinden
itibaren evin idaresiyle uğraşır. Gerçekten yeterince yapılacak iş
vardır evde: Sabun evde yapılır. İç yağından mumlar dökülür. Ekmek ve
pasta pişirilir. Bütün giysiler elde dikilir. Ve en önemli ödev, kilerin
dolu tutulmasıdır.

Louise Otto şöyle anlatır: "Büyük mahzenler Ren havzasının en nadide
şarap fıçılarıyla doluydu. Bunların yanında o çağlarda itibarını
yitirmiş Meissen porselenlerinin en mükemmel örnekleri... Ayrıca başka
bir kilerin raflarında içi elmalarla dolu kaplar dizi dizi, bunların
altında patates, domuz ve sığır eti dolu çok büyük iki salamura fıçısı.
Bu etler daha sonra yerde özel tütsü tandırlarında odun dumanıyla,
yemeklerde sucuklarla birlikte ikinci bir pişirime tabi tutulurdu.

Zemin kattaki tonozların içinde kışın pişirmede kullanmak için her boyda
tıka basa dolu tereyağ tencereleri. Salatalık ve sebze dolu fıçılar,
testiler, bütün dolaplar meyve konserveleriyle dolu, tepeleme meyve
pestilleri, delikli kaplara inci gibi dizilmiş yumurtalar ve sonra
mevsimine göre en küçüğünden en büyüğüne kadar ev aletleri, kanatlı
hayvan etleri, vs..."

Bütün bunların üstüne pasta ve hamur işlerinin hazırlanmasının eklendiği
de düşünülürse, insan kendini gerçekten çalışmadan bolluk içinde
yaşanan efsanevi bir ülkede hissediyor. Otto ailesi için sıradan olan
-ve Louise'in geleceğini etkileyen- gerçek, tüm bolluğa rağmen karnı
doymayan bir sürü insanın varlığıdır. Hukukçu baba, özellikle kızlarına
okumaları için çeşitli gazeteler getirir ve "Okuyun bu gazeteleri ki
günümüzde olup bitenlerden söz edildiğinde alık alık bakıp utanmak
zorunda kalmayasınız!" derdi.

Fasulye ayıklarken, mantar temizlerken, bez dikerken ve çorap örerken,
okunur ve tartışılır. Schiller'in özgürlüğü konu edinen dramları,
yabancı egemenliğine karşı isyan eden Yunanistan ve Fransa'daki
karışıklıklar bu sohbetlerin odak noktasını oluşturur. Louise ve kız
kardeşleri, kendilerini özellikle küçük kızları çevrelerinde olup
bitenler konusunda aydınlatmak için görevli sayan genç öğretmenlerden
iyi bir okul eğitimi de alırlar.

Louise Otto çocukluğunu işte böyle tanımlar. Bu küçük kız, büyük bir
tutkuyla Schiller'in oyunlarından küçük sahneler ezberler. Bazen
annesinin kadın toplantılarında büyük üçgen bir şala sarılı halde
Orleans'lı Bakire'den tiratlar geçer. Gizli gizli şiir yazar.

Babasının annesini kucaklayarak, kızlarıyla Saksonya'da kadınların
vesayet altından kurtarılmasını kutladığı sahne genç Louise'in
belleğinde kalmıştır hep. Louise'e o zamana kadar kadının politik,
ahlaki ve ekonomik temsilcisinin, servetinin yöneticisinin ve aynı
zamanda vasisinin erkek olduğu anlatılmıştır. Fakat o andan itibaren
kadın yeni bir yasa sayesinde mülkiyet hukuku açısından erkek ile eşit
kılınmıştır. Annesinin, "çok şükür," dediğini duyar Louise, "bu kızlar
için de iyi olur."

O an Louise yasa değişikliğinin kendisi için ne denli önemli olacağının
farkında değildir. Daha baba evinin himayesinde yaşamaktadır. Ama bir
yönden diğer burjuva ailelerinin kızlarından çok daha ileridedir.
Ebeveynleri onu kendisine karşı sorumluluk duygusu ve açık bir dünya
görüşü ile yetiştirmişlerdir.

1831'de Louise'in büyük ablası ölür. 1835'te anne ve babasını kaybeder.
Zamanının ifadesiyle "sinsi verem hastalığı" masal dünyasının
güzelliğini yıkar. Louise'in iki kız kardeşi ile bundan sonraki
yaşamlarında yaptığı şeyler çevresindeki herkes tarafından "kahramanlık"
olarak nitelendirilir. Servetlerinin idaresini bizzat ele alırlar. Yaz
aylarında bağlarındaki kır evinde oturup birlikte ev ve bahçe işleriyle
uğraşırlar. Hatta birinin yardıma ihtiyacı olduğunda birbirlerine
seslenebilmeleri için bir megafon bile temin ederler. Aslında Louise
"şanssızlıktan şans çıkarmıştır."

Annesiyle babasının erken ölümü ona yıllarca tek başına yaşama olanağı
verir. 17 yaşındadır, heyecanlı, hayalleri geniş ve düşüncelidir.
Kendisini belli bir yöne zorlayabilecek kimse yoktur. Önceleri el
yordamıyla,

sonra giderek daha emin bir biçimde, kendi düşüncelerini geliştirir.
Evlilik ve ev işleri kadının tek görevi olamaz. Kamu işleri salt
erkeklere özgü değildir. Kadınlar da katılmalıdır buna. Bu tür
düşünceler geçer kafasından. 1843'te ilk kez bu konuya ilişkin
düşüncelerini dile getirir.

Scichsische Valerlandsblaller (Saksonya Anavatan Gazetesi'nde
"Kadınların devleti ilgilendiren işlere katılma hakkı var mı?" sorusu
tartışılmaktadır. Louise Otto söz ister ve yazar: "Kadınların devlete
ilişkin işlere katılmaları bir hak değil, görevdir."

Kadınları yurttaşlığa eğitmek, toplumsal-siyasal yaşama sokmak; Louise
Otto artık yaşamı boyunca bu amaçlar için çalışacaktır. İki kız kardeşi
evlenirler. Biri kocasıyla birlikte Erzgebirge'ye gider ve Louise'i de
uzunca bir ziyaret için davet eder. O ise şimdiye dek böylesine "büyük
yolculuk" yapmamıştır. Her şey onun için bir serüvendir. Posta
arabasında yolculuk, yabancı dağ manzaraları ve "peri sarayları" ile ilk
karşılaşması... Bol ışıklı pencereleriyle çok katlı binaların önünden
geçerken böyle düşünür genç kadın.

"Bunlar dokuma fabrikaları" diye öğretilir ona. Fabrikalar, kazandıkları
geçimlerine bile yetmeyen erkek ve kadın işçiler ve bunun yanı sıra
lüks içinde yaşayan fabrikatörler.

Louise Otto'nun sanayi işçisiyle tanışması, gözlerini açar. İzlenim ve
deneyimlerini Saray ve Fabrika adlı romanında anlatır. Kitap 1847'de
piyasaya çıkar çıkmaz yasaklanır. "Oldukça tehlikeli bir demokrat" hanım
iş başında görünüyor! Hiç de gözü yılmayan biri. Kitabını toplatan
bakana kısa ve öz, "Ekselans, ben ilke olarak sansüre karşıyım,"
karşılığını verir. 1848'de Alman Mart Devrimi sırasında Louise Otto bir
adım daha ileri gider.

Saksonya'da uzmanlardan ve meslek dallarının demokratik yolla seçilmiş
temsilcilerinden oluşan bir "İşçi Komisyonu" kurulmuştur. El sanatları
hakkında yeni bir nizamnamenin temel esaslarını koyacaktır. Louise Otto
kesinlikle şöyle düşünmüş olabilir: Bu yetkili beylerden hiçbirinin
aklına savunmasız işçi kadınları kabul etmek gelmeyecektir. Her zaman
olduğu gibi sadece erkeklerin sorunları tartışılacaktır.

Bu nedenle -Bir Alman Kızının Hitabı- diye adlandırdığı çağrıyı yazar:
"Beyler, yalnız erkeklerin işini düşünür, kadınları da birlikte
örgütlemezseniz çalışma hayatını yeterince düzenleyebileceğinizi
sanmayın. Kadınları düşünmeyi herkes unutsa da, ben hiç unutmayacağım!"
Hitabı tüm Alman gazetelerinde politik bir eylem olarak yer alır.

1849: Devrim başarısızlığa uğramış, karşı-devrim üstün gelmiştir.
1848'de, kadın olarak imkân buldukça eylemin içinde yer alan Louise
Otto, kendine yeni bir görev arar. "Kadın vatandaşları özgürlük
imparatorluğuna çağırıyorum" sloganı ile kendi Kadın Gazetesi'ni kurar.
Bu, zararsız görünmektedir. Ama gazete sahibi niçin izleyen yıllarda
evinin aranması, pasaport verilmemesi, poliste ifadesinin alınması gibi
muameleye maruz kalır? Niçin 1850'de bu haftalık gazetenin yayını
durdurulur? Niçin o zamandan itibaren Saksonya'da kadınların süreli
yayınların yazı işlerinde çalışması yasaklanır?

Louise Otto kendi gazetesini 1850-1852 arası Thüringen'de yayınlar.
Sonraları orada da kadınların gazetelerde yazmaları yasaklanır. İşin
gerçeğiyse, Reformasyon döneminden beri kadınlar için gazetelerin ve
dergilerin yayınlanıyor olmasıdır. Fakat bu gazeteler öncelikle hoş
vakit geçirmeye yöneliktir ve okurlarına aile içindeki görevlerinin
üstesinden nasıl gelebileceklerini öğretir.

48 Devrimi sırasında politik kadın dergileri çıkar. Örneğin Köln'de
Mathilde Franziska Anneke, Louise Otto'nun Meissen'de çıkardığı haftalık
dergiyi aynı başlıkla çıkarır. Louise Otto'nun Kadın Gazetesi hepsinden
daha uzun süre dayanır. Kendisi birkaçı imzasız olarak sayısız makale
yayınlar.

Tipik "kadın konulan" yanında '48'li idealistlerle birlikte dayanışma
bildirgesini de yayınlar. Siyasi tutukluların durumu ve kurbanlara
yapılan muamelelere karşı protestolar hakkındaki haberler, gazetesini
olağanüstü "şüpheli" kılar. Bunun üzerine Louise Otto bir hileye
başvurarak çalışır: Edebiyat ve sanat içerikli makalelerin daha çok
kadınlar tarafından okunduğunu bilmektedir. Bu tür yazıların okunması
toplum tarafından onaylanmaktadır.

Bu nedenle tüm bu konuların arasına politik fikirlerini serpiştirir. Bu
yolla ne kadar başarılı olduğunun kanıtı, 1850'de hayretler içinde
kalmış bir okuyucunun mektubudur.

Karoline Muffler adında bir kadın, bu gazeteyi okuduklarından beri kız
arkadaşlarının "tamamen altüst" olduklarını yazar, "Nasıl oluyor da
kadınlar bile soylu ve güçlülerden artık korkmuyorlar? Nasıl oluyor bu?
Kadınlar gazete okudukları için. Ve Kadın Gazeteleri diyorum. Ev
annelerine yakışır mı bu? Çocuk yapma işi ne olacak, ev ne olacak? Krala
karşı saygı ve sadakat ne olacak? Şimdi yazıma son vermek zorundayım,
çünkü mutfakta domuz pirzolasının cızırdamasını duyuyorum! Kimbilir
sizin mutfağınızda durum nasıldır? Herhalde pişen fazla bir şey yoktur!"

Tahminen Louise Otto'nun evinde de bazen bir et "cızırdamış" olmalı.
Çünkü onun şiddetli savaşımı iyi yemeğe ve huzurlu yuvaya karşı
değildir. Kendi başına evliliğe de. 1856 yılına kadar politik tutuklu
olarak hapiste yatan yazar ve özgürlük savaşçısı August Peters ile
1849'dan beri nişanlıdır. Louise Otto yıllar boyu nişanlısını yalnız
kısa hapishane ziyaretlerinde görebilir. Ona elini bile uzatamaz. Çünkü
birbirinden oldukça uzaktaki parmaklıklar teması engellemektedir.

1858'de Louise Otto sevdiği adamla evlenebilir. Kocası Leipzig'de
demokratik Orta Almanya Halk Gazetesini kurar. Bu gazetede Louise Otto,
kocasının ölümünden bir yıl sonrasına, 1865'e kadar edebiyat bölümünü
yönetir.

1865'te Leipzig'de "kadın sorunları ve halkın eğitimi" üzerine
konferanslar vermek isteyen Bay Korn adında biri çıkar ortaya. Louise
Otto'nun kız arkadaşı (ilk kadın meslek okulunda öğretmenlik yapan ve
orada Clara Zetkin'e de ders veren) Auguste Schmidt, bu Bay Korn'u
"garip bir adam, muhakkak çok iyi niyetli, ama plansız ve amaçsız
fanteziler peşinde yolunu şaşırmış," diye tanımlar.

Korn'un fikirlerinden biri Kadın Eğitim Derneği kurmaktır. Bütün
bunların nasıl olacağı konusundaki düşünceleri oldukça karışıktır. Fakat
bu garip bir şeyi harekete geçirir. Uzun süre Amerika'da yaşayıp kadın
hareketleriyle ilişki kuran bu adam, Louise Otto-Peters ile Auguste
Schmidt'i 18 Ekim 1865'te Leipzig'de bir "kadın konferansı" tertiplemeye
yöneltir. O zamana dek Almanya'da böyle bir şey yapılmamıştır.

Auguste Schmidt şunları yazar: "Louise Otto ilk kez çok farklı kişilerin
bir araya getirildiği büyük bir toplantının başkanlığını yapacaktı. Bu
görevden ürktü." Oysa anlaşılan, topluluk önünde konuşmaktan korkması
nedensizdir. Auguste Schmidt şöyle devam eder: "Parlamenter kurallar
konusundaki bilgisini öylesine ortaya koydu ki, olayı alaya almak ve
görüşmeleri bozguna uğratmak için kasıtlı olarak oraya gelmiş olanların
hepsi dillerini yuttular."

Louise Otto tarafından hazırlanan program kabul edilir:

Madde 1: Birinci Alman Kadınlar Konferansı kararı gereğince: Yeni
toplumun tümünün esası olması gereken çalışma, kadının da onuru ve
görevidir. Kadının da çalışma hakkını elde etmesini ve çalışmasının
önündeki engellerin ortadan kaldırılmasını gerekli buluyoruz.

Madde 2: Kadının çalışmasının; kadına karşı çeşitli yönlerden beslenen
önyargının kelepçelerinden kurtulmasını inkâr edilemez bir ihtiyaç
olarak görüyoruz. Bu bakımdan kadın eğitim dernekleri ve basının
teşvikinin yanı sıra, kadınlara tavsiye edilecek üretim ortaklıklarının
kurulması yanında, kızlar için endüstri sergilerinin açılmasına, kız
yurtlan kurulmasına, nihai amaca ulaşmak için de yüksek bilimsel
eğitimin uygun olacağına inanıyoruz.

Madde 3: Gerekli maddi olanaklar sağlanır sağlanmaz bu maddelerin
gerçekleşmesi için kapsamlı bir savaşım vermek, Alman Kadınlar
Birliği'nin amacıdır.

Arkasından bu programa uygun tutanaklar 19 kadın tarafından imzalanır.
Louise Otto'nun isteği üzerine erkekler üyeliğe alınmamıştır. "Biz
kadınlar ancak kendi gücümüzle kendimize yardım etmeyi öğrendiğimiz
zaman bağımsız olabilir ve daha sonraki yıllarda erkeklerle eşit olarak
çalışabiliriz," diyordu. Louise Otto (30 yıl sonra) ölümüne kadar
Auguste Schmidt ile birlikte Almanya'nın ilk Kadın Derneği'nin başkanı
olarak kalır. Derneğin yayın organının adı Yeni Yollardır.

Her yıl Almanya'nın başka bir kentinde derneğin genel kongresi
düzenlenir ve her kentte "Meslek Edinme Hakkı"nı talep eden kadın eğitim
dernekleri kurulur. (Louise Otto tarafından 1866'da yayınlanan yazının
başlığı da aynıdır.) Almanya'daki burjuva kadın hareketlerinde, Louise
Otto çığır açan bir kadındır. Halefleri ona "Alman Kadın Hareketlerinin
Tarla Kuşu" demişlerdir.

İtiraf etmek gerekir ki, bugün bu fazlasıyla şiirsel geliyor bize.
Kendisiyse herhalde bu adı duymaktan memnun olurdu. Çünkü tarla
kuşlarının ötüşü, kayın ağaçlarının yeşili gibi sembolleriyle ilkbahar,
Louise Otto için gelecek anlamına gelirdi. "Ben daha iyi bir geleceğe
inanıyorum ve ilkbahar bugün gelmezse bir gün mutlaka gelir."

Bunları 23 yaşındayken yazmış ve 76 yaşında ölümüne kadar o inanca bağlı
kalmıştır.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Tarihin İçinden Kadınlar Empty
MesajKonu: Geri: Tarihin İçinden Kadınlar   Tarihin İçinden Kadınlar EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:27 am

Hedwig Dohm

DÖNEMİNDEKİ ÖNEMLİ OLAYLAR (1833-1919)

1838 Prusya'nın ilk demiryolu Berlin'i Potsdam'a bağlar.
1839 Prusya'da çocukların çalışmasına kısıtlama getirilir.
1848 Almanya'da Mart Devrimi.
1848 Politik mizah dergisi Kladderadatsch çıkar.
1865 Louise Otto-Peters ve Auguste Schmidt, Leipzig'de Alman Kadınlar
Birliği'ni kurarlar. 1865-1866 Berlin'de "Lette" Birliği kurulur.
(Kadının Mesleki Yeteneklerini Geliştirme Derneği)
1875 Berlin'in nüfusu bir milyona ulaşır.
1876 Almanya'nın ilk kadın doktoru Franziska Tiburtius Berlin'e gelir.
1876 Prusya eyaletinde beş kadın öğretmen semineri faaliyet
göstermektedir.
1878 Bismarck'ın Anti-sosyalist yasası (sozizlisten.geseta), sosyal
demokrat basını ve tüm sosyalist bildirileri yasaklar, (l890'a kadar.)
1879 August Bebel'in Kadın ve Sosyalizm"} yayınlanır. (İsviçre'de)
1880 Berlin'de ilk kadın polikliniği kurulur. (Franziska Tiburtius
tarafından.)
1903 Otto Weininger Cinsiyet ve Karakter adlı kitabında kadının
ezilmişliğini kanıtlar.
1909 Berlin Üniversitesi resmen kadınlara açılır.
1919-Ocak Alman kadını ilk kez seçme hakkına kavuşur.

"EY HANIMLAR - DAHA FAZLA GURUR! GURURLU KİŞİ HOŞA GİTMEYEBİLİR, AMA HOR
DA GÖRÜLEMEZ."

Her şey şimdi nasılsa, sonsuza dek öyle kalacaktır. Neden mi? İşimiz
tıkırında da ondan.

Berlinli fabrikatör kızı Hedwig Schleh böylesine temel ilkelerin vaaz
edildiği bir ailede ve dönemde yetişir. "Yaşlı insanların devri" diye
algılar bu dönemi çocukluğunda ve daha sonraları da şöyle tanımlar:
"Ezberlenmiş bir insanlık. Dünya görüşleri, düşünceleri, yaşam biçimleri
kalıplaşmıştı. Her şeyin değişken olduğuna dair doğa yasası sanki
geçerli değildi."

O zamanlar her şey belli bir sabit plana göre oluşmaktadır. Hedwig'in
annesi her yıl bir çocuk getirir dünyaya. Hedwig on sekiz kardeşin on
birincisidir. Misafir odası pazardan pazara misafir geleceği için
ısıtılır. Pazartesileri köfte, her perşembe bezelye pişer. Her şey tanı
olarak ayarlanmıştır: "Çocuklar hoşlarına gitsin gitmesin önlerine ne
konursa yemek zorundaydılar. Böyle terbiye görmüşlerdi."

Aile terbiyesi bir de Hedwig'in sekiz erkek kardeşinin yazları yüzme ve
kürek çekmeye gitmeleri demekti. Ailenin kızlarına yasaktır bu tür
etkinlik. "Erkek ve kız çocuklar ayrı dünyalarda yaşıyorlardı. Sekiz
erkek kardeşim sokağın donmuş su kanallarında paten yapar, kar topu
oynar, birbirleriyle kavga ederlerdi. Okulda tembeldiler ve yıkanmayı
hiç sevmezlerdi."

Ya Hedwig ve Schleh ailesinin diğer kızları? "Mümkün olduğu kadar sessiz
ve terbiyeli bir şekilde oturur, boş zamanlarında zahmetli dantel
işinden can sıkıcı çorap yamama işine kadar tüm el işlerini yaparlardı."


Anneleri: "Hayret edilecek bir enerjiye sahip birinci sınıf bir ev
kadını. Annemden zorbalığından dolayı korkardım. Zevkle ve vicdan azabı
çekmeden dayak atılırdı o vakitler. Dadılar da buna katılıyorlardı.
Dayak ve terbiye neredeyse özdeşti."

Peki ya baba? "Babam bize hiç vurmadı, asla. Sessiz, kendi halinde bir
beyefendi. Ne bizim ondan haberimiz vardı, ne de onun bizden. Gündüzleri
fabrikadaydı. Fabrika Königstadt'ın arkalarında bir yerde; bizse
Halleschen Tor yakınlarında oturduğumuzdan öğlenleri eve gelmezdi, ancak
akşamları biz çocuklar yattıktan sonra saat sekize doğru eve gelirdi.
Pazar günlerinin babasıydı sadece."

Geriye baktığında, bu büyük ve hâlâ oldukça varlıklı aile içinde Hedwig
çocukluğunu nasıl görmektedir? "Son derece mutsuz bir çocuktum... On
yedi kardeş arasında yapayalnızdım."

On beş yaşında okuldan ayrılmak zorunda kalır ve bundan itibaren de
günlerini geçen yüzyılda yaşayan çoğu kız gibi geçirmeye başlar, "Her
gün saatlerce dokumak zorunda kaldığım o çirkin halı hâlâ gözlerimin
önünde," der gençlik anılarını kaleme aldığında. "Bir örneğe göre
işlenen sevimsiz çiçekleri görüyorum. Zemin beyaz yünden. Her düğümü tek
tek sayarken durmadan saate bakar, koridordaki saatin sesini dinler ve
dışarı çıkabilmek için ansızın birinin içeri girip beni uzaklara,
Friedrichstrasse'deki bu evden, bu kasvetli odadan uzaklara götürmesini
beklerdim... Ve yazgımın ne olduğunu derin derin düşünmeye başlamıştım.
Her şey içinde bulunduğum koşullar gibi mi olmak zorundaydı?.. Neden
gizlice, sanki okumak cinayetmiş gibi okumak zorundaydım?.. Neden hiçbir
şey öğrenmeme izin verilmiyordu? Erkek kardeşlerimse, bir şeyler
öğrenmeye hiç hevesli olmamalarına rağmen buna zorlanıyorlardı..."

Bu tanımlamalar ne kadar birbirine benziyor: Hedwig'den yirmi yaş büyük
yazar Fanny Lewald da kendi özyaşam öyküsünde genç kızlığında saatlerce
mendil oyalarıyla istemeden uğraştığını yazıyordu. Ve FIedwig'den otuz
yaş küçük olan Lily Braun ise gençliğinde masa örtüsü işlemeleriyle
başbaşa, "sessizce" oturtuluyordu. Her üç kadının da, her biri kendi
tarzında, daha sonraları kız çocuklarının başka şekilde eğitimi için
devreye girmelerine şaşmamak gerekir.

18 Mart 1848'de, Berlin kentinde karışıklıklar başlar. "Devrim": bu
sözcük genç Hedwig Schleh için "iğrenç bir suç"tur; okulda böyle
öğrenmiştir. Anne ve babası onun sokağa çıkmasını, şehre inmesini
yasaklar. Daha on beşinde bile olmayan Hedwig dinlemez. Evden kaçar.
Yolda şarkı sesleri duyar ve silahsız ama siyah-kırmızı-altın sarısı
eşarplı ve meşe yapraklarından üç çelenkli bir grup üniversite öğrencisi
görür. Öğrenciler milliyetçi şarkılar

söylemektedir. Çok geçmeden karşı yandan silahlı bir süvari birliği
gelir. Onların "Dur!" emrine derhal uymayan talebeler üzerine ateş
açılır. Bir delikanlı ölümcül isabet alarak yere, tam Hedwig'in
ayaklarının dibine düşer. Genç kız ağlayarak çığlık atar. "Kardeşiniz
mi?" diye sorar biri, Hedwig cevap veremez. "Fakat," der daha sonra o
sahneyi anlatırken, "o anda orada ölü yatan genç benim kardeşimdi.
Bağrını kurşunlara açmış, özgürlük için şehit düşen bir kahraman... Beni
en ön sıraya ittiler. Aslında her türlü kalabalıktan korkardım. Burada
korku bana çok gülünç gelmişti... Halkın içindeki o soyluluğu gördüğüm
ve bir ölünün gözleri içimi titrettiği andan itibaren, o zaman dedikleri
gibi demokrat oldum. Sosyal demokrasiden, anımsadığım kadarıyla, henüz
söz edilmiyordu. Evet kıpkızıl bir devrimci oldum."

Dohm'un torunu Hedda Korsch'un anımsadığına göre, Hedwig Dohm ileri
yaşlarında dahi, bu olayı yaşamının dönüm noktası olarak görmekteydi.

Dışarıdan bakıldığında, Hedwig'in yaşantısında bu hemen fark edilmez. El
işleriyle acı çekmeye devam eder, öğretmenlik seminerine katılır,
öğrenimini yarıda keser ve 1852'de yazar Ernst Dohm ile evlenir.

Dohm 1849'dan beri mizah dergisi Kladderadatsch'ın redaktörlüğünü
yapmaktadır. Hedwig mutlu mudur? Torunu Hedda Korsch, büyükannesinin sık
sık bir "özgürlük" duygusundan söz ettiğini, fakat evliliği hakkında az
konuştuğunu söyler. Fakat Dohmların evinde o zamanın aydınları
buluşmaktadır. Hedwig birçok önemli kişiyle tanışır ve onlardan ilham
alır. Bayan Dohm olarak beş çocuk dünyaya getirir.

1902'de çıkan Anti Feministler'de hamile iken neler çektiğini şöyle dile
getirir, "Beş hamileliğim sırasında annemin aksine çok çektim. Bir din
uğruna canını feda etme düşüncesi beni intiharı düşünmeye kadar götürdü.
Sıkıntılı ve işsiz güçsüz dolaştığım sürece çok fenaydı. Bunun üzerine
çektiğim acıyı unutmak için İspanyolca şiirleri (o zaman bu dili
öğrenmeye çalışıyordum) Almancaya çevirmeye başladım. Günün en dayanılır
zamanı işte o saatlerdi. Kendimi ve acımı unutabilmek için çeviri
yaparken büyük bir istekle kelimeleri ve uyakları bulmaya çalışıyordum."


İspanyol edebiyatı ile uğraşması Hedwig Dohm'un topluma açılmasında
sıçrama tahtası gibi bir şey olur. Çünkü kocasının arkadaşı olan yayımcı
Gustav Hempel, ona Tarihsel Gelişimi İçinde İspanyol Edebiyatı adlı
kitabın editörlüğünü verir. Yaşamı boyunca gençliğinde sıradan bir
eğitim almış olmaktan yakınan Hedwig Dohm, bu ilk bağımsız işiyle
kendine güvenini kazanır.

1872'den itibaren asıl istediği konuda, kadın haklarına ilişkin iddialı
yazılar yayınlar. Bu andan itibaren tüm kutsal kurumlara karşı saldırıya
geçer: Protestan rahipler, felsefeciler ve kadın doktorları.

"Eşkiya karısı Hedwig'in edebiyatta ilgi uyandırmasından bu yana ikinci
bir Hedwig böyle maceralı bir parıltıyla toplum önüne çıkmamıştır."
Hedwig Dohm, Wistling adında bir eleştirmen tarafından Leipziger
Tageblatt gazetesinde sert bir dille böyle eleştirilir ama, onun için
daha iyi bir iltifat olamazdı. İlk iddialı yazısından bu yana o sadece
"maceracı" değil, "radikal"dir de. Kendisi bunu şöyle görmektedir:
"Radikal; köklü demektir ve kötülüğü kökünden halletmek isteyen
mücadeleci kadınların en büyük irade ve uğraşıdır."

Hedwig Dohm'un bu andan itibaren "sorunları nasıl hallettiğine" bir
örnek: Geçtiğimiz yüzyılın yetmişli yıllarında en "güncel tartışma
konusu" kadınların yüksek öğrenim görmesidir. Kaygılı bilim adamlarının
ilk derdi, en son araştırmalara göre beyin ağırlıkları erkeklere oranla
daha az olan kadınlar için tıp tahsilinin özellikle zararlı olmasıdır.

Hedwig Dohm bu konuyla ilgili olarak şunları söyler: "Bilim çevresindeki
erkeklerin, kadının beyni adına istedikleri, kadının bilimsel öğrenim
görmesinin engellenmesidir. Kadın beyninin korunması namına, her
halükarda başarılı sonuçlar elde edilebilecek, aynı derecede haklı
gerekçelere dayalı bir önerim var: "Karısına kötü davranan her erkek,
kadının beyin gücünü zayıflatacağından sınır dışı edilsin."

Ve sonra "kadının beden yapısı" üzerine çok ilginç gözlemleri olan
Theodor von Bischoff'u diline dolar, "Bay von Bischoff 'erkek kadından
daha uzun bacaklı' diye belirtiyor, çok doğru. Bir sonuç çıkarmak
isteyen herhalde erkeğin postacılığa kadından daha uygun olduğu sonucuna
varır. Fakat kadının bu nedenden dolayı Yunanca ve Latince öğrenme
yeteneği olmadığını söylemeye kalkmak mantıklı düşünmekten çok küstahlık
olur.

"'Kadının ses perdesi daha dar ve gırtlağı daha küçük' diye öğretiyor
bize Bay von Bischoff. Buradaki gerçeği açıklamak gerekirse, yapılan
düetlerde erkek tenor, kadın soprano ses verir. Fakat ses perdesi ile oy
hakkı arasındaki ilişki bununla açıklanamaz bana göre."

Ayrıca, kadınların tıp öğrenimine karşı çıkan Profesör von Bischoff
"kadınlara özgü duygusal zayıflık" tezini ortaya atmıştır. Hedwig
Dohm'un ona sorusu şu olur:

"Elinizi vicdanınıza koyun Bay von Bischoff, aşçı kadın çok severek
yediğiniz yılan balığını kesmemekte dirense ve sizden duygusal zayıflığı
dolayısıyla özür dilese ona ne yapardınız? Onun yerine rahatlıkla balık
kesebilecek başka birini almak üzere, bu zayıflığı yüzünden aşçınızı
işten çıkarmaz mıydınız?"

Sonra kadınların şu malum sorunu: "âdet görme". Kadınlar her dört
haftada bir cinsiyetlerinin diyetini vermek zorunda oldukları için
-Profesör Bischoff bunu kibarca başka türlü tanımlıyordu -onlardan
erkeklerin meslek hayatına girmeleri beklenemezdi doğal olarak.

"Peki -bu günlerde- kadın işçilerin ve hizmetçilerin çalışması neden
korkunç ve onur kırıcı değil?" diyen Hedwig Dohm, bu kadınları çok iyi
tanıyan ve sempati duyan von Bischoff'tan bilgi almak ister. Aşçısına ve
çamaşırcısına "bu günlerinde" hep izin verdiğini tahmin etmektedir
-yoksa izin vermiyor mudur? Her işveren, kadın işçisini bu 3-4 gün
boyunca çalıştırmamakta direnip, ücretini de ödemedikçe; devlet tüm dul
ve evlenmemiş kadınların bu süre içinde kazanabilecekleri parayı tazmin
etmedikçe, konuyu açmamak en iyisidir. Kendi kendine çözümünü
bulmaktadır zaten."

Hedwig Dohm'un bu sözleri, zamanının bilginlerinin özgüvenlerini nasıl
sarstığına bir örnektir. Burada belirtilen tezleri Hedwig 1874'te
Kadının Bilimsel Bağımsızlığı dergisine yazdığı sırada, Zürih'te bir
Alman kadın tıp doktorasına hazırlanmaktadır: Franziska Tiburtius, iki
yıl sonra Hedwig'in yaşadığı Berlin'de bir kız arkadaşı ile birlikte
muayenehanesini açacaktır. Hedwig Dohm 1876'da (Dr. Franziska
Tiburtius'un Berlin'e geldiği yıl) Kadın Doğası ve Hakları'nı yayınlar.
Bu yazısında kadının seçim hakkının, kadınların tüm politik savaşımının
hedefi olduğunu açıklar.

Fikirlerini mükemmel şekilde kaleme alan bu kadın bunları konuşmacı
olarak da savunmuş mudur? Hayır. Kadın sorunlarını ne kadar kökünden ele
alırsa alsın, bu konularda sadece yazılı olarak fikirlerini açıklamak
ister. Açık oturumlardan, toplantılardan, hele büyük insan
topluluklarıyla karşılaşmaktan kaçınmaktadır. Büyükannesi "Mimchen"
(torunu, Hedwig Dohm'a böyle hitap ederdi) ile bu konuda sık sık konuşan
Hedda Korsch'un tahminine göre, "bu yönü ile mutlaka bazı
taraftarlarını hayal kırıklığına uğratmıştı."

Hedwig Dohm Üzerine Anılar kitabında Hedda Korsch büyükannesinin niçin
konuşma yerine yazmayı yeğleyen bir kadın olduğunu açıklamaya çalışır:
"İleri sürdüğü tek neden çekingenliği idi. Hedwig Dohm biçimsel
yapısında eksiklikler hissediyordu; gürültüye ve insan kalabalığına
aşırı duyarlıydı. Bunlar karşısında kendisini yenik hissederdi. Kâğıt
üstünde saldırgandı. Sohbet sırasında zaman zaman çok keskin ifadeler
kullanırdı, ama saldırılarında hafif ya da ağır bir ironi, kendi
kendisiyle alay, belirli bir teslimiyetçilik ve hınzırca bir espri
anlayışı hiç eksik olmazdı. Kadın sorunlarını toplumda ön saflarda
savunan kurumlara karşı büyük hayranlık duyar, desteklerdi. Fakat
kendisi aralarına giremezdi."

Savaşıyordu, fakat herhangi bir "derneğe" ait olmaksızın. Bu, yapısında
olmadığı için. Kadın hareketlerinde "eylemsel" etkinliği yoktu. Ama evde
etkindir. Dört kızını da birer meslek sahibi olacak şekilde yetiştirir.
Ve silahı olan kalemi hiç elinden bırakmaz. 1902 yılında neredeyse
yirmi yıllık dul ve yetmişine merdiven dayamış olan Hedwig'in en
mükemmel kavga yazılarının derlemesi olan Anti Feministler piyasaya
çıkar. Burada şöyle der, "Daha gururlu olun hanımlar! Durmadan
aşağılanmanız karşısında nasıl olur da hâlâ başkaldırmazsınız.

"Bugün de mi? Evet, hâlâ bugün de...

"Cinsiyetlerin her yönüyle eşit olduğunu resmen beyan eden sosyalistler
bile bu kadın özgürlüğüne sıcak bakmıyorlar... Bebel, kadın özgürlüğünü
programına alan ilk kişidir. Marx, Engels, Lassalle için kadın sorunu
diye bir şey yoktur. Ey hanımlar - Daha fazla gurur! Gururlu kişi hoşa
gitmeyebilir, ama hor da görülemez. Yalnız eğilen boyunlara basar sözde
efendinin ayağı. Bugün de büyük bir çoğunluk kadın hareketlerine başka
türlü bakıyor ve bir erkek besleyici bulamayan dişi parazitleri toplumun
sırtından indirmekten başka işe yaramayacağını düşünmüyor. Kadınların
özgürlük bildirgesine karşı olan şakacı birinin slogan önerisi şöyledir:
Tüm ülkelerin evde kalmış kızları, birleşin!'

"Devrimler gül suyu ile yapılmaz. Fakat mutlaka kan dökmek de gerekmez.
Zaman en iyi devrimcidir. Yalnız onun sağlam adımlarına yavaş yavaş ayak
uydurun, ileriye doğru. Zamanlarını yaşayamamaları, yani zamanlarının
ancak onlar gittikten sonra gelmesi, hep ilerisini düşünen devrimcilerin
yaşadıkları en derin trajedidir."

Hedwig Dohm kadın hareketlerine karşı olan dört erkek tipi belirlemiştir
ve bu dört kategori içinde antifeministleri tanımlar:

Her türlü değişime tamamen karşı olan "geri kafalılar".

Sonra, yazarın da yaşamı boyunca tanık olduğu "erkek haklan
savunucularımın birinden şöyle söz eder: içkisini henüz bitirmemiş biri,
yılbaşı gecesi saat tam 12'de karısı "Yeni Yıl'ın Şerefine" diye
bağırdığında onu tersleyerek "Burada gece yarısının ne zaman olacağına
ben karar veririm!" der.

Başka biri Hedwig Dohm'a, "günün birinde tavuk kızartmasını neşter ile
dilimleyeceğinden korktuğu için" bir kadın doktorla kesinlikle
evlenemeyeceğini söyler. Hedwig'in yanıtı: "Ona vejetaryen olmasını
salık verdim."

Üçüncü kategori "aktif egoistlerdir. Bunlar kadını iş hayatında rakip
olarak gördüklerinden, evdeki huzurlarının da kaçacağından korkanlardır.


Hedwig Dohm, antifeministlerin dördüncü grubuna "centilmen
müsveddeleri!" der. Bunlar "ha... demek öyle... anlıyorum" diye konuşan,
anlayış dolu, yardımsever bir kavalye kisvesi altında zayıf cins
dedikleri kadına hükmeden, sahte "beyefendi"lerdir.

Hedwig Dohm 86 yaşına kadar yaşar. Kadınların yüksek öğrenim ve seçim
haklarını elde ettiklerini görmüştür. Yazıları o zamanki kadın
hareketlerinde büyük etki yapmış, esprisinden, hırçınlığından ve keskin
zekâsından bugüne kadar hiçbir şey kaybetmemiştir.

"Bir zamanlar kadınlar hakkında ne yazdıysam hepsini ruhumun en
derinlerinde yaşadım," demiştir Hedwig Dohm bir keresinde, "bizzat
yaşanmış gerçekler yadsınamaz."
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Tarihin İçinden Kadınlar Empty
MesajKonu: Geri: Tarihin İçinden Kadınlar   Tarihin İçinden Kadınlar EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:27 am

Emmeline&Sylvia Pankhurst

PANKHURST'LER DÖNEMİNDEKİ ÖNEMLİ OLAYLAR

1857 Boşanma İngiltere'de yasal olarak kabul edilir.
1864 Londra'da Karl Marx'ın katılımı ile 1. Enternasyonal kurulur.
1893 Karl Hardie yeni kurulan bağımsız işçi partisi, "Independent Labour
Party"nin başkanı olur.
1894 Richard Pankhurst partiye üye olur.
1902 Emmeline Pankhurst Manchester'de bağımsız işçi
partisine yakınlığı olan ve seçmenlik haklarını parti programına sokmak
isteyen WSPU'yu (Women's Social and Political Union / Kadınların Sosyal
ve Siyasal Birliği) kurar.
1905 Mevcut partilerin hiçbiri amaçlarını ciddiye almadığı için WSPU
bağımsız bir seçim kampanyasına başlar.
1906 Parlamentonun toplanması. Kadınların seçim hakları için şansları
yoktur. Kadınların protesto toplantıları. Seçim toplantılarında
kadınların ilk sabotaj eylemleri.
1906 Baker Street ve Waterloo İstasyonu arasında Londra'nın ilk metrosu.

1912 İşçi Partisi kongresinde kadın seçim hakları konusunda harekete
geçme kararı alınır; ama hiçbir şey değişmez.
1913 Yaklaşık 200 kadın haklan taraftan hapse girer. WSPU "eylemli
propaganda" uygulayan bir yeraltı örgütü olmuştur.
1928 "Equal Franchise Act" (Kadın ve erkeğin tüm yasalar karşısında eşit
sayılması) ile birlikte, Emmeline Pankhurst'un öldüğü yıl, İngiliz
kadınları genel seçmenlik haklarını elde ederler.

"KADINLAR ÖZGÜR OLSALARDI KANUNLARI ÇİĞNEMEK ZORUNDA KALMAZLARDI!"

Manchester'li küçük Emmeline Gouldon her gece annesinden kendisine bir
masal okumasını rica eder. Çocukların hemen hemen hepsi yapar bunu, pek
özel bir durum değildir. Ama bu küçük kıza okunanlar oldukça alışılmamış
şeylerdir. Zencilerin köleliğine karşı sarsıcı bir kitap olan,
Amerikalı Harriet Beecher tarafından yazılmış Tom Amca'nın Kulübesi, en
yeni çok satan kitap olarak Emmeline'nin annesinin evinde bulunmaktadır.

Emmeline yaşamı boyunca bu akşam okumalarını anımsayacaktır. "Kölelik"
ve "Özgürlüğe kavuşmak" kavramları daha çocukken kafasına yer etmiştir.
Hem annesiyle hem de babasıyla bu konularda tartışabilmektedir.

Çocukların en büyüğüdür. Ondan sonra beş erkek, beş de kız kardeşi gelir
dünyaya. Anne ve babası, bugün bizim tüm çağdaş sorunlara karşı açık
fikirli diyebileceğimiz insanlardır. 1865'te İngiltere'de kadınların
seçme hakkı için ilk cemiyet kurulduğundan beri, Emmeline'nin annesi
düzenli olarak "Womeris Snffrage Journal" (Kadınların Oy Hakkı
Dergisi)'ni alır.

Emmeline'in babası, kadınlara oy haklarının verilmesi için kararlılıkla
savaşan Richard Pankhurst ile arkadaştır. Ayrıca en büyük kızı
Emmeline'i her şeyden çok sevmektedir. Buna rağmen Emmeline bir gün uyur
gibi yaptığı sırada, babasının yatağı üzerine eğilip dertli dertli "Ne
yazık ki, erkek olarak gelmedin dünyaya," dediğine tanık olur.

Emmeline o anda yataktan fırlayıp babasına hiç de erkek olmak
istemediğini söylemeyi çok arzular. Fakat uyku rolüne devam eder. Daha
sonraları bu anısını yorumlarken "Erkeklerin kendilerini ne kadar üstün
gördüklerini ve kadınların da bu inancı desteklediklerini ilk kez o
zaman anladım," der.

On dört yaşındayken, Emmeline, Manchester'de kadınların oy hakkı konulu
bir toplantıya katılır. Annesi onu yanına almıştır. "Kadınların oy
hakkına inanmış biri olarak geri döndüm," diye anlatır bunu.

"Suffragette" kavramı bir zamanlar alaya alındığı, hatta küfür olarak
kullanıldığı için böyle bir şey genç Emmeline'in aklının ucundan bile
geçmezdi... Kadınlar için oy hakkı "mutlak bir gereksinim, salt erkekler
tarafından yapılmış yasaların değiştirilmesinin tek yolu" idi.
Suffragetteler bunları savunuyordu. Bunun neresi alay konusuydu?

Emmeline on beş yaşındayken Paris'te Ecole Normale adlı, kızların kimya
ve diğer fen bilimleri dallarında bile ders gördükleri çok ileri düzeyde
bir okula gönderilir. On sekiz yaşında eve geri döner.
Otobiyografisinde, bir meslek edinmeyi düşünüp düşünmediğinden söz
etmez. Fakat, izleyen yıllarda, popüler olmayan kadın hakları hareketine
katkıda bulunmaktan vazgeçmeyen Dr. Richard Pankhurst ile birlikte çok
çalıştığından bahseder.

Richard'ın seçim sloganı şöyledir: "Coşkusuz yaşamın değeri yoktur." Dr.
Richard Pankhurst ile İ879'da evlendiğinde, bunun (Richard'ın
deyişiyle) "ev işleri makinesinden başka bir şey olmayacağı bir evliliğe
benzemeyeceğini bilir. Richard ona daha 1792'de "Kadın haklarının
savunması"nı talep eden Mary Wollstonecraft'ın yazılarını verir okuması
için.

Üçü kız, biri erkek dört çocuk büyüten Emmeline Pankhurst şöyle yazar:
"Ev işleriyle çocukların beni yutmalarına izin vermedim. Ama aile
yaşantım bu kusurlu dünyada mümkün olabilecek en ideal yaşantıydı.
Suffragettelerin tatmin olmayan duygulan ile ne yapacaklarını bilmeyen
kadınlar olduklarını ve bu yüzden de hayal kırıklığı ve öfkeyle
davrandıkları konusundaki esprileri duydum. Herhalde tek bir Suffragette
için bile bu doğru değildir, hele benim için asla."

Suffragetteler, her şeyden önce devlet isteklerini ciddiye almadığı için
hayal kırıklığı ve öfke içindedirler. Her seçim reformunda
atlatılmışlardır. 1889'da yeni bir grup oluşur: The Women's Franchise
League (Kadınların Oy Hakkı Birliği). Emmeline Pankhurst önderliğindeki
bu kadınlar, oy hakkı hareketinin ilk öncüleri olarak daha radikal
araçlarla savaşmak istemektedirler: "Başka iplerin çekilmesi gerekiyor."
Richard Pankhurst karısını destekler. Karı-koca Pankhurstler 19.
yüzyılın sonlarında diğer birçok orta sınıf radikal gibi sosyalistlere
katılırlar.

1894'te Bağımsız İşçi Partisi'ne girerler. Pankhurst'ların kızları,
özellikle daha büyük olan Christabel ve Sylvia annelerinin tüm politik
etkinliklerine katılırlar. Sylvia bir toplantı için hazırlık
çalışmalarına yardım etmelerine izin verildiğinde ne kadar
gururlandıklarını anlatır: İskemleleri dizmek, pankart ve afişleri
boyamak, el ilanlarını dağıtmak, konuklara yiyecek bir şeyler temin
etmek; bunlar daha küçük yaştayken onların sorumluluğudur.

Richard Pankhurst öldüğünde Sylvia (15 yaşında) sürekli annesinin
yanında kalmaya ve onunla birlikte mücadele etmeye karar verir. Çeşitli
siyasi görüşler nedeniyle kesin kopma noktasına gelininceye kadar da
yıllarca yapar bunu. Fakat hâlâ Emmeline Pankhurst ve kızları fikir
ayrılığı olmaksızın müşterek bir amaç için çalışmaktadırlar.

1903'te Bağımsız İşçi Partisi'nden küçük bir kadın grubu Emmeline
Pankhurst'un evinde toplanır ve yeni bir birlik kurma kararı alırlar:
Kadınların Sosyal ve Siyasal Birliği; kısa adıyla (WSPU), İngiltere'nin
ilk militan feminist hareketidir.

1902 yazında Amerikalı kadınların oy hakkı için mücadele eden cesur
kadın, Susan B. Anthony Manchester'da konuk olmasaydı, kadınlar daha
uzun süre politikacıların boş sözleriyle teselli bulurlardı. Susan B.
Anthony daha yirmi yıl önce ABD'de seçimlere katılmış ve yasaları
çiğnediği için tutuklanmıştı. Buna rağmen bir sonraki seçimlerde de
yasaya karşı gelir. Pankhurst'un kızları bu kadına hayran kalırlar.
"Artık kaybedecek zamanımız yok," der Christabel annesine, "şimdi eyleme
geçmek zorundayız!"

WSPU, daha uygunu ve daha kolayı düşünülemeyecek bir sloganla işe
koyulur: "Votes for Women!" (Kadınlar için oy hakkı!) WSPU üyeleri bu
sloganı istesin istemesin herkesin kafasına sokacaktır. Kadınların on
yıllardır edindikleri deneyim, edepli dilekçelerle hiçbir yere
varamayacaklarını göstermektedir. O halde dilekçe yerine eylem gerekir:
Seçim toplantılarında ortaya çıkıp erkeklerin kulağa hoş gelen boş
konuşmalarını sloganlarıyla kesmeye başlarlar. Erkekler için kutsal
sayılan bir golf alanının çimenlerini asitle yakarak sloganlarını
yazarlar. Konuşmacı kürsüsünün altına saklanır, en uygun anda ortaya
çıkıp isteklerini yüksek sesle bağırırlar.

WSPU'nun saldırıları karşısında erkeklerin kutsal ayrıcalıklarının
hiçbiri artık güvencede değildir. Kadınlar hapis cezası alacaklarını
bilmektedirler. Deliğe tıkılacak ilk eylemcilerden biri de Christabel
Pankhurst'tur. Aslında hapis cezası yerine para cezası vererek bundan
kurtulabilir. Fakat Christabel annesinin bu önerisini reddeder. "Onun
kırılmaz cesareti beni çok etkiledi," der Emmeline Pankhurst. Sylvia
Pankhurst hapse girmek zorunda kalınca, tanıştığı diğer tutuklu kadınlar
hakkında şiirler yazar.

"Söz hakkımız olmayan bir devletin kurbanlarıyız," saptamasında bulunur.
Gerçekten de yüzyılımızın başlarında olup bitenleri iyice anlamak
gerekir: Erkekler kadınları sorguya çekiyorlardı. Erkekler kadınları
yargılıyorlardı. Ama, yasamada kadınların hiçbir katılımı yoktu.

"Kadınlar özgür olsalar, kanunları çiğnemek zorunda kalmazlar!" Emmeline
Pankhurst bunu durmadan vurgular. 1908'de kendisi de ilk kez hapis
cezasına çarptırılır. Onun suçu, diğer kadınlarla birlikte "Avam
Kamarası'na yürürlerken kurala uygun olarak, kaz adımı diğerlerinin
arkasından tek sıra halinde yürüyememesidir. Aslında Emmeline ayak
bileklerinden biri şiş olduğundan iki kadın ona destek olmuştur. Fakat
bu "yasaya karşı gelmektir".

Ayrıca son derece hayret verici bir şekilde kadınların sokaklarda çirkin
sözler haykırarak yürüdükleri, polislerin miğferlerine vurdukları
söylenir. Emmeline gerçeği açıklamak istediğinde derhal sözü kesilir:
Emmeline Pankhurst için 6 hafta hapis cezası. Ve 1908 yazında tekrar 3
ay.

Bu kez, kocaman pankartlarla Avam Kamarası'nı işgal çağrısında bulunduğu
için. Sonraki yıllarda kadınlar kendilerini kabul ettirebilmek için
daha kararlı yöntemlere başvururlar. "Haksızlığa karşı öfkelenmek, en
yüce ahlaktır" sloganı altında, kadının savunmasızlığına karşı savaş
açarlar ve tarihte erkeklerin yeni hakları hiçbir zaman kuvvet
kullanmadan elde edemediklerini hatırlatırlar.

"Bu bir hareket olmaktan çıktı, kasırgaya dönüştü," diye yazar Daily
News gazetesi. Sylvia Pankhurst taşlarla vitrin camlarını indiren ilk
kadınlardandır. Hapishanede açlık grevine girer. "Hücremde tek
basımayken pencereye tırmanıp bağırdım: 'Burada başka Suffragette var
mı?' Hiç cevap yok. Tutukluların yaptığı gibi duvarlara vurdum. Gene
cevap yok. Demek ki yandaşlarım hapishanenin başka bir kısmına
nakledilmişlerdi. Onlara mücadelelerinde yardım etmek için yakınımda
olmalarını çok istiyordum," diye anlatır.

İyi yemekler, tavuk ve meyve getirirler. Yemekleri iskemlesini önüne
çektiği masanın altında saklar. Çünkü geceleri yarı uykuda -zayıflığa
kapılıp- açlık grevini bozmaktan korkmaktadır. Yemek borusuna lastik
hortum sokularak zorla beslenir. Beyhude direndiği, ıstırap dolu bir
yöntem. Doktorun, harika bir savaşçı dediğini duyan Sylvia şöyle der,
"Bu cümlenin beni ne kadar rahatlattığını herhalde hiç fark
etmemiştir..."

18 Kasım 1910, İngiltere'de kadın mücadelesinin tarihine "Kara Cuma"
olarak geçer. O gün kadınlar "9. Kadınlar Parlamentosu"nun ilk oturumunu
yapmak isterler. "Eşi görülmemiş vahşet" sahneleri yaşanır. Votes For
Women (Kadınlara Oy Hakkı) dergisi için yazdığı bir röportajda Sylvia
Pankhurst olayı böyle betimler.

Kadınlar, gözlerinin önünde polisler tarafından yere atılıp
tekmelenmektedir. 115 kadın ve 2 erkeğin bu "Kara Cuma"da tutuklandığım
söyler. 4 Haziran 1913'te WSPU militanlarından olan Emily Wilding
Davinson, büyük at yarışında kendisini kralın atının önüne atar. Öyle
kötü yaralanır ki, dört gün sonra ölür. Hareket ilk şehidini vermiştir.
"Hayatını feda ederse insanları harekete geçireceğinden emindi," der
Sylvia Pankhurst. "Elbisesinin içine bizim renklerimizi (erguvan, beyaz,
yeşil) dikmişti." Sylvia, Daily Mail'de yayınlanmak üzere bu kadının
anısına bir yazı hazırlar. Yazı yayınlanmaz...

Birinci Dünya Savaşı İngiltere'deki feminist örgütleri dağıtır. Emmeline
ve Christabel Pankhurst savaş yanlışıdırlar. Bunun üzerine Sylvia'nın
da bulunduğu bir grup WSPU'dan ayrılır. "Bu kapitalist savaşı"
kınamaktadır. Kadın hareketini sosyalizm ve işçi hareketiyle
birleştirmeye çalışır. Kendi gazetesini - The Dreadnought- çıkarır.

İngilizcede "savaş gemisi" veya "korkusuz insan" şeklinde çift anlamlı
bir başlık taşıyan bu gazetede, kadının savaş dönemindeki çalışma
koşulları hakkında haberler yayınlar ve evde çalışanların daha iyi ücret
almaları için uğraşır. İngiltere'nin ilk Montessori çocuk yuvalarında
çalışır. Emmeline ve Christabel Pankhurst ve taraftarları ise sivil
giysili erkeklere "korkaklar" diye söven ve kadınları cephane
fabrikalarında çalışmaya çağıran kadınlar grubuna katılırlar.

Anne ve kız arasındaki kopma artık kesindir. Savaş sonunda da bir
değişiklik olmaz. Emmeline kendi geleceğini çalışmaya başladığı
muhafazakâr partide; Sylvia, devrimci sosyalizmde görmektedir.

Hatta 1916'da Britannia dergisinde (savaş sırasında bir zamanların The
Suffragette dergisi bu ad altında yayına devam etmiştir) bir haber
yayınlanır:

"Şu sıralarda Birleşik Devletlerde bulunan Mrs. Pankhurst, Trafalgar
meydanında bir gösteri yapıldığını henüz öğrendi. Bize şu telgrafı
gönderdi: Sylvia'nın bu milliyetçiliğe aykırı ahmakça tavrını esefle
kınıyorum. Ne yazık ki adımı kullanmasını ona yasaklayamam. Lütfen bunu
yayınlayınız!" Emmeline Pankhurst'un burada sözünü ettiği "askerlik
görevi"ne karşı yapılan bir gösteridir.

"Tutkusuz bir yaşamın değeri yoktur." Hem Emmeline hem de kızı Sylvia
Pankhurst, Richard Pankhurst'un bu seçim sloganına göre yaşarlar.
Yollarının birbirinden ayrılması, insanlık hakları uğruna savaşımlarında
gösterdikleri katılımcılığın ve yürekliliğin değerini azaltmaz. İkisi
de hayattayken ortak bir başarıyı kutlarlar: 1928'de, İngiltere'de
kadınlar için Genel Seçim Hakkı yürürlüğe girer!

Suffragettelerin çağdaşlarından, Alman kadın hakları savaşçısı Kathe
Schirmacher, 1913'te savaşın en civcivli olduğu sırada bu hareketin
Almanca belgeselini yayınlar: Die Suffragettes. Daha o zaman şu
açıklamada bulunur:

"Suffragettelerin çığır açan işlevleri şunlardır: Adalet için sadece
bağırmanın yeterli olmadığını, aksine adaleti, gerekirse kuvvet
kullanarak, hukuka dönüştürmek için güç sahibi olmak gerektiğini
anlamışlardı. Haklı davalarını zorla kazanmak için kadınların ilk büyük,
örgütlü, modern denemesidir Suffragettelerin savaşı."

Haklarını iyilikle elde edemeyen kadınların bir kenara çekilmekten,
teslimiyetten, boyunduruk altına girmekten başka yapacak bir şeyleri
gerçekten yok muydu?

Var, diyordu Suffragetteler, o zaman harekete geçeriz. Böyle baş
eğmektense ölümü yeğleriz. Suffragettelerin savaşı çok zordur. Çünkü tüm
dünyaya karşı, bağnaz bir dünyanın kurallarına ve ilkelerine karşı
verilen bir savaştır. Kadın cinsiyetinin üstüne atılmış çelik ağı
parçalamak gerekir. Kadınlara uysallığın birinci erdem olduğunu
öğretmekse çok akıllıcadır. Onları savunmasız yapan da buydu zaten.

Votes For Women (WSPU'nun dernek organı): "Erkekler bize bir konuda şans
tanıdılar, bize savaşma aşkını verdiler. Kadınlar savaşamaz,
diyorlar... Şimdi Downing Street'teki meydan savaşımıza katılan herkes
bu kavgada güçlendiren, yücelten bir şey olduğunu bilmektedir. Ve
anaların da özgürlük savaşına katılmalarının, bir toplum için iyi
olduğuna inanıyorum."
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Tarihin İçinden Kadınlar Empty
MesajKonu: Geri: Tarihin İçinden Kadınlar   Tarihin İçinden Kadınlar EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:27 am

Franziska Tiburtius

DÖNEMİNDEKİ ÖNEMLİ OLAYLAR (1843-1927)

1849 Elizabeth Blackwell Birleşik Devletler'in ilk kadın doktoru olur.
1864 Zürih Üniversitesi Petersburg'dan gelen bazı hanımların tıp
öğrenimi görmelerine izin verir.
1867 Zürih'te, ilk kez bir kadına tıp doktoru diploması verilir: Rus
Nataşa Suslova.
1872 Alman anatomi profesörü von Bischoff, kadınların ruhsal ve bedensel
yeteneklerinin tıp tahsiline uygun olmadığını söyler.
1873 Leipzig Üniversitesi'nde "misafir" kadın öğrenci Rus Johanna von
Evreniov, Doktor unvanı alır.
1876 Anna Oliver ABD'nin ilk (diplomalı) teologu olur.
1888 Alman Kadınlar Derneği mevcut üniversitelerde kadınların tıp
tahsili görmeleri için başvuruda bulunur. Boşuna.
1908 Prusya'daki okul reformu kadınlara akademik öğrenim hakkı verir.
1909 Berlin Üniversitesi resmen kadınlara açılır.
1933'e kadar 10.595 kadın Alman üniversitelerinde doktoralarını
yaparlar.
1933 "Okullar ve yüksekokullarda öğrenci fazlalığına karşı Reich yasası"
yürürlüğe girer: Artık kız öğrencilerin sayısı tüm öğrencilerin yüzde
onunu geçmeyecektir.

"MUTLAK KARANLIĞA BİR ATLAYIŞ..."

1871 Ekim'inde Zürih. Her yeni sömestr başlangıcında olduğu gibi
İsviçre'nin bu üniversite kentinde caddeler ve sokaklar ev arayan
öğrencilerle dolup taşmaktadır. Üniversite semtindeki hemen hemen her
evde "Kiralık Oda" levhası asılıdır. O halde uygun bir oda bulmak zor
olmasa gerektir. Ancak...

Üzerinde seyahat giysileriyle genç kadın hangi kapıyı çalsa her
defasında "Kiraya veriyoruz ama yalnız erkeklere, kusura bakmayın,"
sözlerini duyar. "Nasıl bir kadın ola ki bu?" anlamında kuşkulu bir
bakışla, kapı yüzüne kapatılır. Üst üste!

Genç kadın Franziska Tiburtius adlı, 28 yaşında bir öğretmendir.
İstediği şeyse alışılmışın çok dışında olarak değerlendirilir: Zürih
Üniversitesi'nde öğrenim görüp doktor olmak. Bir kadın doktor! Olacak
şey değil! 1744'te Ouedlinburg'lu bir Protestan papazın karısı olan
Dorothea Erxleben, Prusya Kralı'nın izniyle Halle Üniversitesi Tıp
Fakültesini bitirerek doktorluk unvanını almış olsa da, bu unutulup
gitmiştir. Bilimdeki son bulgulara göre kadınların beyni
erkeklerinkinden küçüktür. Demek ki böylesi bir öğrenime uygun
değillerdir. Eğer amfilere girerlerse sınıfın bilimsel düzeyini
düşüreceklerdir.

Özellikle tıpta telafisi bir daha mümkün olmayacak zararlara yol
açacaklardır: "Doktorluk mesleğinin, ancak kadın cinsinden çıkması
mümkün olan yeteneksiz, cahil kadın zanaatkarlarla tıka basa
doldurulması, doktorluk ilmi ve sanatının ilerlemesini frenleyecektir."
Anatomi Profesörü Theodor von Bischoff kadın doktorlara karşı böyle
savaş verir.

"Devletin sağlık düzeninin" tehlikede olduğunu görmekte, kızların
erkeklerle tahsil görmeleri halinde tüm "kadınsal inceliklerin utanmazca
feda edileceğinden", "terbiye ve iyi ahlak kurallarının"
çiğneneceğinden korkmaktadır. Geleceğin tıp öğrencisi Franziska
Tiburtius'un bekâr bir genç kadın olan Kögi'nin Hintergasse No: 3'teki
evinde nihayet bir oda buluncaya kadar ayaklarına kara su inmesine
şaşmamak gerekir. Nasıl olmuş da erkeklere özgü bir meslek seçmiştir?

Küçük Fanny (çocukluk adıyla) Rügen adasındaki bir çiftlikte dokuz
kardeşin en küçüğü olarak yetişir. Daha dört yaşında, büyükler okula
giderken arkalarından koşmaya çalışan canlı bir kızdı. Altı yaşında iken
oturma odasında ortalıkta sahipsiz duran kitapları gizlice okurdu.
Monte Kristo en sevdiği kitaptı o zamanlar. Geleceğe dönük planları;
içinde yığınla elmas, inci, yakut bulunan bir mağara keşfetmekti. On iki
yaşında sevimli bir ergenden çok, bir fasulye sırığını andırır.

Yaşam anılarında, "Yaşlı tanıdıklardan, her karşılaşmamızda, Takat nasıl
gelişmişsin böyle!' lafını duymak çok rahatsız ediyordu beni. Tüm
uzuvlarım çok büyüktü ve aşırı rahatsızlık veriyordu. Beceriksiz
biriymişim gibi geliyordu bana. Böylece çok hantal ve herhalde sevimsiz
bir hale geldim. Hiç kimse iç dünyamda neler hissettiğimi anlamadığı
gibi, ben de sözcüklerle ifade edemiyordum kendimi. O zamanlar eğitimde
esas, genç kızların her şeyden önce alçakgönüllü, saygılı, iddiasız
olmalarıydı. Belki de annem bu konuda tüm iyi niyetiyle işin dozunu
biraz fazla kaçırmıştı," diye anlatır.

On altı yaşında okulu bırakır, bir yıl evde oturarak ev işleri ve
ekonomisini öğrenir. Fakat bir yıl sonra kendisini eve bağlayacak hiçbir
şey kalmamıştır. "Bir gemi gibiydim," diye anlatır kendini; "demir
almaya hazır, açıklara ve dünyaya götürecek güçlü rüzgârın çıkmasını
bekleyen bir yelkenli!"

On yedi yaşında dünyaya açılmak isteyen Franziska Tiburtius'u bekleyen
olanaklar nelerdi peki? Burjuva bir kız için açık olan tek meslek özel
öğretmenliktir. O da bu mesleği dener. Bir akrabasının aracılığı ile
Vorpommern'de bir baronun altı çocuğuna mürebbiyelik yapmaya başlar.
Sonra İngiltere'deki bir rahibin dört kızına ders verir.

Bu meslekte mutsuz değildir, ama asıl mesele de bu değildir. En sevdiği
erkek kardeşinin vaktiyle verdiği bir öğüt durmadan aklına gelir, "Sen
aslında doktor olmalıydın. Buna yeteneğin var." Hâlâ tereddüt içindedir
ve huzursuzdur. Kardeşi 1871 savaşında tifoya yakalanıp hastalandığında
ona bakmak için İngiltere'ye geri döner. Bu zaman içinde iki kardeş
Franziska'nın mesleki geleceği üzerine uzun sohbetler yaparlar.

En sonunda inanılmayacak hayaller gerçek olur. Kendisi de doktor olan
erkek kardeşi, Franziska'nın Zürih'teki üniversitede yer bulmasına
yardımcı olur. Alman üniversitelerinde kadınların zaten hiç şansı
yoktur. Buna karşılık Zürih'te 1864 yılından beri "birkaç hanımın" tıp
tahsili yap

masına izin verilmiştir. Franziska 1871'de Zürih'e geldiğinde, biri Rus,
biri İngiliz olan iki hanım, doktor unvanını elde etmişlerdir bile.
İnsanı cesaretlendiren iki örnek. "Benim için, mutlak karanlığa yapılan
bir atlayıştı bu," der Franziska. Annesi ve erkek kardeşinin dışında hiç
kimse planlarını öğrenmemelidir, "Eğer anatomi ve tıp derslerine
girdiğim herkesçe bilinseydi, eski mesleğimin kapıları hepten yüzüme
kapanırdı. Hangi ana-baba kızlarını kadavra salonunda kadavra kesmiş ve
tıp derslerinde bulunmuş özgür düşünceli bir kadına teslim ederdi acaba?
Bunun sözü bile edilmezdi!"

Bu andan itibaren "özgür düşünceli bir kadın" olarak bilinen Franziska,
erkek öğrencilere de ecinnili olarak görülür doğal olarak. Tahsil gören
kadınların hepsi çirkindi, göğüsleri yoktu, gözlük takıyorlardı ve
saçları kısa kesilmişti. Ayrıca durmadan sigara içiyorlardı. En azından o
zamanın karikatürlerinde ve Zürih'teki dini karnaval geçitlerinde böyle
betimleniyorlardı. Bu "kadın olmayan" tiplerden uzak durulmalıydı.

Franziska Tiburtius kadavra salonuna ilk girdiğinde büyük bir şamata,
ıslık ve yuhalarla karşılanır. Bunun arkasından öfkeli erkek öğrenciler
özellikle "nükteli" bir oyun daha oynarlar. Franziska ve diğer "uzun
eteklileri" büyük salonun yanındaki bir odaya kapatırlar. Genç bayanlar
buna rağmen cesaretlerini yitirmezler. Franziska'nın sloganı
"Soğukkanlılığınızı koruyun!" olur.

Başlangıçta hiç de hoş bulmadığı işleri kılı kıpırdamadan yapmaya
başlar, "Islak, soğuk bir kurbağayı tutup, kafasını elim titremeden
kesmek kolay değildi. Fakat oldu! Başaramasaydım erkek öğrenciler
kimbilir nasıl sevinirlerdi!" Tabii ki tıp öğrenimi gören bir kız olarak
ilerlemek için sadece soğukkanlı olmak yetmiyordu. Franziska Tiburtius
birçok alanda gerekli önbilgilere sahip değildi. Erkek öğrenci
arkadaşları gibi lise diploması yoktu. Bu nedenle örneğin Latince,
matematik bilgileri eksikti. Bu konularda özel ders ricasında bulunduğu
profesör, "Hayret bir şey!" der.

Onu daha çok hayrete düşürense, kız öğrencisinin öğretilenleri
anlamasıdır. En sonunda, Franziska'nın da öğrenimi sırasında sık sık
duyduğu şu veciz sözle kendisini teselli eder: "Bu tür kadınların
öğrenim görmekten başka yapacak işleri yok herhalde!"

Franziska Tiburtius bu zaman içinde kötü bir ikilem içine düşmüş olmalı.
Bir yandan, tahsilini bitirmesi onun için son derece önemlidir. Öte
yandan da "özgür düşünceli bir kadın" olarak hiçbir şekilde kendisini
gülünç duruma düşürmek istemez. Bu konularda ne kadar zorlandığı
ailesine yazdığı mektuplardan anlaşılmaktadır.

Örneğin davet edildiği bir "çay toplantısı"nı şöyle anlatır: "Öğrenim
görmenin zor olup olmadığı, fazla gelip gelmediği vs. gibi sorular
sorulunca üstü kapalı bir şekilde bizim de diğer insanlar gibi
olduğumuzu söylemeyi ne denli garipsediğimi anlayabiliyor musunuz? Şimdi
tıp öğrenciliğimi çok tabii buluyorum; yemek kitabı okur gibi konuşmamı
da çok komik bulmuş olduğumu, bunda biraz muziplik de olsa, anlıyorum.
Saçlarım kısa olmadığı, oldukça iyi giyindiğim için kimse beni öğrenci
yerine koymuyor. Sonunda piyano çalmam istendi, ısrar üzerine en basit
Chopin valslerinden birini çalmayı göze aldım. Parmaklarım tembelleşmiş
olduğu halde oldukça iyi çaldım."

Ayrıca Franziska Tiburtius'un tedavi etmek zorunda kaldığı ilk hastalar,
bir kadının onları tedavi etmesini çok doğal karşılarlar ayrıca.
"Merhaba Doktor Hanım!" diye selamlanır evlerine girdiğinde. Rüya kenti
Zürih, o yıllarda bir fabrika kentine dönüşmüştür. Mekanik dokuma
tezgâhlarının icadından beri sayısız aile ev endüstrisi ile
geçinmektedir. Çoğunlukla da berbat koşullar altında yaşamaktadırlar.

Franziska burada ilk muayene deneyimini edinir. İnsanların kendisine
güvendiklerini hissetmektedir. Kendine özgü hızıyla, kendi kendine
İsviçre Almancasını öğrenir. "Bizim Kuzey'de konuşulan okul Almancası
buradaki insanlar için bir yabancı dil," der eve yazdığında, "ve biri
bana derdini anlatacaksa, kendi dilini konuşmak mecburiyetinde."

Almanya'da bir işçi semtinde muayenehane açma kararı herhalde o zamanlar
kafasında olgunlaşmış olmalı. "Benim yeteneğim pratik alanda," der.
Bunu da sık sık gittiği annesinin evinde yaşar. Korktuğu gibi kimse
kendisiyle alay etmez. "Doktor Hanım" yine dönmüş, derler alay etmek
yerine. Sonra uzaktan yakından gelerek, dertlerini anlatırlar. Teşekkür
olarak da ya bir sepet yumurta getirirler ya da gizlice evinin önündeki
bahçeye bir gül dikerler...

Franziska Tiburtius Zürih'te sınavlarını "pekiyi" dereceyle verir.
Ardından Dresden'de gönüllü doktor olarak çalışır. Kendi muayenehanesini
açma rüyasını engelleyense, Alman meslek yasası hükümlerine göre,
Almanya'da denenmemiş doktorların sahte doktorlarla eşdeğer olmalarıdır.
Yani gördüğü eğitim kabul edilmez. Tüm gerekli sınavları Almanya'da
tekrarlamaya hazır olduğunu açıklar. Yetkili merci olan şansölye
(Başbakanlık) makamı, son derece nazik ve aynı zamanda üzgün bir tavırla
bunun mümkün olmadığını söyler. Yani her şey boşuna mıdır? Yoksa
mücadeleye devam etmesi mi gerekir?

"Hiçbir zaman savaşmakta olduğumun bilincine bu kadar varmamıştım," der
sonraları bu dönemi anımsadığında, "Önceleri sadece gerektiği kadarını
yapmak zorunda olduğumu sanıyordum."

Tekrar işe koyulur: Devlet tıp imtihanına giremediğine göre hiç olmazsa
ebelik sınavına da mı giremezdi? Uzun zaman ebelik öğrencilerine ders
vermesine rağmen bu da reddedilir. "Evet, bakınız," dendiğini duyar;
"çok büyük bir haksızlığa uğradınız. Otuz yıl erken doğmuşsunuz. Yazık.
Daima ortadan gidin, akıntıya karşı kürek çekmeyin ve bırakın akıntı
sizi taşısın!" "Ve böylece, üzerinde adım ve doktorluk unvanım yazılı
tabelayı kapıya asıp halkın bunu nasıl kabul edeceğini sessizce
beklemekten başka çıkar yolum kalmadı," diyecektir Franziska sonraları.

Ayrıca bu tehlikeli girişimde yalnız değildir. Kendisiyle birlikte
Zürih'te tıp öğrenimi yapmış olan öteki Alman kadın Emilie Lehmus da
onunla birlikte muayenehane açmak ister. Bu ilk kadın doktorlar,
birlikte tüm tehlikelere daha iyi göğüs gereceklerini anlamışlardır. Ve
bir şey daha vardır: Erkek meslektaşlarından destek bekleyemezler. Bunun
için de birbirlerini kollamaları gerekir.

Hedefleri Berlin'deki bir işçi semtinde poliklinik açmaktır. Franziska
Tiburtius burada da sloganına sadık kalır: "Daima öncelikle gerekli
olanı yap." Yani bu durumda önce uygun yer bulmalıdır. En çok sevdiği
erkek kardeşinin karısı Henriette Tiburtius yardımına koşar. Amerika'da
öğrenim görmüş olan Henriette, diş doktoru olarak çalışmaktadır.

Doğal olarak, onun da tam olarak yeterliliği yoktur. Kendisine tedaviye
gelenler sadece kadınlar ve çocuklardır. Ta ki zengin bir fabrikatör,
şiddetli ağrılardan yakınarak yolunu şaşırıp onun muayenehanesine
girinceye kadar.

Hikâyenin devamını Franziska Tiburtius anlatıyor: "Beyefendi geldiğinde
çok kibarca karşılandı. Bayan Henry konuşmayı, kendisi istemiyormuş gibi
çaktırmadan, asıl istediği yola ustalıkla yönlendirmesini bildi ve
beyefendi ağzında tükürük hortumu, lastik tamponlarla, onun ellerinin
altında zaten konuşacak ve yanıt verecek durumda olamadan otururken,
tasarı kendisine açıklandı; o semtin kadınlarının böyle bir tesisten ne
kadar iyi yararlanabilecekleri ve kendisinin ne büyük kazançlar
sağlayabileceği anlatıldı...

Bu ikna edici konuşmanın sonucu olarak evlerinden birinin giriş katında,
avluya bakan yarı karanlık dairenin poliklinik olarak kullanıma hazır
olduğunu söyledi adam! Uzun yıllar boyu bu yeri bize tahsis etti." Her
iki kadın doktor, hastalardan masrafları karşılığı on fenik alırlar. Bu
mütevazı muayenehane daha sonra ilk "Kadın Doktorlar" polikliniğine
dönüşür.

Basın için bu girişim tümüyle "büyük gırgır" konusudur. Dr. Tiburtius ve
Dr. Lehmus Berlin'de daha tam olarak tanınmamış olduklarından, mizah
dergilerine gün doğar. Kladderedatsch dergisi iki kadın doktoru, ikisi
de tabii aynı hastaya âşık olan ve birbirlerine düşman kesilen Dr.
Romulus ve Dr. Remus olarak karikatürize eder.

Franziska'nın bu karikatüre tepkisi "Enfes bir reklam" demek olur.
Ardından da yayınevi sahibiyle tanışır ve ondan kendisini ileride rahat
bırakması için söz vermesini ister. Adam sözünde durur! "Doktorluk
unvanının haksız kullanımı" ile suçlandığında öğrenciyken olduğu gibi
soğukkanlı davranır. O andan itibaren kendisine "Zürih Üniversitesi Tıp
Doktoru" adını verir.

Farkında olmadan başarılı olmuştur. Çünkü hastaları onu kutlayarak
"Mutlaka özel bir yanınız olmalı. Baksanıza ne uzun bir unvanınız var!"
derler. Fakat bir şeyi unutmamak gerek: Erkek kardeşinin yardımı olmasa
Franziska Tiburtius birçok sorunun üstesinden gelemezdi.

Resmi işlemlerin halledilmesinde kardeşi hep onun yanında yer alır.
Çünkü resmi daireler ve erkek meslektaşları kadın doktorlara her konuda
mümkün olduğu kadar eziyet etmeye çalışırlar. Franziska'nın özel
yaşamında da erkek kardeşi çok önemlidir. Yirmi beş yılı aşkın bir süre
erkek kardeşi ve onun karısıyla birlikte aynı evde yaşar. "Kardeşim ve
yengemle birlikte yaşamam ve onların dost çevresine girmem benim için
çok faydalıydı," der; "Böylece iç huzuruna da kavuşmuş oldum."

Fakat bir keresinde çıldıracak gibi olur. Kansere yakalanmış, tedavisi
imkânsız bir kadın hastaya bakmaktadır. İkinci bir (erkek) doktorun onun
teşhisini onaylaması gerekir. Fakat adam "vaka"ya şöyle üstünkörü
baktıktan sonra genç doktoru yan odaya çekerek, "Uğraşmayın, kadın fazla
yaşamaz. Fakat söylesenize, niçin evlenmediniz siz?" der.

Franziska Tiburtius neredeyse 20 yıl boyunca ilk Alman kadın doktor
olarak büyük başarıyla çalıştıktan sonra, kadınlar Alman
üniversitelerinin hepsine dersleri dinlemek üzere konuk öğrenci olarak
kabul edilirler. Dört yıl sonra, 1898'dc nihayet kadınlara devlet
bitirme sınavına katılma hakkı verilir. Fakat daha uzun yıllar doktorlar
arasında bile kadınların öğrenim görmesine şiddetle karşı çıkanlar
bulunur.

Örneğin 1907 yılında Viyana Psikanalitik Derneği üyesi olan Dr. Fritz
Wittels'in öğrenim gören kadınlar hakkında ciddi endişeleri vardır:
"Zavallı yaratıklar sabahın erken saatlerinde fırtınada, siste bilimin
pınarına koşturuyorlar. Burunları kızarıyor, tabanları aşınıyor,
uzatmalı nişanlılık döneminde nişanlısının kollarında sararıp solan
kızlar gibi."

Daha kötü şeyler de algılamaktadır: "İmbiklerin ve gazometrelerin
arkasında sanki büyük yeşil bir korudaymış gibi kendilerini
okşatabilirler, otopsi salonunda bile kulaklarına şehvet kokan masallar
fısıldanabilir. Kadının laboratuara girmesini en utangaç âşık bile bir
davet olarak algılar. Bir kez ağa düştü mü, çırpınır durur uzun zaman...
Kadın meslektaşlarının ortaya çıkmasını, mevkilerinin sıfıra
indirgenmesi olarak algılayabilmek için, erkek doktorlar Doğuluların
kadınlar hakkındaki görüşlerini benimseseler keşke!"

Bu arada Dr. Franziska ve onu izleyenler, kadın doktorların ne bu
mevkiyi küçülttüklerini ne de amfilerde ve laboratuarlarda ahlaka aykırı
davranışlarda bulunduklarını çoktan kanıtlamışlardır...

Almanya'nın ilk kadın doktoru seksen dört yaşında Berlin'de ölür.
"Hayır, dünya beni beklemedi," der ölümünden kısa bir süre önce.
"İnsanların bana güvenmesi için kanıtlar sunmak zorunda kaldım. Doğru
olan buydu. Kim dünyaya yeni bir şey getirmek istiyorsa, önce bunun
doğruluğunu, insanların buna ihtiyacı olduğunu, kendisinin de bu davayı
savunduğunu kanıtlamak zorundadır."
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Tarihin İçinden Kadınlar Empty
MesajKonu: Geri: Tarihin İçinden Kadınlar   Tarihin İçinden Kadınlar EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:28 am

Bertha von Suttner

DÖNEMİNDEKİ ÖNEMLİ OLAYLAR (1843-1914)

1849 Avusturya, Rusya'nın yardımı ile Macaristan'ı egemenliği altına
alır.
1853 Kırım Savaşı başlar. (Osmanlı İmparatorluğu, Fransa ve İngiltere
Rusya'ya karşı.)
1856 Kırım Savaşı'nın sonu.
1859 Avusturya; İtalya ve Fransa'ya karşı savaşta Lombardiya'yı
kaybeder.
1864 Bismarck, Prusya ve Avusturya'yı Schleswig-Holstein bölgesi için
Danimarka'ya karşı savaşa sokar. Danimarka kaybeder.
1866 Bismarck Prusya'nın Avusturya ve Alman Birliği'ne karşı savaşa
girmesine sebep olur.
1866 Avusturya Almanya'dan ayrılır.
1870 Kayzer Wilhelm'in "Ems" kasabasından Bismarck'a gönderdiği
telgrafın, özellikle Fransa aleyhtarı bölümleri kalacak şekilde
kısaltılarak açıklanması, 1870-71 savaşına yol açar.
1871 Alman ordusu Paris'i alır. Frankfurt/Main Barış Antlaşması ile
Alsace-Loraine bölgesi Alman topraklarına katılır.
1880 İngiltere'de bir Barış Hareketi oluşur: "International Arbitration
and Peace Association" (Uluslararası Uzlaşma ve Barış Birliği)
1891 Bertha von Suttner, Avusturya Barış Sevenler Derneği'ni kurar.
1892 Berlin'de Alman Barış Derneği kurulur.
1896 Nobel Ödülü'nün kurucusu Alfred Nobel'in ölüm yılı.
1901 İlk Nobel Barış Ödülü İsviçreli Henri Dunant ve Fransız Frederic
Passy'e verilir.

"SİLAHLARI BIRAKIN!"

"Ortalıkta yatan askerler ve atlar, parçalanmış toplar ya da canhıraş
bağrışmalar, tarih kitaplarında okuduğum birçok manzaranın aynısı. Hiç
de hoş bir manzara değil..." On altı yaşındaki Kontes Kinsky, kaplıca
kenti Wiesbaden'in kütüphanesinde gazeteleri; savaş meydanından
görüntüler veren resimli dergileri gördüğünde sarsılır.

1859 yılıdır: Piyemonte-Sardunya ve Fransa Avusturya'ya karşı
savaştadır. Avusturyalı Bertha von Kinsky, annesi, halası ve kuzeni ile
sosyetenin uğrağı, kaplıca kenti Wiesbaden'de bulunmaktadır. Balolarda
ve kaplıca konserlerinde eğlenmekte ve oyun salonlarında şanslarını
denemektedirler. Bertha ve aynı yaştaki kuzeni bunun dışında kendi
buldukları "Puff" oyunu ile de eğlenmektedirler: Geleceklerine ilişkin
sahneler düşünür ve bu sahneleri farklı rollerde canlandırırlar.
Konuları hep fırtınalı aşk hikâyeleri oluşturur.

Amerikalı bir kovboy, Avrupalı bir elçilik ataşesi ya da Hintli bir
mihrace Bertha'ya veya Elvira'ya evlenme teklif eder ve bunun ardından
yeni bir oyun daha başlar. Her iki kız için açık olan bir şey vardır:
Yalnız fantezilerinde değil, gerçekte de onları tamamen olağanüstü bir
gelecek beklemektedir. Bertha'nın kuzeni Elvira çok ünlü bir ozan
olacaktır. Bertha ise çok mükemmel bir evlilik yapacak, fakat daha önce
muhteşem bir opera şarkıcısı olarak insanları mest edecektir. Ancak
savaş resim ve haberleri, bu tür gelecek tasarılarına hiç de uygun
değildir. Savaş "hoş" değil, fakat kaçınılmazdır.

"Dünyadan savaşların tümüyle ortadan kalkması olasılığını düşünmek bile
hayaldi," der Bertha daha sonraları genç kızlık yıllarını anımsayarak.
"Ağaçları yapraksız, denizi dalgasız tasavvur etmek gibi bir şey olurdu
bu- savaş, insanlık tarihinin gerçekleşme biçimidir: İmparatorlukların
kurulması, ihtilafların çözülmesi, hep savaşla sağlanıyor."

Genç Bertha von Kinsky'nin böyle düşünmesi şaşırtıcı değildi. Yıllar
sonra 1889'da Silahları Bırakın romanında kendisinin ve çağdaşlarının
niçin böyle bir inanç beslemek zorunda kaldıklarını açıklayacaktır.

"Ders ve okuma kitaplarında da salt uzun bir savaşlar dizisi olarak
anlatılan kendi ulusumuzun tarihi yanında, durmadan sadece kahramanca
silahlı çatışmalardan söz eden farklı şiir ve hikâyelerden de çıkan
sonuç budur. Milliyetçi eğitim sisteminin bir parçasıdır bu. Her
öğrencinin vatanını koruyan bir kahraman olarak yetişmesi gerektiğinden,
çocuğun ilgisinin vatandaşlık görevine vaktinde çekilmesi gerekir.
Savaşın dehşetinin meydana getirebileceği doğal ürküntü duygusuna karşı
çocuğun yüreğini katılaştırmak için en feci kan banyoları ve katliamlar,
sıradan ve doğal, gerekli bir olaymış gibi anlatılır... Gerçi savaş
alanına gitmeleri gerekmeyen kızlara da, erkek çocukların askerlik için
yetiştirilmesini hedefleyen bu kitaplarla ders veriliyor. Böylece kız
çocuklarında da erkeklerin yaptığını yapamamaktan dolayı bir haset ve
askerlere karşı bir hayranlık duygusu uyandırılıyor. Diğer her konuda
merhametli, ılımlı olmamız uyarısında bulunulan biz genç kızlara,
yeryüzündeki savaşların ne korkunç resimleri gösteriliyor. İncil'de
anlatılanlardan, Makedonya'dakilere, Pun savaşlarından Otuz Yıl ve
Napoleon savaşlarına kadar. Oralarda kentleri nasıl yaktığımızı,
insanlarını nasıl kılıçtan geçirdiğimizi, esirleri nasıl soyduğumuzu
görüyoruz. Hem de büyük bir zevkle... Bunlar olmak zorunda. En yüce
şeref ve namusun kaynağı bu. Kızlar bunları çok iyi anlıyorlar. Savaşı
göklere çıkaran şiirler ve tiratları ezberlemek zorundalar. Ve özverili
'bayraktar' analar, dansta eş seçimi sırasında subaylara verilen
armağanlar, böyle yaratılıyordu işte."

Kontes Kinsky'nin, günün birinde özgürlük savaşçısı Bertha von Suttner
olarak böyle şeyler söylemesi, kendisi ve gençlik yıllarındaki çevresi
için inanılacak gibi değildir. Gençlik anılarında kendisini "kendini
beğenmiş ve yüzeysel" olarak tanımlar. Durmadan yeni bir hayranıyla,
tabii kendi düzeyine uygun biriyle flört etmekte; kendisini müzik
dünyasının en büyük yıldızı olarak görmektedir.

Ayrıca toplam olarak üç kez nişanlanır. Kuzeni Elvira ile birlikte
düşündükleri gibi üçünden de dramatik bir şekilde ayrılır: Kendisinden
çok yaşlı birinci nişanlısından, kendisini öpmek istediğinde kaçar.
İkincisi sahtekâr çıkar. Üçüncüsü bir deniz yolculuğunda ölür.

1873 yazı: Bertha von Kinsky otuz yaşındadır. "Dış dünyada bir işe
yaramak ve parlamak" ister. Hangi dış dünya? Opera şarkıcısı olarak
kariyer yapabileceğine kendisi de inanmaz artık. Bu yöndeki çabalan
hazin bir şekilde boşa gitmiştir. Fakat birkaç yabancı dil bilmektedir.
"İyi bir eğitim" görmüştür. Bu dillerle bir şeyler yapılabilir.

Genç kadın Avusturya'nın kuruluş yıllarında zengin bir soylu olan
Avusturyalı Baron von Suttner'in evine gelir ve onun dört kızının
mürebbiyesi olur. Anılarını okuyan biri, hayatını anlatım şeklinin nasıl
birdenbire değiştiğini hemen fark eder. Artık olağanüstü mutluluk
düşleri ve kendisi için yeterince yakışıklı bir erkek düşüncesi yoktur.
Bunların yerine, belki de hayatında ilk kez, yükseklerden uçan bu Kontes
gerçek duygu gibi bir şeyler hisseder.

Otuz yaşındaki bu kadın evin kendisinden yedi yaş küçük oğlu Arthur
Gundaccar'a âşık olmuştur. Arthur da onun ilgisine karşılık verir.
Annesi ve babası, çok saygın evlerinde neler döndüğünü öğrendiklerinde
baştan çıkarıcı mürebbiyeyi kovarlar. Bertha von Kinsky kendisine yeni
bir iş aramak zorunda kalır. Gazete ilanı ile bir kadın arayan,
kendisine sekreterlik ve ev hanımlığı yapabileceği İsveçli zengin ama
garip bir adamla ilişki kurar.

"Nobel, Alfred; İsveçli kimyager, dinamit ve patlayıcı jelatini buldu ve
Nobel Vakfı'nı (Nobel Ödülü) kurdu."

Bertha von Kinsky'nin Paris'te yanında çalışmak üzere yola çıktığı,
Paris'te yaşayan bu garip kişilik, daha sonraları ansiklopedilerde böyle
anılacaktır.

Ne denli önemli bir adamla, "savaşların bir daha yapılmasına imkân
vermeyecek, korkunç ve yok edici etkisi olan bir makine veya madde
yaratmak isteyen" biriyle tanışacağından Bertha'nın henüz haberi yoktur.
Bu onu hiç ilgilendirmez, başka sıkıntıları vardır.

Hayatında bir dönem uzaktan da olsa aşk hüznü çeken herkes, Bertha'nın
Paris'te niçin çok mutsuz olduğunu anlayacaktır. Oraya tam sekiz gün
dayanabilir. Sonra, "Çok değerli pırlanta bir haçım vardı. Onu
bozdurmaya gittim. Aldığım parayla otel faturasını ödedim, bir sonraki
Viyana ekspresine bilet aldım ve bir miktar da naktim kaldı. Dayanılmaz
bir baskı altında, rüyadaymışım gibi hareket ediyordum. Delilik
olduğunun farkındaydım, belki de bir mutluluktan kaçıp bir mutsuzluğun
kollarına atıyordum kendimi. Tüm bunlar bilincimde şimşek gibi
çakıyordu, fakat yapamıyordum, başka türlü davranamıyordum..."

O anda hangi mantıkla hareket ettiği gerçekten etkileyicidir. Ardından
bir mektup bırakarak terk ettiği Alfred Nobel de aynı şeyi hissetmiş
olmalı. Çünkü Alfred Nobel, onun Paris'ten aniden kaçışına başka türlü
tepki de gösterebilecek olmasına rağmen Bertha'nın yaşam boyu en iyi
arkadaşlarından biri olarak kalır. Bertha Viyana'ya geri döner: Arthur
von Suttner ile gizlice görüşür. Hatta gizlice evlenirler ve Kafkasya'ya
kaçarlar. Burada dokuz yıl kalır ve geçimlerini büyük ölçüde
yazarlıktan sağlarlar.

Göçmenlik zamanında Bertha von Suttner, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı'nı
yaşar. Hâlâ gençliğinde aşılanmış olan ülkülerin etkisi altındadır.
Savaş, özellikle tarihsel önemi olan ilkel bir olaydır. "Savaşın
ortasında yaşamak da insana bu önemi yansıtır."

1885 Mayıs'ında von Suttner çitti Avusturya'ya geri döner. Aile
"kaçaklarla" barışmıştır. Arthur ve Bertha von Suttner artık Güney
Avusturya'da Harmannsdorf çiftliğinde yaşamakta ve ikisi de yazarlık
işine devam etmektedir. 1886-87 kışını Paris'te geçirirler. Bertha,
Alfred Nobel'i ziyaret eder; edebiyatçılar, hukukçular ve
politikacılarla tanışır, geceler boyu tartışırlar. Tartışma konusunun
başında "Ufukta yine savaş mı var?" sorusu gelmektedir.

O aylarda Almanya ve Fransa arasındaki hava çok gergindir. Bu
konuşmaların ortasında Bertha von Suttner kendisini "elektrik çarpmışa
döndüren bir haber" alır: Bir tanıdığı ona 1880'den beri Londra'da bir
"Uluslararası Uzlaşma ve Barış Birliği"nin, yani barış hareketinin
varolduğunu anlatır. Bertha hemen bu barış birliği hakkındaki belgeleri
temin eder.

Büyülenmiştir. Bu düşünceleri yaymaya devam etmek ister. Ve böylece dört
savaş yaşamış (1859, 1864, 1866 ve 1870-71) ve sonunda kendisinden
tamamen emin bir biçimde barış savaşçısı olup çıkan bir kadının
yazgısını anlatan romanını yazmaya başlar: Silahlan Bırakın!

Emile Zola'nın etkisinde, gerçek toplum kesimlerinin tasvirini
yapabilmek ve yansıtabilmek için ön araştırmalarını tam olarak yapar.
Bir edebiyat şaheseri değildir Bertha'nın yazdıkları, fakat
yayınlandıktan sonra korkunç bir gürültü koparan bir eğilim romanıdır.
Bertha von Suttner adı, ulusların tarihinde savaşı kaçınılmaz sonuç
olarak gören eski düzene karşı başkaldırının simgesi haline gelir.

Alfred Nobel ona yazdığı bir mektupta, "Hayranlık uyandıran şaheserinizi
okudum. Dünyada 2000 dilin konuşulduğu söylenir. Bence bu dillerin
1999'u fazlalık gibi geliyor bana. Fakat mükemmel eserinizin tercüme
edilemeyeceği, okunamayacağı ve tartışılamayacağı bir dil kesinlikle
yoktur." Abartılmış değildir bu, çünkü 1905 yılında Bertha von Suttner
Nobel Barış Ödülü'nü aldığında, kitabı 37. baskısını yapmış ve tüm
Avrupa dillerine çevrilmiştir.

Avusturyalı yazar Peter Rosegger bu romanı "çığır açan bir eser" olarak
nitelendirir. Yazar Leo Tolstoy, Bertha'ya yazdığı bir mektupta, "Tanrı
eserinizin ışığında savaşın ortadan kalktığını göstersin bize!" der.
Tabii "Barışçı Bertha" ve onun düşünceleri ile alay eden karşıtları da
vardır. Felix Dahn, örneğin, şöyle bir şiir yazar:

Silah başına! Kılıç yakışır erkeğe, O savaşır, kadına susmak düşer,
Gerçi erkekler var ki günümüzde, Daha uygun olurdu, eteklikle gezseler.

Barış inancı, büyük kahramanlık maskesinin düşürülmesi için sözcükler
-silahlanmaya büyük paralar harcandığı ve savaşın yüceltilmesi için her
türlü propaganda aracının devreye sokulduğu bir dönemde- kullanmak,
cesaret ister. Bu cesaret de Bertha von Suttner'de fazlasıyla vardır.
Barış fikri için kararlı bir şekilde kendisini ortaya koymaya devam
eder, "Bu kitabım sayesinde edindiğim tecrübeler ve çevreler beni bu
hareketin içine daha fazla itti. Öyle ki, başlangıçta istediğim gibi
sadece kalemimle değil, tüm benliğimle kendimi bu işe adamak zorunda
kaldım."

1891'de Barones Viyana'da "Barış Derneği"nin Avusturya kanadını kurar.
1892'de Berlin'de, Alman "Barış Derneği" kurulur. Almanya'daki
pasifistler ilk kez örgütlenirler. 1899 yılında "Lahey Barış Konferansı"
yapıldığında, Bertha von Suttner bu konferansa katılan tek kadındır ve
daha sonra bu konferans hakkında yaptığı röportajı kitap şeklinde
yayınlar.

Barış hareketi için yapılan her önemli kongre ve konferansa (çoğunlukla
kocasının eşliğinde) gider, konuşmalar yapar ve "dönem tarihine ilişkin
eleştiriler" yayınlar. Bu eleştirileri ölümünden sonra 1917'de, iki
ciltte toplanır ve Dünya Savaşının Önlenebilmesi İçin Verilen Savaş
başlığıyla yayınlanır. Aslında bu eserle bugünkü "barış araştırmalarının
tohumları atılır.

1891'de başlayan bu eleştiriler, deniz filosunun kurulması sorunları,
çeşitli savaşlar, Balkanlardaki kargaşalar, kadınların oy hakkı savaşımı
gibi konulara yöneliktir. Böylece Avrupa'daki her krizi izler ve bu
kıtayı ancak uzlaşmanın kurtarabileceğini vurgular. Avusturyalı olarak
tabii ki Monarşi'nin iç politikasıyla da ilgilidir.

1912'de tüm protestolara rağmen ortaokullara atıcılık dersleri
konulduğunda şöyle yazar: "Şövalye von Hussarek gençliğe atış
talimlerini yalnız bedensel beceriyi artıracak bir spor türü olarak
değil, daha yüce düşüncelerin hizmetinde bir uğraş olarak da
düşünmelerini hararetle tavsiye ediyor: Yani yücelerin yücesi
İmparatorluğa sevgi ve savunma gücünün artırılması uğruna. Ve bir kez
daha altını çiziyor: Toplumda olduğu gibi bireysel yaşamında da, herkes
diğer uğraşları kadar mesleğini de bu yüce düşüncelerin ışığında
algılamayı öğrenmelidir. Bunlar çok önemli sözler. Ama bu sanatın
icrasında silahlar birlikte yaşadığımız insanlara doğrultulursa, çok
doğru kullanılmış olup olmadıkları tartışılır."

Ve Avusturyalı işçi kadınlar hareketinin bir eylemi üzerine şöyle der
(1911):

"İşçi kadınlar Viyana'da kadınların oy hakkı için dev bir gösteri
düzenlediler. Binlercesi, büyük bir düzen ve sessizlik içinde
caddelerden geçtiler. Gartenbau salonunda konuşma yaptılar. Bu arada
Adelheid Popp şunları da söyledi: 'Aynı zamanda cinayetlere, kardeşin
kardeşi vurduğu savaşlar için milyonların harcanmasına karşı da savaş
vermek istiyoruz. Ölümcül silahlanmanın son bulmasını ve bu milyonların
halkın ihtiyaçları için harcanmasını istiyoruz!' Kadınca politika mı?
Hayır: İnsanca politika!"

O güne kadar karşıtlarının sürekli gözden düşürmeye çalıştıkları ve
"Duygusal, Sersem Barış Havarisi" dedikleri Bertha von Suttner artık
eleştiriler yazan bir gazetecidir. Uzun yıllar arkadaşı ve Alman Barış
Derneği'nin başkanı olan Alfred Hermann Fried şöyle özetler: "Bu hareket
bilime, roman yazarımız da çağın bir eleştirmenine dönüştü."

İsveçli büyük sanayici ve dinamitin mucidi Alfred Nobel 1896'da
öldüğünde, bıraktığı vasiyetinde servetinin bir kısmını Nobel Barış
Ödülü için bağışlamıştır. Bu barış ödülüne uygun görülen ilk kadın
1905'te Bertha von Suttner olur. Artık 62 yaşındadır ve tüm saldırılara,
düş kırıklıklarına rağmen, barış uğruna yorulmak bilmeden çalışmalarını
sürdürmektedir.

Yaşamın son aylarında yakalandığı ağır bir hastalık çalışmalarını
bırakmaya mecbur eder. Son sözleri (yanında bulunan Alfred Hermann
Fried'e göre) şöyle olmuştur: "Silahları bırakın! Bunu herkese
söyleyin... herkese..." Bu sözleri 21 Haziran 1914'te söyler. Bundan
yedi gün sonra Avusturya-Macaristan Prensi Franz Ferdinand karısıyla
birlikte Sarayevo'da öldürülecek, askeri ittifakların zincirleme
tepkileri devreye girecek ve Birinci Dünya Savaşı başlayacaktır.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Tarihin İçinden Kadınlar Empty
MesajKonu: Geri: Tarihin İçinden Kadınlar   Tarihin İçinden Kadınlar EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:28 am

Vera Figner

DÖNEMİNDEKİ ÖNEMLİ OLAYLAR (1852-1942)

1855 II. Aleksandr Çar olur.
1860 Rusya'da çiftçiler ayaklanır.
1861 Çiftçilerin köleliği (sertlik) kaldırılır.
1862 Turgenyev'in romanı Babalar ve Oğullar'da nihilizm kavramı ortaya
çıkar.
1865'ten itibaren Rusya'da nihilist akımlar. (Nihil: hiçlik;
Nihilistler: hiçbir şeyin kalıcı olmasını istemeyen - dayatılmış hiçbir
düzene, herhangi bir sisteme bağlılığı reddedenler.)
1879 Nisan Çar II. Aleksandr'a başarısız suikast.
1879 Ağustos "Narodnaya Volya" adlı gizli örgüt Çar'ı mahkûm eder.
1881 Mart Çar'a başarılı bir suikast yapılır. III. Aleksandr tahta
çıkar.
1881 Nisan Suikasta doğrudan katılan dört erkek ve bir kadın halk önünde
asılır.
1884 Vera Figner tutuklanır ve Schlüsselburg kalesinde 20 yıl hapis
yatar.
1894 II. Nikola, III. Aleksandr'dan sonra tahta geçer.
1905 Rusya'da devrim. Kısmi bir başarı kazanılır: III. Nikola Rusya'da
Meşrutiyet Anayasası'nı kabul eder.
1917 III. Nikola tahttan indirilir.
1917 Rus kadınları seçim haklarını elde eder.

"YALNIZ EYLEM İÇİNDE GÜCÜNÜ ANLAYABİLİRSİN!"

"Güzel bir süs bebeği - fakat içi boş!" Genç Rus kızı Vera Figner bir
akşam akrabalarının kendisini böyle yargıladıklarına kulak misafiri
olur. Bu ona çok dokunur. Gerçek mi bu? "Sadece güzel bir süs bebeği
mi?" Modern giyindiği, sosyal ve politik görüşlerle ilgilenmediği, bu
tür konulardan kaçtığı doğrudur. Peki, başka nasıl olabilir ki?

Kazan'daki enstitüde kız çocuklarının ciddi kitaplar okumalarına izin
verilmez. Ve evde -yalnız yaz tatillerinde ebeveynlerinin çiftliğine
gelebilmektedir- büyük bir yalnızlık içinde yaşar. Ormancı olan babası
ailenin tek hâkimidir.

Altı çocuğunu katı bir disiplin ve körü körüne itaatle yetiştirmektedir,
"İzinsiz hiçbir şeye dokunamazdık. Hele babamın eşyalarına hiç mi hiç.
Kazayla bir şey kırılsa ya da eşyalar yerli yerine konmazsa, babamızın
öfkesi bütün evi etkisi altına alırdı. Ceza da verirdi: Köşede dururdu,
kulağımız çekilirdi veya hep babamın odasında asılı duran kayışla
dövülürdük. Çok gaddarca cezalandırılırdık."

Küçük Vera hayal gücüne sığınır. Belki, diye hayal eder, günün birinde
Moskova'ya gelir, Çar'ın dikkatini çeker ve elini tutmasına izin
verirdi. Çar, onu pırlanta ve yakutlarla süsleyip, imparatorluğunu
ayaklarının önüne sererdi.

"Aslında daha sonraki yaşantım, tamamen başka bir şekilde çocuksu
rüyalarımı gerçekleştirdi," der Vera Figner Rusya'da Gece adlı anılar
kitabında. "Belki çarlık mülküne kavuşmadım ama krallık tahtına
kavuştum. Schlüsselburg'da tüm erkekler arasında sadece iki kadın
olduğumuzdan, arkadaşlar yaşantımızın sefaletini biraz olsun
güzelleştirmek için bize 'kraliçe' derlerdi."

Vera Figner'in sözünü ettiği Schlüsselburg bir kaledir. İçinde yaşamının
yirmi yılını geçirmek zorunda kaldığı bir zindan. Yirmi yıllık korku,
yalnızlık, acı, açlık, çaresizlik. Devrimci eylemlerinden dolayı buraya
hapsedilmiştir. Nasıl olur? Vera Figner uslu bir kız değil miydi? Yüksek
tabakadan gelme, hatta Çar ile evlenmeyi hayal eden biri. Devrimci
olması için iç dünyasında neler olmuştur?

İlk olarak, eline geçen bir kitabı soluk almadan yutarcasına okur
bitirir. Daha sonra -kişiliğinin temelini atan- bu kitaptan söz
edecektir. Rus ozanı Nikolay Nekrassov'un bu kitabının adı Şaşa'dır.
İçeriği Vera Figner'in sözleriyle şöyledir: "Akıllı, eğitimli ve dünya
tecrübesi olan Ağarın başkentten ücra bir köye düşer. Orada basit,
ataerkil aile sistemiyle yaşayan komşuları arasında entelektüel
fikirlerle hiç ilgisi olmayan bir kızla tanışır."

Vera Figner'in kendisini hemen bu kızla özleştirmesi doğaldır... Fakat
biz devam edelim, "Kızı eğitmeye başlar. Bol bol, güzelce sosyal
görevlerden bahseder, emekten, halkın refahından. Bu derslerin etkisi
altında Saşa'nın içinde idealist emeller ve ihtiyaçlar gelişir. Fakat
bir yıl sonra öğretmeniyle yeniden karşılaştığında korkunç bir şekilde
düş kırıklığına uğrar. Şaşa bu arada zihinsel ve ahlaki açıdan
olgunlaşmıştır. Agarin'i artık gerçek yüzüyle, boş şeyler konuşan
gevezenin biri, kendisini etrafına güzel sözler söylemekle sınırlamış,
gerçek yaşamda bir şeyler başarma yeteneği olmayan biri olarak
görmektedir. Şaşa bu kahramanın sözleriyle yaptıklarının uyum içinde
olmadığından emindir..."

Vera Figner şöyle devam eder: "Bu roman beni canlandırdı, üzerinde uzun
uzun düşündüm. Nasıl yaşamak ve neyle uğraşmak gerektiğini öğretiyordu.
Safsata yapmadan ilkelerine bağlı kalarak yaşamayı öğretiyordu.
Kendimden ve aynı şekilde başkalarından da bunu istemek hayatımın
düsturu oldu."

Şimdi genç Vera'nın yapması gereken, sadece öğretmenini bulmaktır
-kendisine roman kahramanı Saşa'ya verildiği gibi zihinsel dürtüleri
verecek herhangi birini. Ve bu da olur. Okulunu bitirdiği yıl, Zürih'e
gidip Zürih Üniversitesi'nde tıp öğrenimi görmeye, daha sonra da taşrada
doktor olarak çalışmaya karar verir. Kadınlara öğrenim imkânı veren tek
üniversite Zürih'tedir.

1872'de Vera Figner oraya vardığında sınavlarına hazırlanan Alman
öğrenci Franziska Tiburtius ile tanışır. Fakat Vera ile Franziska'yı
öğrenim konularından başka birbirlerine bağlayan ortak bir şey yoktur.
Franziska, "bu Rus kız öğrencilerinin hepsi nihilist," diye
hatırlayacaktır Vera ile karşılaşmasını yıllar sonra. Rus arkadaşlarının
hangi akla hizmet ettiklerini anlayamamaktadır.

Vera Zürih'te genç Rus kızlarının çevresine girer. Önünde yeni bir fikir
dünyasının kapısı açılır, "Lassalle'in öğretilerini ve etkinliğini,
Fransız sosyalizminin kuramlarını, işçi hareketlerini, Enternasyonal'i
ve Avrupa ülkelerindeki devrimlerin tarihini öğrendim. Şimdiye dek
haberdar olmadığım bu şeyler, entelektüel ufkumu genişletti ve beni
tutsak etti. Böylece sosyalist ve devrimci oldum. Devrimci bir çevrede
birleştik ve Rusya'ya geri dönerek yeni fikirlerin propagandasını
işçiler ve köylüler arasında yapmayı kararlaştırdık."

Eyleme dönüşmeyen tüm sözlerin boşuna olduğu inancı, Vera Figner'de
sarsılmaz bir şekilde yerleşmiştir. Haplarla, ilaçlarla ve ilaç
karışımları ile halkına yardım edemeyeceğini gittikçe daha çok
anlamaktadır. Görevini sosyalist fikirleri yaymak ve bu fikirler uğruna
savaş çağrısında bulunmakta görür.

1875 Aralık'ında bitirme sınavlarına girmeden üniversiteden ayrılır:
"Hareketimin sözlerimle çelişmemesi için Rusya'ya geri dönmeye karar
verdim."

Geri dönüşünün hemen ardından aceleci heyecanının tek başına yeterli
olmayacağını anlar. İşçilerin ve köylülerin kafasına yeni fikirleri
sokmak güzel de, ya bu insanlar bu fikirleri anlayamayacak durumda
iseler? Önce halkın kültür seviyesini yukarı çekmek gereklidir.

Vera ve kız kardeşi Eugenie'nin (o da bu arada aynı şekilde harekete
katılmıştır) yerleştikleri şehirde örneğin bir okul bile yoktur. Bu
durumda Eugenie çocuklara ve yetişkinlere ücretsiz ders vermeye başlar.
Vera ise doktorluk görevini üstlenir. Ama asıl işleri mesai bitiminden
sonradır. İki kardeş ev ev dolaşarak birkaç dua ve imparatorluk
hanedanının bir listesinden başka kültür bilgisi olmayan köylülere kitap
okur ve onlara düşüncelerini ve hedeflerini anlatırlar. Günün birinde
demokratik Rusya'da politik sorumluluğu üstlenecek olan halka
bildiklerini aktarmak, en önemli görevleridir.

Vera şöyle anlatır: "Köylüler hep köy yaşamı, toprak sorunları, toprak
sahipleri ile ilişkiler ve resmi makamlar hakkında konuşmamızı dinlemek
istiyordu." O yıllarda yeni toplumsal düzen için büyük bir sessizlikle
yılmadan çalışanlar sadece Figner kardeşler değildir.

1874'te Rus Adalet Bakanı Kont Konstantin von der Pahlen, "Tüm kentler
devrimci hücrelerden oluşan sıkı bir ağla kaplanmış," diye Çar'a rapor
verir. Devrimciler arasında kuvvet kullanmadan, yorulmadan çalışmanın
giderek yararsız kalacağı inancı büyümektedir. Yeni bir parti kurarlar:
"Halkın İradesi" (Narodnaya Volya). Vera Figner'in de içinde bulunduğu
bu gizli örgüt Çar'ı ölüme mahkûm eder. Çünkü, "Yalnız Çarın ölümü
kamusal yaşamda bir değişim yaratabilirdi."

Çar II. Aleksandr iki suikasttan tesadüfen kurtulur. Polis önlemlerini
artırır. 1880'de Rus mahkemelerinde toplam 127 siyasi suç davasına
bakılır ve 1770 kişi gözaltına alınır.

13 Mart 1881, Petersburg. "Tüm geçmişimizi, devrimci geleceğimizi,
hepsini bu karta oynadık... Eylem, eylem! Her ne pahasına olursa olsun
eylem yapmak gerek!" diye yazar Vera Figner bugünün hazırlığını
yaparken. Çar o gün öğleden sonra kuzinlerinden birine çaya davetlidir.
Dönüş yolunda Katerina Kanalı yanında dört bombacı onu beklemektedir.
İlk bomba atlı arabanın altından geçerek karda patlar. O zaman ikinci
adam bombasıyla öne koşar ve bombayı arabanın tam yanında ateşler.

Suikast başarılı olur. Ağır yaralanan Çar sadece birkaç saat yaşar.
Suikastçi Grinevyetski, kendi bombasının kurbanı olur. Bundan sonraki
günlerde "Halkın İradesi" partisinin suikastla ilişkisi olabilecek tüm
üyeleri tek tek tutuklanır. Fakat devrimcilerin bekledikleri gibi bir
halk ayaklanması olmaz.

Vera Figner, "Toplum suskunluk içinde bekliyordu... Tarih bize karşıydı.
Olayların gidişinden -toplumun ve halkın genel siyasal gelişiminden- 25
yıl kadar erken davranmış ve yapayalnız kalmıştık." Fakat ilk kez
şaşırtıcı bir gerçek ortaya çıkmıştır: Bu gizli örgütün liderlerinin
"kadınlar" oldukları. Devrimci kadınlar, radikal grupların liderleri
kadınlar, eylemlerinin hangi sonuçlan birlikte getireceğini bilen
kadınlar. Bunlardan Sofya Perovskaya 15 Nisan 1881'de asılır.

Üç yıl sonra, 32 yaşındayken, Vera Figner devrimci faaliyetleri yüzünden
ölüm cezasına çarptırılır ve karar ömür boyu zindan hapsine çevrilir.
"Çok şükür, bu korkunç kadın nihayet hapse atıldı!" diye bağırır,
öldürülen II. Aleksandr'ın yerine geçen III. Aleksandr, Vera'nın
tutuklandığını haber alınca.

Suçlu son sözünde kendisini hangi nedenin "şiddete başvurma yoluna"
ittiğini açıklar: "Özgürlük yolunda gidemiyordum: Bilindiği gibi basın
özgürlüğümüz yok. Basın özgürlüğü olmayınca da belli düşünceleri basılı
sözlerle yaymayı düşünmek imkânsızdır. Toplumumuzun herhangi bir organı
bana şiddet kullanmaktan başka bir yol gösterseydi, o yolu seçme
olasılığı doğardı; kesin olan şu ki en azından bir denerdim... Hem
başkalarından hem de kendimden kararlılık ve sözle eylem birliği
bekledim hep. Sadece şiddet kullanarak bir şey elde edilebileceğine
kuramsal olarak inanmışsam, o zaman ait olduğum örgütün başvurduğu
şiddet yöntemlerine katılmakla da sorumluydum. Etkinlik alanım içinde
olan programda benim için en değerli yan, totaliter rejimin yok
edilmesiydi. Programımızın öngördüğü bir cumhuriyet veya parlamentoya
bağlı krallık mıydı -buna şimdi pratik bir anlam vermek istemiyorum.
Yani bir cumhuriyet kurma gayreti içinde de olsa -pratikte toplum sadece
kendisinin hazır olduğunu gösterdiği devlet şeklini kabul edecektir- bu
sorunun benim için hiçbir özel anlamı yok. Ana mesele, kişiliklerin
kendi güçlerini her yönden geliştireceği ve bu güçleri tümüyle toplumun
hizmetine sunacağı olanakların bizde de yaratılması. Bizde bulunan
şeylere bakınca bu olanakların bulunmadığını görüyorum."

Vera Figner "Diri diri gömüldüğü" zindanda Rus Devrimi'ni de yaşayacak,
fakat gene de 1904'te serbest bırakıldığında şunu fark edecektir:
"Bundan sonraki kuşakta yaşamaya devam edecek bir iz bıraktım."

Vera Figner Schlüsselburg kalesindeki yirmi yıllık hapis hayatını
Rusya'da Gece adlı kitabının ikinci cildinde anlatır. Karanlık tablolar,
uçurum gibi derin çaresizlik sahneleri ve sonra da şu tür anlar:
Haberleşme hakkı elinden alınmak istendiğinde, tüm gücüyle direnir.
Evet, hatta görevini yerine getiren müfettişin üniformasındaki
apoletleri kopartır. Çünkü, "Yıldırım hızıyla bir düşünce aktı
benliğimde ve tüm tereddütleri ortadan kaldırdı: 'Sadece eylem içinde
gücünü anlayabilirsin'... Büyük bir sevinç doldurdu içimi. İçimde
şiddetli bir protesto için güç bulduğumda, o kadar huzurluydum ki."

Durmadan şiddetli protestolara kalkışır ve bu yolla gerçekten tutukluluk
şartlarının yavaş yavaş değişmesini sağlar. Yemekler düzelir, gezinti
yapmasına izin verilir, kitaplar temin edilir ve hapishanedekiler
atölyelerde çalışabilirler.

Yeni gelen bir tutukludan bu arada dışarıda ne olup bittiğini
duyduğunda, Vera Figner zindanda on yedinci yılını doldurmuştur: "Yeni
gelen tutuklunun dediğine göre Rusya'da her şey hareket halindeydi:
Seksenli yıllarda varlığı bile fark edilmeyen bir işçi sınıfı, Batı
Avrupa'dakiler gibi bağımsız bir sınıf vardı. Bir sosyal etken olarak
ortaya çıkan bu sınıf ekonomik durumlarının iyileştirilmesini talep
ediyor, grevler düzenliyor, on binlerce işçiyi peşlerinden sürükleyip
gücünü sokaklarda gösteriye dönüştürüyordu... Her şehirde şimdi izinsiz
kurulmuş devrimci gazeteler, çağrılar, el bildirileri basan matbaalar
vardı."

1904'te Vera Figner kanser hastası annesinin af dilekçesi üzerine
hapisten çıkarılarak ülke dışına sürgüne gönderilir. 1915 yılına kadar
yurtdışında yaşar. 1916 Aralık'ında Petersburg'a geri döner ve orada
Şubat Devrimi'ne tanık olur.

Hapisten çıkışından sonraki yıllarda artık politika yapamaz. Hatta
sosyal devrimci bir partiye katılmayı dener, ama şunu anlamak zorunda
kalır: "Yaşamdan uzun yıllar koptuğum için bir hamlede siyasal
partilerin evrimine, devrimci âdet ve ilişkilere yetişmem mümkün değildi
artık. Tamamen yeni koşullarda kendimi yabancı, soyutlanmış, faydasız
hissediyordum. Bu nedenle başka bir alanda çalıştım." 1942 yılında
ölümüne kadar, kendisini kırsal kesimdeki eğitim ve öğretim kurumlarının
iyileştirmesine adar.

Yaşamının yirmi yılı çalınmış bu kadın, politik faaliyetleri için ödemek
zorunda kaldığı bedeli çok mu yüksek buluyordu? Hayır. "Tüm zorlu
sınavlara rağmen," diye yazar, "ödemek zorunda kaldığım bedel fazla
yüksek değildi."
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Tarihin İçinden Kadınlar Empty
MesajKonu: Geri: Tarihin İçinden Kadınlar   Tarihin İçinden Kadınlar EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:28 am

Clara Zetkin

DÖNEMİNDEKİ ÖNEMLİ OLAYLAR (1857-1933)

1864 Karl Marx tarafından Londra'da I. Enternasyonalin kurulması.
1889 Paris'te II. Enternasyonalin kuruluş kongresinde Clara Zetkin ilk
kadın konuşmacı olur.
1889 Adolf Hitler'in doğum yılı.
1891 Clara Zetkin Eşitliksin yazı işlerini üstlenir (1916'ya kadar).
1903-1904 Kırımçov tekstil işçileri grevinde grevcilerin yarıdan çoğu
kadındır.
1905 Rusya'da devrim. Kısmi başarı. Çar Rusya'da Meşrutiyet Anayasası'nı
kabul eder.
1914 Birinci Dünya Savaşı'nın başlaması.
1917 (Bağımsız Sosyal Demokrat Parti'nin) kuruluşu.
1918 Almanya Komünist Partisi'nin kuruluşu (Spartakus Birliği).
1923 Anneler Günü Amerika'dan Almanya'ya gelir.
1925 Adolf Hitler NSDAP'yi (Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi)
yeniden kurar.
1931 Almanya'da bir milyondan fazla kadın işsizdir.
1933 Clara Zetkin'in öldüğü yıl, Hitler başbakan olur.

"HAYATIN OLDUĞU YERDE SAVAŞMAK İSTİYORUM."

Evet, korkmaktadır. Kadınların ve genç kızların çoğunun tanıdığı bir
korku. Toplum önünde sesini yükselterek konuşmak: İşte bu olmamalıdır.
Bir keresinde halka açık bir toplantıda konuşma sırası kendisine
geldiğinde, o kadar dolu olmasına rağmen, sesini hafifçe yükselterek,
konuşmaktan vazgeçtiğini söyler.

Eakat bu kez, Paris'te 1889'daki II. Enternasyonal'in kuruluş
kongresinde ismi okunduğunda bu korkuyu yener, "Söz sırası yurttaş
Zetkin'in". Başlangıçta tutuk, sonra gittikçe kendisinden daha emin ve
daha akıcı bir dille, 32 yaşındaki Clara Zetkin ilk büyük konuşmasında
kızların ve kadınların davasını temsil eder: Konuşma metninin başlığı,
"Kadının kurtuluşu içiıV'dir. "Sosyalistler bilmek zorundadır ki;
günümüzdeki ekonomik gelişmede kadınların çalışması bir zorunluluktur...
Sosyalistler her şeyden önce bilmelidir ki, ekonomik bağımlılık veya
bağımsızlık, sosyal kölelik veya özgürlükle ilintilidir.

"İnsan suretindeki her şeyin kurtuluşunu slogan edinmiş olanlar, insan
cinsiyetinin bir yarısını ekonomik bağımlılıkla siyasal ve sosyal
köleliğe mahkûm edemezler. İşçiler kapitalistler tarafından nasıl
boyunduruk altına alınmışlarsa, kadın da erkek tarafından öylesine
boyunduruk altına alınmıştır ve ekonomik özgürlüğüne kavuşmadığı sürece
de öyle kalacaktır. Kadınların ekonomik bağımsızlıkları için en gerekli
şart çalışmaktır...

"Kadın işçiler kadının özgürlüğünün ayrı değil, büyük sosyal sorunun bir
parçası olduğundan tamamen emindirler. Bu sorunun bugünkü toplumda
hiçbir zaman çözülemeyeceğinin, ancak toplumun köklü değişiminden sonra
bunun mümkün olabileceğinin de bilincindedirler... Kadının özgürlüğü,
tüm insanoğlunun özgürlüğü gibi, yalnızca emeğin sermayenin
boyunduruğundan kurtulmasıyla olacaktır. Sadece sosyalist toplumda,
kadınların işçiler gibi haklarının tam sahibi olması mümkündür."

Clara Zetkin sosyalist partilerde hakları için savaşmak isteyen kadına
tercüman olmaktadır. "Erkeğin desteği olmadan," diye açıklar, "evet,
hatta genellikle erkeklerin iradesine karşın, kadınlar sosyalist bayrak
altına girmişlerdir... Fakat onlar şimdi bu bayrak altında duruyorlar ve
burada kalacaklar! Burada özgürlükleri için, eşit haklara sahip insan
olarak kabul edilmeleri için savaşıyorlar.

Sosyalist işçi partisi ile el ele yürüyerek savaşın tüm zorluğuna ve
gerektirdiği özverilere katılmaya hazır oldukları gibi, zaferden sonra
da elde ettikleri tüm hakları korumaya kesin kararlıdırlar." Paris
kongresindeki bu konuşma sadece Clara Zetkin'in ilk büyük konuşması
değildir. Bu konuşma uluslararası bir topluluk önünde cinsinin eşitlik
hakları için savaş veren ve "Kadın ve Sosyalizm" konusunu gündeme
getiren bir kadının tarihteki ilk konuşmasıdır. "Sanki kanat takmışım
gibi geldi bana," der Clara Zetkin konuşmasını bitirdiğinde.

Onun tutkuyla dile getirdiği talepler yankısız kalmaz. Alman sosyal
demokrasisi bir yıl sonra yeni programını bitirdiğinde bu programın
içinde kadının ekonomik, siyasal ve hukuksal eşitliği de vardır. Bu
konuda ilk dürtüyü yapan Clara Zetkin sonraki yıllarda parti
toplantılarında, uluslararası kongrelerde ve parlamentolarda daha
yüzlerce konuşma yapar.

"Yaşamın olduğu yerde savaşmak istiyorum" sloganı onun yaratışıdır. Bu
noktaya nasıl varmıştır? Bu genç Alman kadın neden ille de Sosyal
Demokrat Parti'ye katılmıştır? Bir köy öğretmeninin kızı olan Clara
Eissner, Chemnitz yakınındaki Wiederau'da yetişir: Öğrenmeye hevesli,
köy gençliğinin oyunlarında tartışmasız önder olan, eyleme susamış bir
kız. Günün birinde babasının kütüphanesinde Papa'ya karşı ayaklanmaların
bir hikâyesini bulur. Yakılmak için odun yığınları üstüne bağlı
olduklarında bile inançlarından dönmeyen bu kadın ve erkeklerden çok
etkilenmiştir.

"Onlardan, daha çocukken, insanın inancı uğruna ölmeye hazır olması
gerektiğini öğrendim," diye anlatır hayatının sonunda. 1872'de Eissner
ailesi Leipzig'e taşınır. Clara öğretmen olmak ister. Gerçekleşmesi
kolay olmayan bir arzudur bu. Çünkü devlet o zamanlar kızların yüksek
öğrenim görmesi ve kadın öğretmen yetiştirilmesi ile ilgilenmemektedir
ve kadınlar kamusal eğitimin henüz her dalında çalışamamaktadır.

Kadın öğretmenlere daha ziyade el işleri dersinde ihtiyaç duyulmaktadır.
Diğer dersler için bir kadının zihinsel yetenekleri yeterli görülmez...
Fakat Clara daha fazlasını ister. Leipzig'de Auguste Schmidt tarafından
yönetilen özel kadın öğretmenlik kursunda bir yer bulmayı başarır.

Kadınlar için kurulan ilk geliştirme okuludur bu. Eğitimde ve mesleki
yaşamda kadın hakları için savaşan güçlü bir kadın olan Auguste Schmidt,
kız öğrencilerinden titiz, sorumluluk duygusu içinde bir çalışma ister.
Clara bu katı disiplinli okulun öğretmenine daima minnettar kalmıştır,
"Onu yaşam için, mücadele için bana öğrettiklerinden dolayı saygıyla
anıyorum."

Leipzig'deki kurs döneminde Clara, devrimci düşünceleri ve eylemleri
yüzünden ülkelerinden sürülen ve şimdi Leipzig'de öğrenim gören bir grup
Rus öğrenciyle tanışır. Onlardan sosyalizm ve komünizm kavramlarının
ortaya çıktığı tartışmaları dinler. Karl Marx ve Friedrich Engels
isimlerini ilk kez işitir. Clara sorular sorar ve Marx ile Engels'in
yazdıklarını okumaya başlar.

Rus öğrencilerden biri olan Ossip Zetkin, Clara'nın en yakın arkadaşı ve
dostu olur. Sık sık kendisini sosyal demokratların toplantılarına
götürür. Genç kadının dinlediği her konferans onu mücadele veren işçi
sınıfının düşünce dünyasına daha fazla sokar. Kursta öğretmenleri onu,
"sosyalist düşünceleri savunduğunda rahatsız edici" bulurlar. Bitirme
sınavlarını "pekiyi" ile geçer. Aynı yıl 1878'de Sosyalistler Yasası
yürürlüğe girer. Bu yasa eyalet polis müdürlüklerine yerel sosyal
demokrat cemiyetleri, sendikaları ve işçi eğitim cemiyetlerini yasaklama
yetkisi vermektedir.

Birdenbire parti ve onunla birlikte tüm işçi örgütleri yasadışı olur,
tüm yayınları yasaklanır. Clara Zetkin bu zaman içinde geçimini Leipzig
yakınlarında bir çiftlik sahibinin yanında mürebbiyelikle sağlamaktadır,
fakat partinin yasadışı çalışmalarına katılmaya devam eder.

1880'de Ossip Zetkin Leipzig'den sürülür: iki yıl sonra Clara onun
ardından Paris'e gider. Evlenirler. 1883 ve 1885'te iki oğulları Maksim
ve Kostya dünyaya gelirler. Kısa bir zaman sonra Ossip Zetkin ağır
hastalanır. 1889'un Ocak ayı sonunda ölür.

Clara Zetkin yıllar sonra bir kız arkadaşına kocasının ölümünü yazarken,
"Sanki benim hayatım da durmuştu," der; "o zaman sadece çocuklarım
uğruna hayata geri döndüm; ve tam adını koyarsak, sosyalist devrim
savaşçısı bir kadın olarak verdiğim uğraş sayesinde." Uğraşı: Clara
Zetkin Paris'te sürgündeyken sürekli Alman ve Fransız işçi
hareketleriyle ilgilenir ve bu sırada iki temel sorunla karşılaşır:

Sosyalist toplumda kadının yeri nerededir?
Sosyalistler kadınları nasıl uyandırıp mücadelenin içine çekebilirler?

Bu konuya ilişkin ilk büyük katkısını Paris'teki II. Enternasyonal'in
kuruluş kongresinde yapar. Büyük bir halk topluluğu önünde
düşündüklerini söyleme korkusunu yendiği anda, uluslararası kamuoyunun
kapıları ona açılır.

Eylül 1890: Sosyal demokratlara karşı tedbir yasaları kaldırılır. Clara
Zetkin iki çocuğuyla vatanına geri döner ve Stuttgart'ta yerleşir. Kadın
işçilerin çıkarını kollayan Eşitlik adlı bir derginin kurucu ortağı ve
yöneticisi olur. 25 yıl boyunca bu dergide Clara Zetkin'in elinden kalem
düşmez.

İlk yılların Eşitlik dergisinin sayfalan çevrilirse, kadın işçi hareketi
gelişiminin canlı tabloları görülür. O sayılarda kadının istismarının
afişe edildiği makaleler vardır. Bu dergilerde jüt iplik fabrikasında
bir kadın işçinin Bremen'de 14 fenikten 15 feniğe kadar saat ücreti
aldığı okunur. Çoğu, haftada yalnız bir kez sıcak öğle yemeği
yiyebilmektedir... İki, üç marka kadar haftalıklarla, fırınlanmış
porselenleri fırınlardan dışarı çıkaran Saksonyalı kadınlar çok sıcak
olduğu için sadece bir gömlek giymektedirler ve cereyanda kalıp hemen
hepsi romatizma hastalığına yakalanırlar...

Dresdenli tütün işçileri; "içimizden biri mesai sırasında gülecek olsa
bu ölümcül suçun bedelini 50 fenik ceza ile ödemek zorundaydı," diye
anlatırlar. Ayna sırlayıcılarının çalışma koşulları hakkında profesörün
biri şu ifadeyi kullanır, "Korkunç cıva zehirlenmeleri, devamlı düşük ve
ölü çocuk doğumları." Baskı altındaki bu kadınların büyük bir bölümünü
sınıf mücadelesi için kazanmak, Clara Zetkin'in de bildiği gibi, kolay
bir iş değildir. Fakat bunu yapmak onun görevidir!"

1905 yılından itibaren eğitimini tamamlamış olan öğretmen Clara Zetkin
kendisini yürekten istediği bir konuya adar: Pedagojik çalışma. Bundan
böyle Eşitlik dergisi düzenli olarak iki ek çıkarır. Eklerden biri
"Analarımız ve ev kadınlarımız için", diğeri de "çocuklarımız için"dir.

Clara Zetkin'in istediği, ana-babalara ve yetişmekte olanlara "Gerçek
insanlığın temel ilkelerini" açıklamaktır. Çocukların eğitimi -her zaman
vurguladığı gibi- ev, toplumsal düzen, ana ve babanın birlikte uyum
içinde meydana getirdiği bir eser olmalıdır. Çocuğun yaradılışında
ana-babanın özellikleri nasıl karışıyorsa, eğitimde de (yaradılışın
ikinci bölümünde ve genellikle en önemlisinde) aynı şekilde uyum içinde
birleşmelidirler ki, her iki tarafın da en iyi yanı çiçek açabilsin."

Ağustos 1907: Sosyalist kadınların ilk uluslararası toplantısına 14
ülkeden 56 delege katılır. Bu kadınlar Clara Zetkin'i uluslararası
sekreterliğe seçer ve Eşitlik dergisini uluslararası yayın organı olarak
belirlerler.

Ağustos 1910: İkinci uluslararası kadınlar konferansında katılımcı
kadınlar, her yıl uluslararası bir kadınlar günü kutlanmasını
kararlaştırır. İlk önce, mart ayındaki bu gün, kadınların seçme hakkı
için propaganda yapmaya hizmet edecektir. "Yaşasın kadınların oy hakkı!"
Bir yıl sonra Alman kadınlar mart ayındaki "kendi günlerinde"
caddelerde bu sloganı pankartlara yazarlar. Clara Zetkin Eşitlik
dergisinde bunu, "Dünyanın şimdiye kadar gördüğü, kadının eşitliği için
yapılan en görkemli gösteri," diye haber verir.

Bir zamanlar konuşmacı kürsüsüne korka korka çıkan Clara Zetkin, artık
birçok saflarda korkulan, uzlaşmak bilmeyen bir savaşçıdır. Onun için en
büyük darbe 1908'de (bu yıldan itibaren nihayet kadınlar da partilere
üye olabilecektir) yönetime seçilmemesidir. Rosa Luxemburg, Karl
Liebknecht ve Fransız Mchring gibi partinin sol devrimci kanadına
aittir.

Alman kadın hareketlerinde de "ılımlılara" saldırır Clara Zetkin. 1905
yılında "Anneleri Koruma Derneği"ni kuran Helene Stöcker ile arkadaş
olur. Helene Stöcker evlenmeden anne olanlar için de hamileliği önleyici
korunma ilaçlarının serbestçe dağıtımını ve kürtajın yasallaşmasını
talep etmektedir.

Anaları Koruma Derneği, Alman kadın dernekleri birliğine kabul edilmez.
Kadın hareketleri arasında, "ılımlılar" cinsel sorunlar karşısında çok
çekimser davranırlar. Helene Stöcker ve Clara Zetkin bu tavrı
yargılarlar. Bu iki kadının dostluğu Clara Zetkin'in ölümüne kadar
sürmüştür.

Clara Zetkin 1929-1931 arasında yılın sadece bir kısmını Almanya'da
geçirirken (diğer kısmını Rusya'da geçirir) kendisini sürekli ziyarete
gelen nadir kişilerden biri Helene Stöcker'dir. Son ortak çalışmaları
1932'de Amsterdam'daki savaşa karşı yapılacak kongrenin ön hazırlıkları
olur.

Daha 1912 yılında Clara Zetkin uluslararası sosyalistler kongresinde,
Basel'de dünya kadınlarını barışın korunmasına aktif olarak katılmaya
çağırmıştır. Son ana kadar Eşitlik dergisinde de yaklaşan savaş
felaketine karşı savaşır. Savaşın sürdüğü 1915'te Almanya'da illegal
olarak bir manifesto yayınlar: "Savaşı Bırakın!" "Vatana ihanete
teşebbüs"ten tutuklanır. Serbest kalır kalmaz, savaşa karşı yasadışı
mücadeleye devam eder. En ağır darbeyi yiyinceye kadar: Parti yönetimi
Eşitliksin redaksiyonunu elinden alır. 60 yaşındaki Clara Zetkin yeni
bir başlangıç arar.

"Her şey beni Rusya'ya çekiyor. Rusların arasında yeni vatanımı buldum,
politik açıdan, insanlık açısından, onların arasında sonuna kadar
çalışmak ve savaşmak istiyorum."

Bunu 1917'de Rus işçi ve köylüleri Çar'ı devirdiklerinde yazmıştır.
Lenin'le uzun konuşmalar yapar ve bunları Lenin ile Anılar kitabında
yayınlar. 1920'de Alman parlamentosunda yeni kurulan Komünist Parti'nin
baş adayı seçilir. Komünist Enternasyonal'in kadınların çalışma
hayatıyla ilgili temel esaslarını hazırlar.

Ölümünden bir yıl önce, 75 yaşındayken hâlâ Berlin'deki Alman
parlamentosunun kürsüsünden faşist tehlikeye karşı hararetli bir konuşma
yapmıştır.

"Konuşuyor. Tek başına bir kadın gibi değil, kendisi için büyük bir
gerçeği bulmuş bir kadın gibi... Daha çok bir sınıfa ait tüm kadınların
ne düşündüğünü ifade etmek için, tüm diğer kadınlar için varolan bir
kadın gibi konuşuyor. Düşünceleri baskı altında tutulan bir sınıfın
ortasında, düşüncesi baskıya rağmen gelişmiş bir kadın gibi konuşuyor.
Binlerce ve milyonlarca kadın onunla aynı şeyi söyledikleri için, ne
söylüyorsa doğru. O yarınların kadını; ya da ifade etme yürekliliğini
gösterirsek: O bugünün kadını."

Fransız ozan Louis Aragon, Basel Çanları romanında Clara Zetkin'in
toplum karşısına çıkışını -başlangıçta topluluk karşısında konuşmak
zorunda kalmaktan korktuğu kadar hiçbir şeyden korkmamış olan bir
kadının konuşma tarzını- bu cümlelerle anlatır.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Tarihin İçinden Kadınlar Empty
MesajKonu: Geri: Tarihin İçinden Kadınlar   Tarihin İçinden Kadınlar EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:29 am

Lily Braun

DÖNEMİNDEKİ ÖNEMLİ OLAYLAR (1865-1916)

1865 Lily Braun'un doğduğu yılda Louise Otto Peters ve Auguste Schmidt,
Leipzig'de "Alman Kadınları Birliği"ni kurarlar.
1872 Hedwig Dohm iddialı yazılarını yayınlamaya başlar.
1873 Burjuva kadın haklarının "radikal" denen sol kanadının, kadınlar
için yayınladığı Kadın Hareketleri dergisi piyasaya çıkar.
1879 İsviçre'de August Bebel'in Kadın ve Sosyalizm adlı eseri
yayınlanır.
1891 Bismarck'ın Sosyalistler Yasası yürürlükten kalktıktan sonra
(1890), Clara Zetkin'in Eşitlik dergisi yayınlanır.
1894 Berlin'de "Burjuva Kadınlar Cemiyeti Kongresi" yapılır.
1895 Lily Braun kadınların oy hakkı için konuşma yapar.
1901 Lily Braun'un Kadın Sorunları yayınlanır.
1905 Helene Stöcker'in gayretiyle Berlin'de "Anaları Koruma ve Cinsel
Reform Birliği" kurulur.
1906 Finli kadınlar oy haklarını elde ederler.
1906 Helene Lange ve Gertrud Baumer tarafından Kadın Hareketlerinin El
Kitabı, beş cilt halinde yayınlanır.
1908 Danimarkalı kadınlar oy haklarını elde ederler.
1911 İzlanda, kadınlara oy hakkı ve tüm kurumlara (kültür kurumlarına
da) girme hakkı verir.
1914 Birinci Dünya Savaşı'nın başlangıcı.

"KADINLARIN YÜREĞİNE TEDAVİ EDİLEBİLİR HOŞNUTSUZLUKLAR EKİN!"

General kızı genç Lily von Kretschman'a erken yaşlardan beri şu üç ana
fikir işlenmeye çalışılmaktadır:

"İyi terbiye görmüş bir kız duygularını açığa vurmaz." "Bir kadın
kendisi için değil başkaları için yaşamalıdır." "Kadınların kendilerine
ait olmadıklarını bir an önce öğrenmek zorundasın."

Bu üç cümle de gelişim çağındaki kızı öfkelendirir. Fakat bunlara karşı
çıkmaya cesaret edemez. Ama bir keresinde... Lily 14 yaşındadır ve
Konfirmasyon'una çok az kalmıştır. Bir gün rahibi ziyarete gider ve
kişisel dini inançlarını yazılı olarak önüne koyar.

Yazıda şöyle der, "Ben bu Tanrı'ya inanmıyorum. Dünyayı altı günde
yarattığına, insanı kendi suretinde yarattığına inanmıyorum. İncil'deki
kıssadan hisseli masal öykülerinden çok bilime inanıyorum. İsa'ya
inanmıyorum, çünkü Tanrı'nın insan olduğuna inanmayı dinsizlik olarak
görüyorum. Onun ne kusursuz hamilelik sonucu doğuşuna, ne cehenneme ne
cennete gidişine, ne de mucizelerine inanıyorum. Bu kutsal ruha
inanmıyorum. Öldüren, yakan, kovalayan, taşlayan, ruhlara işkence eden,
gerçekleri inkâr eden kutsal Hıristiyan kilisesine inanmıyorum.
Günahların affedilmesine inanmıyorum, çünkü günah sadece sevaplarla
affettirir kendisini. İnsanın bedensel dirilişine inanmıyorum, çünkü
bilimsel olarak imkânsızdır."

Lily kendisinin başka bir inanca zorlanmasına kesinlikle karşıdır: Bir
skandal! Şikâyetler, sitemler, tehditlere karşın pes etmez. Kaçmaya
karar verir. Gerekli parayı sağlamak için gizlice mücevherlerini satar.
Anne ve babası bunun farkına varır. "Korkunç bir sahne," diyecektir daha
sonraki Anılarında. "Babam kendisini bile tanımıyordu artık. Temiz adım
lekelendi,' diye inliyordu; 'kendimi vurmam lazım! Bu ayıpla
yaşayamam!'"

Lily bu tehditleri yetişkin olarak da sık duyacaktır. Fakat şimdilik
"korkunç cesareti" kırılmıştır. Kiliseye kabul törenine katılmak zorunda
kalır ve eğitiminin son rötuşlarının yapılabilmesi için daha sonra
halasına gönderilir.

"Sanki karşılığında para alıyormuşum gibi eski Alman stili örtüleri
işledim. Saatlerce piyano başında yeteneksizliğimle savaşıyordum. Azimle
zenci çocukları için çorap örüyordum," diye tanımlar bu eğitimi.

"Kendimi yine başkalarının idaresine bırakmıştım. Fakat içimdeki boşluk
kalmıştı." Geriye dönüp baktığında bu tür eğitimden ne sonuç çıktığını
görünce korkar.

Kuzeni Mathilde'ye gönderdiği bir mektupta, "Tüm genç kadınların ağzında
kadercilik var. Bunun bir düş kırıklığının ifadesi olduğunu sanıyorum,"
der. Belki de en iyisi geleceği fazla düşünmek yerine çekici bir
general kızı olarak hayatın tadını çıkarmaktır... Son moda makyajıyla
donanmış olan Lily sosyeteye karışır.

Başarılıdır. İnsanlar etrafında dolaşır. Aşk maceraları yaşar ve evlenme
teklifleri alır. "Çok eğlendim!" diye yazar günlüğüne durmadan. Saraylı
bir kadının meslek sahibi olması söz konusu bile değildir. Böyle
şeyleri ciddiye almaz.

Lily'nin babası General von Kretschman gözden düşer ve azledilir. 24
yaşındaki Lily bu arada büyükannesinden bir mektup alır. Jenny von
Gustedt torununa yazdığı mektupta şöyle der: "Evlilik ender rastlanan
bir şans işidir, özellikle balo salonlarında kararı verilen türden bir
evlilik. Tanrı sana öyle yetenekler vermiş ki, doğal kadınlık dünyanın
dışında seni ve başkalarını tatmin edecek bir yaşam biçimi bulacaksın...
Bu nedenle sana verebileceğim belki de son öğüt şudur: Kendi
ayaklarının üstünde dur."

Lily'nin büyükannesi gerçekten dış görünüşüyle eğlence delisi bir kız
görünümü veren Lily'nin içinde ne fırtınalar koptuğunu hissedebilen tek
kişidir. Weimar sarayı döneminden kalma belgeleri, mektupları ve kendi
yazdığı kitabı miras bırakır torununa. Büyükannesinin derlediği kitabın
adı Goethe'nin Arkadaş Çevresinden Barones Jenny von Gustedt'in
Anılan'dır.

Lily, hayatında ilk kez bir konuda ciddi şekilde çalışmakta ve kendisini
gururlu, özgür ve bağımsız hissetmektedir. İleride günlüğünde
"hayatımın en güzel yılı" dediği 1891 yılında üniversite profesörü Georg
von Gizycki ile tanışır. Etik Kültür adındaki topluluğun ve aynı adla
çıkan derginin kurucusu olan bu adamın etkisiyle Lily Amerikan ve
İngiliz kadın hareketleri edebiyatına dalar.

Bebel'in Kadın ve Sosyalizmdim okur. Soylu bir genç kız olarak baba
evinde oluşan zihniyetinin içindeki tüm değerler ve ölçüler yer
değiştirir: "Sosyalizm, dar kafalı, nasırlı yumruklarıyla erkekler,
veremli kadınlar ve yaşlı suratlı çocuklar, kin dolu çehreler,
hayatımızı güzel ve zengin yapan her şeyi tehdit eden yumruklar."

Lily'ye aile ve tanıdık çevresince sosyalizm hakkında böyle bir tablo
çizilmiştir. Şimdi ise böylesine korkulan sosyalizmin "herkes için eşit
haklar" istemesiyle, kendi cinsindekilerin kültürel, ekonomik ve politik
kurtuluşu için ne kadar gerekli olduğunu anlamaktadır, "Çoğunlukla
kendime özgü, çoktandır inandığım fikirleri yeniden buldukça sevinçten
kıs kıs gülüyordum. Mantığımın ayak uyduramadığı yerde duygularım evet
diyordu, evet."

Günler ve geceler boyunca okur, tartışır. Sanki hayatı yeni başlıyormuş
gibidir. İlk kompozisyonlarını, sosyalist ve kadın hareketinin güncel
sorunlarına ilişkin makalelerini Gizycki'nin dergisinde yayınlar. Hâlâ
baba evinde yaşamaktadır. Fakat gerçek evi Gizycki'nin yanıdır. "O beni
birdenbire kendisiyle barışık bir insan yaptı," diye ifade eder bunu.

Sonra Lily'nin gençliğindeki sahneler tekrarlanır: Babası intiharla
tehdit eder, Lily yeniden babasının adını kötüye çıkarmış ve şöhretini
bu kez de yazılarıyla ve G. von Gizycski ile evlenme arzusuyla
yıkmıştır. Profesör ağır hasta ve kötürümdür. "Biz aşk evliliği değil
dostluk ve iş evliliği yaparız, kadının da kendi emeğiyle ayakta
durabileceği, geleceğin insanları gibi yaşarız." Bu sözlerle Lily'ye
teklifte bulunur Gizycki. Lily onunla evlenince baba eviyle bağları
tamamen kopar.

"Her şeyden önce bir şeyi halletmek gerekiyordu; Alman kadın hareketini
öyle menekşe gibi durmaktan kurtarmak." Lily von Gizycki gelecek
yıllardaki en önemli görevi olarak görür bunu. Minna Cauer ile birlikte
kurdukları Kadın Hareketi dergisinde ve Kadınların Selameti'nin yönetim
kurulunda ileriye doğru itici bir güçtür. İlk Alman kadın hakları
savunucusu olarak 1895 yılında Berlin, Dresden ve Breslau'da kadınların
oy hakkı için konuşma yapar.

"Kadının Vatandaşlık Görevi" konferansının sonunda şöyle der: "Yer yer
dolaşıp tüm reformların anası olan, tedavi edilebilir her hoşnutsuzluğu,
kadınların yüreklerine ekmek istiyorum. Ve onların uyuyan vicdanlarını
sarsmak istiyorum ki, dünyadaki tüm sefaletin sorumluluğunu
taşıdığımızın bilincine varılsın. Fakat insanlığa hizmet eden herkesin
ruhunda olması gereken bir başka güçlü duygu da yürekler egemen olmak
zorundadır: Mutluluğun tüm insanlar için mümkün olduğu."

Kocası Georg von Gizycki 1895'in Mart ayında bu inançla ölür. Lily ise
bu inançla yaşamaya devam eder.

1896: Lily SPD politikacısı Heinrich Braun ile evlenir ve Sosyal
Demokrat Partisi'ne katılır. Bu adımı atmasından sonra Burjuva Kadın
Hareketlenendeki çalışması kendiliğinden yasaklanır.

"Önyargısız ve mantıklı düşünen ve kadın sorunlarıyla -hanım
sorunlarıyla değil kadın sorunlarının tümüyle- etraflıca ilgilenen kişi
mutlaka sosyal demokrasiye ulaşmak zorundadır!" diye bağırır Berlin
kadınlar kongresinde.

"Belki de ait olduğunuz toplumsal sınıfın mesleksiz, tatmin edilmemiş
kızlarından daha büyük, daha acıklı bir sefaletin var olduğunu; sizin
çevreniz dışında doktor kepi uğruna verilenden daha ciddi, daha kutsal
bir mücadelenin verildiğini duyacaksınız!"

Burjuva kadınları çok sarsılmışlardır. "Dinleyiciler bağırıyor ve
kıyameti koparıyorlardı," diye anımsar Lily Braun. "Başkan hanım büyük
bir kızgınlıkla çanı sallıyordu... Kürsüden indim. İki sıra halinde
dizilmiş insanların arasından geçerken sanki sıra dayağı yiyordum. İlk
sırada oturan şık sonbahar giysileri içindeki Berlinli kadınlar, toplum
içinde göstermeleri gereken kibarlıklarını kaybetmişlerdi. Islık
çalıyor, bana küfür ediyorlar, beyaz eldivenli yumruklarını tehlikeli
biçimde burnumun dibinde sallıyorlardı."

Bu tür deneyimlerine rağmen Lily Braun durmadan burjuva ve işçi kadın
hareketini birleştirmeye çalışır. Başarısız bir denemedir bu.

"Kadınlar sorunu hakkında bir kitap yok," der bir gün kocası, düşünceli
bir biçimde. "Şöyle gerçek olayların tanımından hareket eden, kadının
ekonomik, sosyal ve hukuki durumunu ele alan bir kitap olsaydı keşke..."

Bu düşünce Lily Braun'un peşini bırakmaz, "Heyecandan kalbim çarpıyordu.
Bu türden temel ilkeleri ortaya koyan, özetleyen bir kitap yoktu henüz.
Sadece benim için değil, tüm kadın hareketi için bir eksiklikti bu ve
bunun için kadın hareketi kararsız bir şekilde el yordamıyla hareket
ediyordu."

Kadın Sorunu hakkında bir kitabın ön çalışmalarına başlar. Bu arada anne
olmuştur ve şu gerçeği daha iyi anlar, "Çocuğumun doğumundan beri
kadının kurtuluşu sorunu benim için sadece bir kuram değil artık." Kendi
deneyimleri nedeniyle çalışan kadınlar için bir -analık sigortası-
planı geliştirir.

1901 yılında yayınlanan Kadın Sorunu kitabında bu plan önemli bir yer
alır. Doğumun dört hafta öncesinden sekiz hafta sonrasına kadar geçen
süre için ortalama ücret kadar bir para yardımı verilmesini, ücretsiz
doktor, ücretsiz ilaç, ücretsiz haftalık bakım ve bebek bakımı, ev içi
ihtiyaçların karşılanması ve mümkünse çocuk kreşlerinin kurulması
talebinde bulunur. Bunun için gerekli olan para, sigortalıların
aidatları yanında, genel olarak vergilerin yükseltilmesi ve bu konuda
belki de evli olmayan ve çocuksuz çiftlerin özellikle
bilinçlendirilmesiyle sağlanmalıdır.

Lily Braun bu tür isteklerde bulunan ilk Alman kadınıdır. "Evdeki
köleliğin" nasıl ortadan kaldırılabileceği konusundaki fikirleri de aynı
şekilde ilginçtir. Lily bunu her gün işi ve evi arasında mekik
dokuyarak yaşamaktadır. Evdeki ıvır zıvır işlerle uğraşarak değerli
zamanını kaybetmektedir. Yanında olmadığı zaman çocuğuna iyi bakılacak
mı, bakılmayacak mı, diye vicdan azabı çekmekten yakınır. Eve yardımcı
bir kadın alabildiği için durumunun imtiyazlı olduğunu da bilmektedir.
Kendisini fabrikadaki bir işçi kadının yerine koyduğunda, sorun
kafasından hiç çıkmaz.

"Evli bir kol ve kafa işçisi kadın, çifte yük altında inliyor," diye
yazar. "Her iki işi de tam olarak yapamıyor. Kadın işçinin yükünü, ne
mevcut olan ne de gerçekleştirilmesi düşünülen korumanın koşulları
hafifletiyor. Büyük olanaklar sağlanmadan, kadın mesleğini icra
edemiyor. Bu nedenle her ikisini de mümkün kılacak düzenin yaratılması
gerekmiyor."

Sonraları geliştirdiği bir model yurtdışında benzer düzenlemelere önayak
olur: "Böyle bir düzen, kooperatifçilikle kurulabilir. Bunun dış
görünümünü şöyle düşünüyorum: Büyük, güzel düzenlenmiş ağaçlıklı bir
bahçenin etrafına 50-60 konut yapılsın. Dairelerin mutfağı olmasın.
Sadece küçük bir odada hastalık hallerinde kullanılmak ya da küçük
çocukların bakımı amacıyla bir gazocağı bulunsun. 50-60 mutfak yerine
içinde aynı sayıda kadının yemek pişirebileceği, iş zamanını kısaltacak
tüm modern makinelerle donatılmış, giriş katında merkezi bir mutfak
kurulsun. Yakınında bir erzak deposu ile, otomatik çamaşır makinelerinin
bulunduğu bir çamaşırhane bulunsun. Aynı şekilde büyük bir yemek
salonu, hem toplantı için hem de çocukların gündüzleri oynaması için
ayrılabilir. Bunun hemen yanında küçük bir okuma odası olsun. Mesleği ev
ekonomisi olan tecrübeli bir kadın tüm ev işlerini yönetsin. Onun
emrinde 2-3 kız mutfakta çalışsın. Ev hizmetleriyle görevli olan bu
insanların ve ortak işe alınacak çocuk bakıcılarının kalacakları yerler
de aynı katta olsun. Yemekler isteğe göre yemek salonunda birlikte
yensin veya özel yemek asansörleriyle her kata iletilebilsin. Anneleri
işteyken, çocuklar salonda, ya da spor aletlerinin, kum havuzlarının
bulunduğu bahçede bakıcının gözetiminde oynasınlar."

Lily Braun'un kendisini adadığı üçüncü konu, "kadın hizmetçilerin
durumu"dur. Başlangıçta sosyal demokrat bir kadın olarak "açık bir
korkuyla" karşılanmasına rağmen (Biz krala bağlıyız! Biz Tanrı'dan
korkarız! diye bağrılır kendisine) hizmetçiler toplantısına düzenli
olarak katılır. Çok kararlı bir şekilde, bağımlı hizmetçilerin iş
güçlerini saat ücreti karşılığı satan serbest işçiler konumuna girmeleri
için mücadele eder. Kendi partisindeki yoldaşlar arasında ise, pek de
coşkulu karşılanmaz.

Çok mu kendi başına buyruktu? Sosyal demokrat kadın hareketinin resmi
politik ilkelerine uymamakta mıydı? Parti sözcüsü Clara Zetkin'in "Soylu
çevreden sosyalist kadın" demesi belli bir güvensizlikten mi
kaynaklanmaktaydı? Her ne ise, 1902'de Lily Braun, "güvensizlik" nedeni
ile Berlin Kadın Örgütü'nden atılır ve sosyalist Eşitlik dergisinde
yazılarının yayınlanmasına izin verilmez.

Ölümünden bir yıl önce, 50 yaşındaki Lily Braun oğlu Otto'ya yazdığı bir
mektupta, "Yalnız heyecan duyabilirsem bir işe sarılabilirim, benim
tarzım bu... Tutkuya ihtiyacım var," diye yazar. Bu tutkuyla da Lily
Braun birçok şeyi harekete geçirmiştir: Analık sigortasının, üyesi
olduğu partinin programına alınması, kooperatif modeline göre hizmet
evlerinin ve benzeri kuruluşların ortaya çıkması, hizmetçi kızların daha
fazla haklar ve daha iyi koşullar için mücadeleye yüreklendirilmeleri.
Fakat her şeyden önemlisi, kadınların kendi öz tarihlerim önemli bir
eserde okuma imkânına kavuşmaları.

Ama Lily Braun'un tutkunluğu onu hayatının son yıllarında yanlışlıklara
götürür. Birinci Dünya Savaşı sırasında kadınlara doğurganlık konusunda
teşvik edici konuşmalar yapar ve 17 yaşındaki oğlunun gönüllü olarak
savaşa gitmesine gururla izin verir. Oğlunun 21 yaşında bu savaşta
hayatını yitirmesini göremeyecektir. Oğlunun ölümünü görseydi, herhalde
"Kadınların duygusal edilgenliği" hakkında ölümünden kısa bir zaman önce
yayınladığı düşüncelerini geri alırdı...
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Tarihin İçinden Kadınlar Empty
MesajKonu: Geri: Tarihin İçinden Kadınlar   Tarihin İçinden Kadınlar EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:29 am

Kathe Kollwitz

DÖNEMİNDEKİ ÖNEMLİ OLAYLAR (1867-1945)

1696 Berlin'de (salt erkekler için bir Sanat Akademisi kurulur.
1844 Schlesien'de dokuma işçileri ayaklanır.
1889 Berlin'de Freie Bühne (Özgür Tiyatro) topluluğu kurulur. Sahnelenen
ilk oyun, Gerhart Hauptmann'ın Güneş Doğmadan Önce'sidir.
1893 Hauptmann'ın Weber\ (Dokuma İşçileri) Özgür Tiyatro'da sahnelenir.
1895 Kathe Kollwitz Dokuma İşçilerinin Ayaklanması konulu resim dizisine
başlar (6 gravür).
1901 Karl Fischer "Göçmen Kuşlar Gençlik Hareketini" kurar.
1914 Birinci Dünya Savaşı başlar.
1918 Savaşın bitiminden kısa bir zaman önce ozan Richard Denmel SPD
organı Vorwats'de "Dayanın!" çağrısında bulunur.
1918 Açık bir mektupla Kâthe Kollwitz, Dehmel'i "Artık kimse savaşta
ölmemeli!" diye yanıtlar.
1919 Richard Dehmel İnsanlık ve Halk Arasında adlı savaş günlüğünü
yayınlar.
1919 Kathe Kollwitz savaşta şehit düşen oğlunun anısına ölü evinde
verilecek ziyafet yemeği tablosu için çalışmalara başlar.
1932 Kathe Kollwitz'in de üyesi olduğu uluslararası bir kadın komitesi,
savaşa karşı uluslararası bir kongre hazırlığı yapar.
1932 Ağu. Amsterdam'da savaş karşıtı kongre toplanır.
1943 Berlin'e ilk hava saldırısında Kathe Kollwitz'in evi, baskıları ve
kalıpları harap olur.

"İNSANLARIN BÖYLESİNE ÇARESİZ VE YARDIMA MUHTAÇ OLDUĞU BİR ZAMANDA ETKİN
OLMAK İSTİYORUM."

"Loş çocuk odasında yatağımda yatıyorum. Annem yandaki odada masada
oturmuş, okuma lambasının altında kitap okuyor. Yarı açık kapı
aralığından sadece sırtını görüyorum. Çocuk odasının köşesinde büyük bir
gemi halatı rodası. Bu halat yavaş yavaş genişlemeye, açılmaya ve
sessizce tüm odayı kaplamaya başlıyor. Anneme seslenmek istiyorum fakat
seslenemiyorum. Gri halat her şeyi kaplıyor."

Sanatçı Kathe Kollwitz gençlik yıllarına dönüp baktığında, "Bir kâbus.
En kötüsü aklımdan hiç çıkmayışı," der. Ergenlik döneminde geceleri
gördüğü kâbuslar ona eziyet eder. Gündüzleri de birdenbire sınırsız bir
korku hissine kapılır, "Sürekli, sanki havasız bir odadaymışım, ya da
batıyor veya küçülüyormuşum hissine kapılıyordum." Bunlar gelişme
yıllarındaki bir kız için tipik durumlar mıdır? Yoksa Kâthe'nin bir
hastalığı mı vardır? Anne ve babası büyük kaygı içindedirler...

Kathe Kollwitz, anlattığına göre bu rahatsızlığı 20-21 yaşlarına kadar
çekmiştir. Kâthe'nin gençliği Köningsberg'de geçer. İki ablası vardır:
Konrad ve Julie. Bir de küçük kız kardeşi Lise. Esasen hukukçu olan
babası, sosyal demokrat inancı yüzünden fakülteyi bitirmesine rağmen
yaşamını değiştirip duvarcı ustası olarak çalışmaya başlamıştır. Kathe
ve kardeşleri o zamanın anlayışına göre çok serbest yetiştirilir.

Bir örnek: On iki yaşındaki Kathe komşunun oğlu Otto'ya âşık olur.
Öpüşmek için bodrumda buluşurlar. "Öpüşmek çocuksu ve zevkliydi. Sadece
bir kez öpüşülüyordu ve biz buna serinleme diyorduk."

Bu tür serinlemeleri öğrenen anne ve babası hiç ses çıkarmazlar. Âşık
Kathe sol bileğine "O" harfi çizer, yara kabuk bağlayınca yeniden kazır.
Anılarında şunları aktarır: "Bu ilk aşkımdan başlamak üzere hep âşık
oldum. Kronik bir durumdu. Bazen hafif bir fon müziği gibi, bazen de
şiddetli... Aralarında sevdiğim kadınlar da vardı... Biseksüel ilişkinin
sanatsal etkinlik açısından gerekli olduğunu da sanıyorum..."

Daha on üç yaşındayken sanatçı yönünün gelişeceği bellidir. Babası
Königsberg'de bir bakır işlemecisinin yanında ders aldırır ona. Gerçi en
yetenekli çocuğunun sadece bir kız olmasından üzgündür ama, gene de bir
sanatçı olarak yetişmesini ister. "Güzel bir kız olmadığım için, gönül
işlerinin bana pek engel olamayacağını düşünüyordu babam," der Kathe
Kollwitz.

Fakat babası yanılır. Kızı Kathe on sekiz yaşında erkek kardeşinin
arkadaşı olan tıp öğrencisi Karl Kollwitz ile nişanlanır. Buna rağmen
eğitiminden vazgeçmeyi düşünmez.

1884'te annesi ve kız kardeşi Lise ile yaptığı bir seyahat, genç kızda
büyük etkiler bırakır. Münih'te eski Pinakothek'ı (resim galerisi)
gezer. Berlin'de Gerhart Hauptmann ile tanışır. Onunla ilk
karşılaşmasından hayranlıkla söz eder, "Büyük odada üzerinde güller
duran uzun bir masa vardı. Hepimizin başında güllerden yapılmış taç
vardı. Şarap içildi. Hauptmann, Jul Sezar kitabından okuyordu. Gençlik
hali işte, hepimiz kaptırmıştık kendimizi. Yavaş yavaş önüne
geçilemeyecek harika bir yaşamın kapısı açılıyordu önümde."

Ve Gerhart Hauptmann bu genç kızı şöyle hatırlayacaktır: "Üstünde çiğ
damlalarıyla taze bir gül gibi... Sevimli, akıllı, sanatçı yönünü hiç
belli etmeyen alçakgönüllü bir kızdı."

Genç Kathe'ye sanatçı yeteneklerinden söz ettirmeyen sadece
alçakgönüllülüğü değildir. Sanat akademilerinin kadınlara kapalı olduğu
ve sanat tarihinin sadece erkek isimlerini tanıdığı bir dönemde, bir
genç kız kendisini geleceğin sanatçısı olarak tanıtacak olsa, büyük bir
olasılıkla insanlar buna gülecekti.

1885 kışında Kathe'nin babası kızım Berlin'e yollar. Erkek kardeşi
Konrad da bu kentte öğrenim görmektedir. İsviçreli ressam Karl
Stauffer-Bern'in atölyesinde ders alır. Max Klinger'in gravürlerini
görür ve hayran kalır.

Genç sanat öğrencisi Berlin'deki yaşama hayrandır. Erkek kardeşi Konrad
sayesinde sadece Hauptmann çiftini tanımakla kalmaz. Diğer
"natüralistler"le de tanışır ve Zola, Ibsen, Dostoyevski, Tolstoy'u
okur. Yeniden eve, Königsberg'e döner, resim yapmaya başlar: Portreler;
liman işçileri, yoksul "insan" çevresi. 1888-89 kış dönemini Münih'te
geçirir. Burada da kadınlar sanat okullarına alınmamakta, özel bir
atölyede eğitilmektedir.

Kathe'nin Münihli öğretmeni Ludwig Herterich empresyonist ekoldendir.
Sanat öğrencisi Kathe birçok ilişki kurar. "Kadın Ressamların Özgür
Tonu" grubuyla birlikte Schwabing semtini baştan başa dolaşır ve
gördükleri hoşuna gider. Fakat kendi gelişimi için Berlin'in daha önemli
olduğunu hissetmektedir.

Bu arada Berlin'de Özgür Tiyatro kurulmuştur ve ilk oyun olan Gerhart
Hauptmann'ın Güneş Doğmadan Önce adlı eserinin galası büyük ilgi
görmüştür. Kathe'nin erkek kardeşi Berlin'de Vorwarts'in yazı işlerine
girmiş, nişanlısı Karl Kollwitz de bir firmanın doktoru olarak Berlin'e
yerleşmiştir.

Kathe 1890'da tekrar Königsberg'deki evindedir. Ressamlıktan kopup
grafikçiliğe geçeceğini bilmektedir. Fakat zamana ihtiyacı vardır.
Babasının, kendisinin ilerleyeceğine inanmadığını ilk kez hayretle
öğrenir, "Öğrencilik dönemimi çabucak tamamlamamı, sergiler açıp
başarılı olmamı bekliyordu." Babasının eleştirdiği bir nokta daha
vardır: "Babam benim iki mesleği birleştirmek istememe de kuşkuyla
bakıyordu: Sanatçılık ile burjuva evliliği."

Kathe ve Karl Kollwitz 1891 Haziran'ında evlenirler. Evlilik yaşamına
geçişinde düş kırıklığına uğramış olan babası ona, "Artık seçimini
yaptın. İki işi birden yapamazsın. Onun için, seçtiğin işi tam olarak
yap!" der. Fakat Kathe ikisini de istemektedir: Evin kadını ve sanatçı
olmayı.

Başaracak mıdır bunu?

1892'de oğlu Hans dünyaya gelir, 1896'da ikinci oğlu Peter. Kocası
Berlin'in kuzeyinde tipik bir işçi semtinde tüm zamanını alan bir
muayenehane açar. Kathe Kollwitz, "Bir doktor eşi, ancak günlük
işlerinden sonra resim yapmaya fırsat bulan iki erkek çocuk anası"dır.
Bu tür ya da benzer betimlemeleri onun biyografilerinde görürüz. Peki ya
Kathe'nin kendisi nasıl yaşamaktadır?

Güncesinde yazdıklarından, eş ve anne olarak, kendi ifadesiyle, "Bir
yandan da sanatçılığını korumak" amacı yüzünden hangi zorluklarla
karşılaştığı görülebilir.

Örneğin kocası Karl'ın zaman zaman şöyle söylediğini belirtir: "Kocam
benim ona değer vermediğimi, saygı duymadığımı söylüyor." (1913)

Bir yıl önce de şöyle bir not almıştır: "Kendimi Karl'dan ve oğlanlardan
tamamen kopmuş hissediyordum. Onlara bağlılığım azalmıştı. Sonra bir
zaman geldi onlara bağlılığım bir kuluçka tavuğununkine benzedi. Kendimi
hep onlara adadım, onlar için acı çektim." Genç anne olarak -oğlu Hans o
sırada dokuz aylıktır- 1893 Şubat'ında Berlin'deki bir olayı
"çalışmamda dönüm noktası" olarak adlandırır.

"Hauptmann'ın Dokuma İşçilerinin Özgür Tiyatro'da galası vardı. Tiyatro
biletimi bana kim getirdi bilmiyorum. Kocam işi nedeniyle gelemedi, ama
ben oradaydım. Büyük bir sevinç ve ilgi içindeydim. Oyundan çok
etkilenmiştim."

Dokuma işçilerinin ayaklanması bundan sonraki yıllarda çalışmalarının
konusunu oluşturur. Bunun sonucunda da Berlin'deki büyük bir sanat
eserleri sergisinde gravür ve taş baskı resimleri, 1889'da sansasyonel
başarı getirir sanatçıya.

Gerçi 1898 baharında ölen babası sergiyi göremeyecektir, fakat Kathe
Kollwitz resimlerini ölümünden kısa bir süre önce ona gösterdiğini ve
babasının konuşamasa da çok sevindiğini hoşnutlukla anlatır.

İmparator II. Wilhelm'in kadın uyruğunun bu resimlerini gördüğünde aynı
şekilde sevindiği söylenemez, sanatçıya "kaldırım sanatçısı" der ve
sergi yönetiminin Kathe'ye verilmesini istediği madalyayı vermeyi
reddeder. İmparatoriçe Auguste Victoria da, Kathe'nin resimlerini
"itici" bulmuştur.

Düşmanları ve eleştirmenler tarafından genellikle "kaba", utanmaz, itici
olarak nitelenir çalışmaları; sadece imparatorluk döneminde değil,
onlarca yıl sonraki III. Reich döneminde de.

Kathe Kollwitz 1922 Kasım'ında güncesine yazdığı notlarda sanatı nasıl
anladığını ve sanatsal yaşamında görevinin ne olduğunu anlatır.
"Sanatımın 'amaçları' olduğunu kabul ediyorum. Ben insanların böylesine
çaresiz ve yardıma muhtaç olduğu bir zamanda etkili olmak istiyorum.
Yardım etme ve etki yapma isteğinin sorumluluğunu hissedenler çok, fakat
benim yolum açık ve aydınlıkken, başkaları anlaşılmaz bir yol
izliyorlar."

Acı, savaşlar, ölüm ve kurbanlar -bir sonraki Köylü Savaşı dizisinin ana
motiflerini oluşturur.

190)7'de İtalya'da bir yıl geçirir. Köylü savaşı için kendisine "Villa
Romana" Ödülü verilmiştir. Bazı düşmanları olmasına rağmen, artık
benimsenmiş bir sanatçı ve her genç kadının arzuladığı gibi, aynı
zamanda mutlu bir annedir.

Küçük oğlu Peter en sevdiği çocuğudur. Erken yaşlarda resim yapmaya
başladığından bahisle, "Çizgimi sürdürüyor," diye gururlanır. Peter
gençlik hareketine ve aynı zamanda Göçmen Kuşlar'a. mensuptur; böylece
hayal gücü sahibi bir çocuk isteyen annesinin beklentilerini yerine
getirir.

Evet, Peter hayalcidir. Ve onunla birlikte sayısız yaşıtları da
hayallere kaptırmışlardır kendilerini. 1914'te Birinci Dünya Savaşı
patladığında hepsi çiçeklerle süslenip kilisenin takdisiyle savaşa
giderler. Kathe Kollwitz günlüğünde psikolojik tansiyonun olağanüstü
yükseltildiği bu dönemde, iki oğlunu da etkileyen "kitlesel sarhoşluğu"
betimler. "Oğullarım böyle bir çılgınlığa katılmayacaklar," der

Eylül 1914'te. Fakat, oğulları da katılmıştır. 1914 Ekim'inde oğlu Peter
gönüllü olarak savaşa gittiği günden birkaç gün önce şöyle not alır:
"Sanki göbeği bir daha kesiliyordu çocuğun; ilkinde doğumda, şimdi ise
ölümde." "Oğlum top seslerini duyduklarını yazıyor," tümcesi, 24 Ekim'de
oğlu Peter Kollwitz hakkında günlüğüne yazdığı notlar arasında yer
alır.

Aynı gün oğlu ölmüştür. Flanders'de ilk cepheye sürülüşünde "şehit
düşmüş"tür. Daha on sekizine bile girmeden. "İnsanın beynini yakan bir
çılgınlık" uğruna bu "anlamsız kurbanı", Kathe Kollwitz hayatının sonuna
kadar unutamaz. Sanatçı olarak durmadan bu konuyla uğraşacaktır. (Savaş
konulu resim dizisi, "Bir daha asla savaş yok!" pankartı ve nihayet
oğlunun anısına yaptığı bir anıt ile.)

Yıllarca güncesindeki notlarında kendisini suçlayarak acı çekecektir.
Niçin oğlunun bu adımı atmasına engel olamamıştır? Durmadan savaşın
nedenini düşünüp durur. İnsanları, kaçınılmaz bir alın yazısı olarak
etkisine alan bu felaketi reddeder. "Vatan görevi" konusunda kuşkuları
vardır. Güncesinde şöyle der: "Keşke bu korkunç aldatmaca olmasaydı...
Peter ve diğer milyonlarca genç, hepsi aldatıldı."

Arkadaşlarından biri olan Lily Braun'un 17 yaşındaki oğlu Otto'yu
gururla savaşa nasıl gönderdiğine tanık olur. "Otto yaşıyor. Eğer şehit
düşseydi acaba ne düşünürdü?" diye sorar Kathe Kollwitz kendi kendine,
Lily Braun 1916'da öldüğünde. Otto da savaşın bitmesinden kısa bir süre
önce "şehit düşer". Annesi, Kathe Kollwitz'in çektiği acıları
duymayacaktır... Ayrıca büyük oğlu Hans da annesinin pasifizminden
etkilenmemiştir.

"Ancak savaşa gittikten sonra bir şeyler başarabilirim," der annesine.
Hans Kollwitz savaştan canlı dönecektir. Babası gibi doktor olacak,
Peter adındaki oğlu ise, 1942'de, 1914'te ölen kardeşi gibi "şehit"
düşecektir.

Savaş, kadının boyun eğmesi gereken bir doğa yasası mıdır?

"Hayır," der Kathe Kollwitz, "pasifizm sırtüstü yatıp bakmak değildir,
tam tersi bir iştir, zor bir iş."

1918'de savaşın bitmesinden kısa bir zaman önce fikirlerini kamuoyuna
ilk kez yazılı olarak açıklar. Oğlu Peter'in ölümünün tam dördüncü
gününde, ozan Richard Dehmel SPD yayın organı Vorwarts'de halkı
dayanmaya çağırdığı Tek Kurtuluş başlıklı bir deneme yayınlar. 30 Ekim
1918'de aynı organda çıkan açık bir mektupta Kathe Kollwitz ona cevap
verir.

"Richard Dehmel'e yanıt:

"Richard Dehmel 22 Ekim'de Vorwarts'de Tek Kurtuluş başlıklı bir çağrı
yayınlıyor. Savaşabilecek erkekleri gönüllü olmaya çağırıyor. En yüksek
savunma merciinin bir çağrısına uyarak, diyor, "korkak"ların bir kenara
ayrılmasından sonra küçük ama o derece seçkin, ölmeye hazır bir sürü
erkek devreye girecek ve Almanya'nın şerefi bunlarla kurtulacakmış.

"Burada Richar Dehmel'e karşı çıkıyorum. Onun gibi ben de böyle bir
şeref çağrısına seçkin bir grubun karşılık vereceğini tahmin ediyorum.
Ve bunların 1914 sonbaharında olduğu gibi, genelde gene Alman
gençliğinden oluşacağını da. Büyük bir ihtimalle bu kurbanlıklar
gerçekten kurban edilecekler ve bu dört yıl boyunca her gün dökülen
kanlardan sonra Almanya yine kana bulanacaktır. Dehmel'in kendi
mantığına göre, bundan sonra, ülkede kalacak olan artık Almanya'nın
çekirdek gücü olmayacak, çünkü bu güç savaş meydanlarında eriyip gitmiş
olacaktır. Fakat bence böyle bir kayıp Almanya için tüm vilayetlerin
kaybından daha kötü ve yeri doldurulmaz olacaktır.

"Bu dört yıl içinde çok şeyler öğrenildi. Şeref kavramı bakımından da...
Almanya'nın şerefi, öz gücünü yenilgiden korumak, onu önünde duran
büyük işi kararlı olarak yapmaya yönlendirmektir.

"Yeterince insan öldü! Artık kimse şehit olmamalı! Richard Dehmel'e
karşı oluşumun nedenini, daha büyük birinin (J. W. von Goethe
kastedilmektedir) söylediği şu sözlerle açıklıyorum: Ekilecek
tohumluklar, öğütülmemeli."

Bu, Kathe Kollwitz'in kamuoyu önüne yazılı metinle ilk çıkışıdır. Fakat
kendi deyimiyle barış propagandasını hayatının sonuna kadar sürdürür.
1919'da Prusya Güzel Sanatlar Akademisi'ne üye olur ve profesör unvanını
alır.

1933'te bu akademiden çıkarılarak konferans vermesi, sergi açması
yasaklanır. Kendisi için en önemli olan çalışmasını 1931'de tamamlar:
Oğlu Peter için Ebeveynler adlı uyarı anıtı. Bu tablo Peter'in gömülü
olduğu Roggefelde'deki (Flanders) askeri mezarlığına yerleştirilir.

Daha önce Matemdeki Ebeveynler adlı eser Berlin Ulusal Galerisi'nde
gösterilir. "Birçok insan onu gördü ve çok etkilendi," diye yazar Kathe
1932'de güncesine; "Heykeller bir hafta daha sergilensin. Etkili
oluyor."

Kathe Kollwitz hakkında sanat kitaplarında ve biyografilerde bu uyarı
anıtının figürlerinin nasıl etki yaptığına ilişkin parlak anlatımlar
bulunur. Kathe Kollwitz kocası ile birlikte bunu şöyle algılar:
"Figürlerden Peter'in mezarına gittik; her şey canlıydı, tamamen
hissediliyordu. Ben kadının önünde duruyordum. Onun -kendimin- yüzüne
baktım, ağlayarak yanaklarını okşadım. Karl hemen arkamda duruyordu
-farkında değildim. Fısıldadığını duydum: Evet, evet."

Kathe Kollwitz'in anne figürü Ulusal Galeri'den ihraç edildiğinde
"Völkischen Beobachter" (Halkın Gözlemcisi) adlı gazete, "Bir Alman
annesi ona benzemiyor çok şükür!" diye yazar 1936 yılında.

Açık, iyimser, özveriye hazır. Yüzyılımızın otuzlu yıllarında "Bir Alman
Annesi" böyle olmalıydı. Kollwitz gene bu örneğe uymamaktır. "Pislik
Ressamı" diye nitelenir (bir keresinde de kaldırım ressamı denmemiş
miydi?). Berlin'i terk etmek zorunda kalır. Dairesi bombalarla yıkılır.
Baskıları ve kalıpları yok olur. Dresden yakınlarında Moritzburg av
sarayının bir yan binasına sığınır.

Torunlarından Jutta Kollwitz, 22 Nisan 1945'te ölümüne kadar yanında
kalır. Jutta, büyükannesinin ölümünden hemen önce şöyle söylediğini
anlatır: "Günün birinde yeni bir ideal ortaya çıkacak ve tüm savaşlar
sona erecek. Bu inançla ölüyorum. Belki zorlu bir uğraş olacak ama
başarılacak." Kendisini "eski bir düşman" olarak tanımlayan biri,
Belçika askeri mezarlığı Vladsloo Praedbosch'un ziyaretçi defterine
(Kathe Kollwitz'in Ebeveyn Figürleri bugün buradadır) bozuk bir Almanca
ile şunları yazmıştır:

"Tanrı seni takdis etsin, Kathe. Ve tüm çocuklarını da. Senin istediğin
yolda devam ediyoruz."
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Tarihin İçinden Kadınlar Empty
MesajKonu: Geri: Tarihin İçinden Kadınlar   Tarihin İçinden Kadınlar EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:30 am

Adelheid Popp

DÖNEMİNDEKİ ÖNEMLİ OLAYLAR (1869-1939)

1840'lar Almanya'da ilk işçi eğitim derneklerinin ortaya çıkışı. 1855
Adelheid Popp Sosyal Demokrat Parti'ye girer.
1899 Paris'te ilk l Mayıs Bayramı.
1899 Clara Zetkin Paris'te II. Enternasyonal'in kuruluş kongresinde
konuşma yapar.
1890 Ortalama çalışma süresi (çocuklar için de) günde 11 saattir.
1891 II. Enternasyonal'in Brüksel Kongresi'nde l Mayıs'ın her sene
uluslararası düzeyde işçi bayramı olarak kutlanması kararı alınır.
1892 Viyana'da, Avusturya'daki sosyal demokrat hareketinin öncü organı
olan Kadın İşçiler gazetesi yayınlanır.
1893 Avusturya'da kadınların da katıldığı ilk işçi grevi. 1910 August
Bebel'in Kadın ve Sosyalizm eseri 50. baskısına ulaşır.

"AYDINLANMA, EĞİTİM VE BİLGİ TALEP EDİYORUM HEMCİNSLERİM İÇİN - BİZ
KADIN İŞÇİLER İÇİN!"

"Çocukluğumdan aklımda kalanlar öylesine karanlık, zorlu, bilincimde
öylesine kök salmış ki, asla gözümün önünden gitmeyecekler. Diğer
çocuklara sevinç çığlıkları attıran, mutluluk veren bebekler,
oyuncaklar, masallar, tatlı düşkünlüğü, Noel ağaçları gibi şeylerin
hiçbirini tanımıyordum. Bildiğim sadece içinde çalışılan, uyunan, yemek
yenen ve kavga edilen büyük bir oda. Hiç şefkatli bir söz, okşama
hatırlamıyorum. Aksine babam eve çok az para getirdiğinde ve annem ona
kızdığında, benim de bu sahneleri bir köşede ya da yatağın altına
saklanarak izlerken duyduğum korkuyu hatırlıyorum."

Avusturyalı Adelheid Popp, bu gençlik ve çocukluk anılarını Bir İşçi
Kadının Gençlik Öyküsü adıyla imzasız olarak yayınladığında kırk
yaşındadır. Kitabı çıktığında sosyalist kadın hareketinin öncüsü olarak
ünü Avusturya dışına taşmıştır: 1892 yılında Viyana'da Kadın İşçiler
gazetesinin kurucu ortağı ve sorumlu yazı işleri müdiresi olmuş ve bir
yıl sonra büyük ilgi uyandıran ilk kadın grevinin örgütlenmesine
katılmıştır.

Kitabına adını koydurmaması, öyle kamuoyundan çekindiğinden değildir.
Kendisinin söylediği gibi abartılmış bir alçakgönüllülükten de değil.
Aksine, "Bireysel olarak önemli bulduğum için yazmadım gençlik öyküsünü.
Tam aksine yazgımda yüz binlerce işçi kadını ve genç kızı bulduğum
için, bu yazgıda beni saran, beni zor duruma sokan büyük toplumsal
olguların etkisini gördüğüm için... Bu kitapçığın, bir kadın işçinin ve
aynı zamanda onun gibi yüz binlercesinin de yaşam yazgısı olarak, etkili
olacağını ummuştum..."

August Bebel yazara buna rağmen (ya da tam bu nedenden dolayı) adını
saklamamasını tavsiye eder. 1910'da Gençlik Öyküsü 3. baskısını
yaptığında Adelheid Popp, Bebel'in arzusuna uyar, kitabının İngilizce,
Fransızca, İtalyanca ve başka yedi dile daha çevrildiğine tanık olur.
1922'de, kitabının 4. baskısının önsözünde, "yurtiçi ve yurtdışından
gelen sayısız mektup, kadınların çoğunun Gençlik Öyküsü sayesinde işçi
hareketine dikkatlerinin çekildiğini ve bu hareketlere kazanıldığını
onaylamakta," diye yazar ve şöyle devam eder: "Gençlik Öyküsünün yeni
baskısı, hâlâ korkanları ve çekinenleri harekete geçirmekte, cesaret ve
güven vermekte etkili olmalı."

Başkalarına cesaret ve güven vermek; küçük Adelheid için çocukluğunda bu
düşünceden daha uzak hiçbir şey olmasa gerek. Tanıdığı tek şey
"korku"ydu. Baba korkusu: Babası, karısını döven bir sarhoştur. Adelheid
daha beş yaşında bile değilken, evde ilk kez bir Noel ağacının
sevincini yaşamaya kalmadan sarhoş babası ağacı öfkeyle parçalar,
"Bağırmaya cesaret edemiyordum. Sadece ağlıyordum, uyuyuncaya kadar
ağladım."

Okul korkusu: Yırtık okuma kitabıyla derse gelince öğretmeni onu
"Serseri!" diye azarlar. Okula giderken kötü bir havada kitap elinden
yere düşmüştür. Annesi ona yeni bir kitap alamaz, parası yoktur...

Yalnızca yasaklarla kaplı bir çevrenin korkusu: Küçük Adelheid bir
defasında saray bahçesinde menekşe toplarken bekçi tarafından
yakalanınca büyük bir panik içinde kaçarken, az kalsın su değirmeninin
bendinde boğulacaktır.

Hatta Noel zamanı korkusu: Zengin çocuklarına Noel Baba elmalar, fındık,
fıstık ve pastalarla gelirken, Adelheid ve dört kardeşini elinde sopası
ve şangırdayan demir zincirlerle "şeytan" ziyarete gelir. "Ebeveynler
çocuklarına bu tür ibret vermeyi lüzumlu buluyorlardı." Altı yaşındayken
Adelheid'ın babası ölür. Üç yıl okula gittikten sonra para kazanmak
zorunda kalır.

Bir atölyede bez dikmeyi öğrendiğinde on yaşındadır, "Sabahları saat
altıda ben işe koşmak zorundayken, benim yaşımdaki diğer çocuklar hâlâ
uyuyorlardı. Ve ben akşamları saat sekizde aceleyle eve dönerken
diğerleri karınlarını doyurmuş, yıkanmış yataklarına gidiyorlardı. Ben
oturmuş iki büklüm çalışırken, ilmik üstüne ilmik atarken onlar oynuyor,
geziyorlar veya okul sıralarında oturuyorlardı. O zaman kısmetimi gayet
doğal olarak kabullenmiştim, ancak çok yürekten istediğim bir şey vardı
hep: Bir defa doyasıya uyuyabilmek."

Uzun yıllar bu arzusunu hiç yerine getiremez. On üç yaşındayken yığılıp
kalır ve bir kliniğe getirilir. "Temiz havada bol hareket ve iyi
beslenme" önerir doktor ona. Fakat bu tavsiyelere nasıl uyabilecektir?
Hastalık sigortası bile yoktur. Preshane, fişek fabrikası, karton
fabrikası, cam ve zımpara kâğıt fabrikası. Adelheid bulduğu her işi
kabul eder.

1880'li ve 90'lı yılların tüm fabrika işçileri gibi, genç kızın edindiği
tecrübeler bellidir: Kadın ve kızların hepsinin eğitim düzeyi düşüktür.
Çocukluklarından beri söz dinlemeye, uslu ve kanaatkar olmaya
alışkındırlar. Kendilerini kötü kullandırır ve insana layık olmayan
çalışma koşullarını kabul ederler. Bazen günde 16, 18 saat çalışırlar.
Aldıkları ücretler erkeklerin aldığının üçte ikisinden, hatta çoğunluk
yarısından fazla değildir.

"Kadınlar ve kızlar erkeklerin yerine geçmeye, iş güçlerini ucuz ücretle
satmaya çok heveslilerdi," diye yazar Adelheid Popp geçmişe bakarak.
"Çünkü kadın işçiler kanaatkar yetiştirilmiş ve koşullarıyla yetinmek
kızlara daima bir erdem olarak öğretilmişti. O zamanlar bu zavallı,
bilgisiz dişi yaratıklar elleriyle yaptıkları işler için nasıl olur da
yeterli ücret istemeye cesaret edebilirlerdi?"

Kendisi de onlar gibidir. Çalışma saatleri içinde konuşmanın para
cezasına mal olmasını doğal bulmaktadır. Yalnız bir kere kendisini
savunur: Çalıştığı firmanın gezici bir elemanı ona askıntı olunca. Adam
onu kayıracağını vaat etmiştir. Şimdiye kadar kızını erkeklerden
kesinlikle uzak tutan Adelheid'ın annesi bile bunu normal
karşılamaktadır. Kendisini o "Beyefendi"ye öptürmek istemeyen kızını
"deli" ve "dik kafalı" diye azarlar. Böylece daha fazla ücret alacaksa,
niye olmasın...

Adelheid'ın bu deneyimi de sınıfına özgüdür. Çünkü fabrikada çalışan
kadın işçiler, onursuz varlıklar olarak bilinmekte ve sokak kadınlarıyla
eş tutulmaktadır. Erkek kardeşinin bir arkadaşı ile konuştuğunda on
yedi yaşındadır. O, tanıdığı ilk sosyal demokrattır. Cumhuriyetin ne
olduğunu ilk kez ondan duyar. İlk sosyal demokrat parti gazetesini ondan
alır. Gazetede bulduğu kuramsal fikirleri hemen anlayamaz. Gazetede
işçilerin sıkıntıları için ne yazılmışsa hepsini çok iyi bilmektedir.

"Bununla öz yazgımı anlamayı ve değerlendirmeyi öğrendim", der daha
sonraları hayatının bu önemli bölümünü anlatırken: "Katlandığım her
şeyin hiç de Tanrı'nın takdiri olmadığını, aksine adaletsiz toplum
düzeninin sonucu olduğunu öğreniyordum.

İşçilere karşı yasaların keyfi hükümleri içimi sınırsız nefretle
dolduruyordu. Henüz parti dışında olmama ve kimse tarafından
tanınmayışıma rağmen, sosyal demokratlara öylesine ağır darbeler vuran
antisosyalist yasanın Almanya'da yürürlükten kaldırılmasını coşku ile
karşıladım." Önceleri hep "dışarıda" kalır. Çünkü ona "uslu bir kızın
evinde oturması gerektiği" fikri aşılanmıştı.

Fakat fabrikada molalar sırasında kız arkadaşlarıyla birlikteyken
konuşmaya başlar. Onlara anladığı kadarıyla sosyalizmin ne olduğunu
açıklar. Parti gazetesinden bölümler okur ve yeni aboneler kazandırmaya
çalışır. İşçi Derneği kütüphanesinden bilgisini geliştirecek kitaplar
temin eder.

İnancı giderek belirginleşir. Üstleri de bunu fark ederler doğal olarak.
Ne kadar sıkı gözetim altında tutulursa işini o kadar daha titiz yapar,
"İçimde kendiliğinden, insan büyük bir davaya hizmet etmek istiyorsa,
küçük işlerde de üstüne düşeni yapmaya mecburdur, görüşü olgunlaşmıştı."

Sosyal demokratların en önemli isteği o zamanlar l Mayıs'ın tatil
olmasıdır. Bu arada parti toplantılarına katılma cesareti de gösteren
Adelheid Popp, kendisiyle aynı yerde çalışan kadınları bu konuda ortak
harekete çağırmayı dener. Hiçbirinin buna katılmaya cesareti yoktur.
1890'da işler böyledir...

Bir yıl sonra erkek ve kadın meslektaşları Adelheid Popp'un safında yer
alır. Bunun hemen ardından topluluk önünde ilk konuşmasını yapar. Bir
pazar öğleden öncedir. Ucuz kadın iş gücü açısından sendikal
örgütlenmenin önemini anlatmak için üç yüz erkek ve dokuz (!) kadın
toplanmıştır. Erkek bir konuşmacı kadınların çalışma hayatının
sorunlarını dile getirir.

"Konuşmam gerektiğini hissettim," diye anımsar Adelheid Popp bu anı.
"Sanki tüm gözler bana bakıyor ve hemcinslerimi savunmak için neler
söyleyeceğimi bekliyorlardı. Elimi kaldırdım ve söz istedim. Daha ağzımı
açmadan 'Bravo!' diye bağırdılar. Bir kadın işçinin konuşmak istemesi,
işte böyle etki yarattı. Konuşmacı kürsüsüne çıkarken gözlerim
kamaşıyordu, boğazımı sıkıyorlardı sanki. Fakat bunu yendim ve ilk
konuşmamı yaptım. Kadın işçilerin çektiği acıdan, sömürüden, ihmal
edilmelerinden söz ettim. Sonuncusunu özellikle vurguladım. Çünkü kadın
işçilerin ihmal edilmesi, tüm diğerlerinin ve kadın işçilere zarar veren
koşulların temeli olarak geliyordu bana. Meslektaşlarımda izlediğim ve
bizzat yaşadığım her şeyi anlattım. Hemcinslerim için aydınlanma, eğitim
ve bilgi talep ediyor ve erkeklerin bu konuda yardımcı olmalarını rica
ediyordum."

Birkaç yıl sonra bir işçi toplantısında gözetim görevlisi olarak bulunan
bir jandarma onun çok "kışkırtıcı" konuştuğu uyarısında bulunur.
İnsanlar onu nefeslerini tutarak dinleyip hayran kalmaktadır. Tüm kadın
işçilere hitaben bir de gazete makalesi istenir ondan. Yazmak ...
acınacak ölçüdeki üç yıllık okul eğitimiyle bir genç kadın için, çok zor
bir görevdir. İmla ve grameri hemen hemen hiç öğrenmemiş olmasına
rağmen, yazmayı dener.

"Kadın işçiler! Hiç durumumuz hakkında düşündünüz mü?" diye başlar
gazetedeki makalesine.

Kendi durumu hakkında düşünmek ve kadere boyun eğmemek; kendisi gibi acı
çeken meslektaşlarına bu konuda çağrıda bulunan ilk Avusturyalı kadın
işçi Adelheid Popp'dur. Alt tabakadan bir kadının gelip fikirlerini
açıkça söylemesi bir yeniliktir ve muazzam yankı yapar.

Kadın kılığında bir erkek midir acaba? Çünkü sadece erkekler böyle
konuşabilir. Bir arşidükün kızı olmasındı gerçekte? Çünkü alışılagelmiş
kızlar böyle konuşamaz... Daha sonraki yıllarda Avusturya içinde çıktığı
seyahatlerde bu tür önyargılara çok rastlar Adelheid Popp, "Bir kadının
konuşmacı olarak kürsüye çıktığını görmek tüm geleneklere öylesine
aykırı ve yepyeni bir şeydi ki, gerçekten bir kadınla muhatap olunduğuna
kimse inanmak istemiyordu."

Bir eş olarak (1893'te sosyal demokrat parti görevlisi Julius Popp ile
evlenir ve ondan iki çocuğu olur) kendisini görevine adamaya devam eder.
"Bir şeyler başarabilmek için yeteneklerine güvenemedikleri için
durmadan korkarak geri çekilen, fakat gönülleri bir şeyler yapma
özlemiyle yanan sayısız kadına cesaret vermek için."

1893 Mayısı'nda Viyana'da 600 kadın apreleme işçisinin grevini
destekleyenler arasındadır. Sağlığa zararlı koşullar içinde günde 12
saat çalışmak zorunda kalan kadınların isteği, "Günde sadece 10 saat
çalışmaktır. Ve düşüncelerini daha etkin kılmak için çalışmayı bırakıp
fabrikayı terk ederler. Viyana için büyük yankı yapan bu grevin akışı
içinde Adelheid Popp izinsiz bir toplantıda konuşma yapmıştır.

Bu nedenle daha sonra mahkeme önüne çıkarılır ve serbest bırakılır.
Yargıç, "kendisinden daha az bilgili ve çaresiz meslektaşlarına eğitici
etki yaptığı için suçluyu övgüye değer ve serbest bırakılmasını doğru"
bulur. Adelheid Popp bunu, "Sınıf devletinde de anlayışlı yargıçlar
bulunuyor demek," diye yorumlar. Sadece dokuz yıl süren bir evlilikten
sonra Adelheid Popp dul kalır: Kocası kendisinin sahip olduğu tüm
hakları ona da tanıdığı için mutlu bir evlilik dönemi geçirmiştir.

Buna rağmen Adelheid Popp, "Evliliğin ve ailenin kutsallığı"na övgü
düzmekten çok uzaktır. Tam aksine Kadın İşçiler gazetesinde, eşlerden
biri için kendini feda anlamına gelen bir beraberliği kutsal evlilik
olarak tanımlayan sözde ahlak anlayışını sert bir dille kınar. Yeniden
mahkeme önüne çıkartılır ve on dört günlük hapis cezasına çarptırılır.

Adelheid'ın bu konudaki yorumu şöyledir: "Bu cezayı çektikten sonra
evlilik konusunda başka görüşler edindiğimi söyleyemem."

1918'den sonra Sosyal Demokrat Parti'nin yönetim kurulu üyesi, Avusturya
parlamentosu ve Viyana belediyesi meclis üyesi olur. "Kapitalist
toplumlarda kadınların çalışması", hizmetçi kızların durumu hakkında
haberler yayınlar, Avusturya Kadın Hareketlerinde 20 Yıl adlı bir anı
kitabı ve Yükseğe Giden Yol başlıklı, kadın hareketlerinin tarihi
gelişimini anlatan bir kitap yayınlar.

Adelheid Popp 1939 yılında ölümüne kadar yorulmak bilmeden çalışan kız
ve kadınlara adar kendisini. Evindeki küçük odada korkuyla yatağının
altına saklanan küçük kız, "Kendisi için ve kız kardeşlerinin
uyandırıcısı olarak" kapıları kırmaya cesaret eden bir kadın olmuştur.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Tarihin İçinden Kadınlar Empty
MesajKonu: Geri: Tarihin İçinden Kadınlar   Tarihin İçinden Kadınlar EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:30 am

Maria Montessori

DÖNEMİNDEKİ ÖNEMLİ OLAYLAR (1870-1952)

1633 Küçük çocukların eğitimi ile ilk uğraşan pedagog Comenius'un Ana
Okulu Bilgisi başlığıyla bir eseri yayınlanır.
1837 Fröbel, ilk Alman çocuk yuvasını kurar.
1900 İsveçli Ellen Key bu yüzyılı "Çocukların Yüzyılı" olarak niteler.
1902 ABD'de çocuklar için okuma salonları kurulur.
1903 Almanya'da çocukların çalışması yasaklanır.
1907 İtalya'da Maria Montessori ilk çocuk yuvasını açar.
1911 Almanya'da ana okulları resmen tanınır ve teşvik edilir.
1920'ler Alman okulları ve yuvalan Montessori yöntemini benimserler.
1926 "Hitler Gençliği" kurulur ve 1933'te "Devlet Gençliği" olur.
1929 Berlin'de "Association Montessori Internationale" (Uluslararası
Montessori Cemiyeti) kurulur.
1933 Almanya'da tüm Montessori okulları kapatılır.

"BAĞIMSIZ OLMAYAN BİRİ ÖZGÜR DE OLAMAZ."

Çok güzel, çekici ve hitap yeteneği olan genç bir kadın, çok önemli bir
sorunla toplum önüne çıkarsa ne olur?

Dış görünüşü sayfalarca anlatılır. Söyledikleriyle ise pek ilgilenilmez.
26 yaşındaki İtalya'nın ilk kadın doktoru Maria Montessori 1896 Berlin
uluslararası kadın konferansında bunu yaşar. Ülkesinin delegesi olarak
aynı iş için erkeklerin aldığının yarısı, hatta bazen daha az ücretle
fabrikalarda ve kırsal kesimde günde on sekiz saate kadar çalışan altı
milyon İtalyan kadın adına konuşur. Ve bunun üzerine basın tarafından,
"Ne harika, özgür bir kadın! Herkes onu kucaklamak istiyor gibiydi. Ne
söylediğini anlamayanlar bile onun müzikal sesinden ve ifadesinden
büyüleniyordu," diye alkışlanır.

Konuşmacı kadın "Gün ışığı" ve "iç açan görüntü" olarak tanımlanır.
Gazeteciler onun "müzikal tonlamalarını ve şık eldivenli elleriyle zarif
jestlerini" överler. İtalyan Illustrazione Popolare muhabiri beğenisini
şöyle ifade eder: "Zarafeti tüm gazetecilerin kalemlerini -tüm kalpleri
de denebilir- fethetti. Berlin'deki bir gazeteci kendi albümünü
süslemek için bizden bu şahane doktorun fotoğrafını rica etti, fakat
sadece onun bireysel zevkini tatmin etmeyi doğru bulmadık ve bunun için
fotoğrafını burada yayınlıyoruz."

İltifatlar...

"Yüzüm artık gazetelerde görülmeyecek ve hiç kimse benim sözde
büyüleyiciliğimin şarkısını söyleyemeyecek!" diye yazar bu şahane özgür
kadın, kongre sonunda evine gönderdiği mektupta. "Ben ciddi işler
yapacağım."

Herhalde bununla "Ciddiye alınmak istiyorum," demek ister. Çünkü "ciddi
işi" çoktan yapmıştır. Babasına, tüm profesörlere ve öğrenci
arkadaşlarına rağmen, İtalya'nın ilk tıp öğrencisi olarak harika bir
diploma sınavı vermiştir. Roma Üniversitesi psikiyatri kliniğinde
asistan olarak çalışmaktadır.

Görevleri arasında Roma'daki tımarhaneleri (bir zamanki adıyla) ziyaret
edip, klinikte tedavi görecek hastaları seçmek de vardır. Buralara
çocukların da kapatılmış -aslında hapsedilmiş- olması ürkütür onu. Bir
odada çömelmiş, boşluğa bakarlar ve meşgul olacakları hiçbir şeyleri
yoktur. Çünkü zaten delidirler. Yapacakları tek şey pis ekmek
parçalarıyla oynamaktır. Sadece tıbbi yöntemlerle bu çocuklara yardım
edilemeyeceği gerçeğini anlar. Dışarıdan bir uyarı gelmedikçe duyularını
nasıl geliştirebilirler?

Bu andan itibaren pedagoji öğrenmeye de başlar. O zamana kadar beyinsel
özürlü çocuklar için yazılmış her şeyi okur, özellikle de son iki
yüzyılın eğitim kuramının ana eserleriyle ilgilenir. Bu fikirlerden
giderek kendi özel kuramını geliştirir. Konferans gezilerinde kendi
fikirlerini anlatır, "Önce duyuların eğitimi, sonra anlayış eğitimi"dir
ilkesi.

Bu ilke daha sonraları sağlıklı çocukların eğitimi üzerine çalışmalarını
da belirleyecektir, "Çocuklar fazla yorulmadan veya tecrit edilmeden
sabahtan akşama kadar meşgul edilmelidir. Onlara önce çok basit şeyler
öğretmeliyiz; hedefe en kısa yoldan düz bir hat çekerek varılması gibi,
tuvaletlerin kullanılması, kaşığın kullanılması gibi. Sonra dikkatlerini
duyu organlarına çekmeliyiz. Örneğin çeşitli renk, boy ve kokudaki
çiçekler yardımı ile onların görme ve koku duyularım harekete geçirmek
için bir bahçede gezdirelim. Kas çalıştırması için jimnastik yaptıralım.
Onların dikkat ve ilgisini uyaran dokunma duyusunu çalıştıracak farklı
yüzeylere sahip bir sürü eşya verelim. Duyu organlarının eğitimi yoluna
koyulduktan ve ilgi uyandırıldıktan sonra, asıl derse başlayabiliriz.
Alfabeye giriş yapabiliriz. Fakat kitapla değil, çeşitli renklere
boyanmış, parmakla dokunup, hareket ettirilebilecek kabartma harflerin
bulunduğu küçük bir tahtayla. Yavaş yavaş el becerilerini öğretebilir ve
en sonunda ahlaki eğitim verebiliriz."

"Güzel bilgin" (gazetelerde hâlâ böyle tanımlanmaktadır) söylediği her
şeyi pratik olarak denemiştir. Bir grup zayıf zekâlı çocuğu, birkaç ay
sonra normal okullarda okuyan çocuklar kadar başarılı duruma getirir.
Tüm uzmanların kabul ettiği büyük bir olay olur bu. Bayan Dr.
Montessori'nin eğitim konusundaki fikirlerine dikkat çekilir. İtalya'da
özürlü çocukların eğitimi için bir birlik kurulur.

1900 yılında bu birlik daha sonra "sorunlu çocuklar"ı eğitmek üzere
öğretmenlerin yetiştirildiği tıbbi Pedagoji Kurumu'nu açar. Kuruma bir
okul da eklenmiştir. Maria Montessori yönetimi üstlenir. O ve mesai
arkadaşları sürekli çocuklarla beraber olup, onları tüm dikkatleriyle
izleyerek eğitim ve oyun malzemelerini denerler.

Her yönden Maria Montessori için başarı söz konusu iken, neden özellikle
şimdi toplumdan kaçar? Okuldaki çalışmalarından vazgeçip bir süre
gözden niçin kaybolur?

Bugüne kadar hayatını anlatan birçok biyografide bu dönemde Maria
Montessori'nin ne yaptığından söz edilmemiştir. Çizdiği tablo bozulacağı
için mi? Kendisi bu konudan hiç söz etmediği için mi? Tüm yaşamını ve
etkisini çocuk eğitimi reformuna adayan bu kadın anne olmuştur.

Ve bunu saklar. Daha sonraları yaşamın ilk yıllarında kaçırılanlardan
söz ederken, "çocuklara başlangıçtan beri saygılı davranmalı" diyen;
bunun için de annenin bebeğini emzirmesini savunan bu kadın, kendi
çocuğunu doğumdan hemen sonra terk eder ve küçük oğlu Mario bir süt
annenin yanında taşrada yetişir; daha sonra da bir yatılı okula
gönderilir.

Mario "anne sevgisi"ni tanımaz. Annesinin kim olduğunu öğrendiğinde
neredeyse yetişkin bir erkek olmuştur. Bundan sonra da bu sırrı dışarıya
açıklamasına izin verilmez. Tüm benliği ile "çocuğun onuru" için
savaşan bir kadının fikirleriyle bu davranışı nasıl bağdaştırılabilir?

Maria Montessori, aslında bilinmeyen bir nedenle, oğlunun babası ile
evlenmemiştir. Yüzyılın başında, İtalya'da evlilik dışı bir anne olarak
yaptığı bu yanlış hareket, kendisini bir günde milletin "ağzına sakız"
edebilirdi. Bu arada otuz yaşındaydı ve sahasında o zamanlar bir kadın
için olağanüstü başarılı bir otorite sayılırdı. Çocuklarla çalışmaktan
son derece hoşnuttur. Şanssızlığı, arada sırada kaçamak yapabilecek bir
erkek olmayışıdır...

Oğluna olan özlemi daha sonra ortaya çıkar. Oğlunu "yeğeni ve sekreteri"
olarak, çıktığı tüm seyahatlerde yanına alır ve ölümüne kadar onunla
birlikte yaşar.

Yine de bir oğlu olduğunu dışarıya karşı saklar. Bunun yanı sıra
başkalarının çocuklarıyla daha fazla ilgilenir. Okulları gezer,
sınıflara girer, öğretmenlerin nasıl öğrettiklerini, öğrencilerin nasıl
öğrendiklerini izler. Çocuklar dondurulmuş kelebekler gibi sıralarına
çakılı, oturmaktadır. Vücutları hareketsiz, zorunlu bir sessizlik
içinde, övgü ve sövgü; tüm bunlar, çocuğun doğal yeteneklerini bozduğu
için, "aşağılayıcı" görünür ona.

Maria Montessori kendi kendine, "Yöntemimi normal çocuklarda da
kullanırsam ne olur?" diye sorar. Bu düşüncelerin tam ortasında
tesadüfen bir teklif çıkar ortaya. İşçiler için bir sitede ucuz evler
sunan bir inşaat firması bir soruna çözüm bulamamaktadır. Kiralık
lojmanlarda oturan herkes meslek sahibidir. Anne ve babalar gündüzleri
işte olunca çocuklar (elliden fazla) gözetimsiz kalmaktadır.

Acaba Bayan Dr. Montessori bir şey yapabilir mi?.. Montessori teklifi
kabul eder. Ve böylece, daha sonraları sayısız ülkede taklit edilecek
olan, ilk Montessori Çocuk Yuvası oluşur. 6 Ocak 1907'de resmi bir
törenle açılışı yapılır.

"Neyin etkisi altında kaldığımı bilmiyorum," diye anlatır Maria
Montessori 25 yıl sonra bu olayı, "fakat bir hayalim vardı ve bu hayalin
etkisiyle yanıp tutuşurken dedim ki, bu işi üstümüze alırsak çok önemli
bir iş yapmış olacağız ve günün birinde dört bir yandan insanlar bu
eseri görmeye gelecekler." Onun hedefi, çocuklara "kendi kendilerini
yaratma" imkânını vermektir.

Çocukların kendilerine özgü ritimleri ve ihtiyaçları vardır.
Yetişkinlerin genelde düşündüğü gibi terbiye edilmiş "ev cüceleri" ya da
"şaklaban" değillerdir. Onlara saygıyla muamele edenler, etkin ve
bağımsız bireyler olarak ne kadar çabuk gelişeceklerini görecektir.

Maria Montessori'nin eğitim anlayışı buydu. En küçük çocuğun bile
yerinden oynatabileceği, çocuk boyutlarında masa ve iskemle tasarımları;
yüksek, kapalı dolapların yerine geniş ve alçak, çocukların oyuncak ve
malzemelerini isteklerine göre seçebilecekleri dolaplar yapar.
Çocukların bizzat bakacakları hayvan ve bitkiler getirir.

Erkekler ve kızlar yemeklerin hazırlanmasından ve ev işlerinden
sorumludur. Durmadan çocukları kendi başlarına bir şeyler yapmaya
yönlendirmeyi vurgular. "Getir, ben yaparım!" değil, "Sana nasıl
yapılacağım göstereyim ki, hemen kendi başına yapabilesin!" Çünkü,
"bağımsız olmayan biri özgür de olamaz." O, erkek ve kızların daha
çocukluklarında ayrılarak, başlangıçtan itibaren farklı eğitilmelerini
doğru bulmaz.

Tam tersine iki cinsiyet daha gençken bebek bakımında birlikte
eğitilmelidirler ki, günün birinde bebeğe süt şişesini verebilen ve
çocuk arabasını itmekten utanmayan "ideal baba tipi" oluşsun. Bir yıl
içinde Maria Montessori'nin devrim yapan eğitim yöntemi tüm İtalya'da
tanınır. Yeni çocuk evleri kurulur. 1909'da Maria Montessori
düşüncelerini ve yöntemini kitap halinde yayınlar: Çocuk Yuvalarında
Çocuk Eğitimi Üzerine Bilimsel Pedagoji Yöntemi.

Kitabı kısa zamanda yirminin üzerinde dile çevrilir. Gazeteciler,
öğretmenler, din adamları, doktorlar ve devlet memurları "Montessori
Modeli"nin pratikte nasıl olduğunu görmek için Roma'ya giderler. Tüm
Batı Avrupa'da, ABD, Çin, Japonya, Hindistan, Avustralya ve Güney
Amerika'da Montessori okulları ve dernekleri kurulur.

Maria Montessori'nin kendisi ise, eğitim kursları düzenler ve sistemini
sayısız seyahatlerinde anlatır. İkinci bir kitapta eğitim araçlarını,
yapılarını ve kullanımını açıklar. Almanya'da ilk Montessori Okulu
1922'de açılır. On yıl sonra sayıları 34'e çıkar.

Ve bir yıl sonra da Naziler, Berlin'de sevilmeyen yazarların kitapları
ile birlikte tüm Montessori malzemelerini ve yayınlarını yakarlar.
Montessori pedagojisi yanlıları ancak ellili yıllarda Batı Almanya'da
tekrar işe başlayabilir. Montessori Metodu'nu eleştirenler de olmuştur.
Fakat, ilk olarak tavsiye ettiği birçok .şey (örneğin çocuklar için özel
mobilyalar) bugün çocuk eğitiminin en doğal unsurlarıdır, onun yöntemi
kullanılmasa bile.

Maria Montessori, zamanında insanlığın özgürlük eğitimi için
savaşmıştır. "Bana yardım edin, kendim yapayım!" Bu, her çocuğun tüm
yetişkinlerden ricasıdır ve bu rica bugün tüm Montessori yuvalarının
girişinde büyük harflerle yazılı durur. "Benim işim tek bir ulusla
sınırlı değildir," demiştir Maria Montessori yaşamının son yıllarında
bir kez daha. Bunun için de arzusu, öldüğü yerde gömülmektir.

1952'de 82. doğum gününden birkaç ay önce, Noordwijk'de, (Hollanda'nın
kuzey denizi sahilindeki bir köyünde) beyin kanaması geçirir. Burada
gömülür. Anne ve babasının Roma'daki kabrinde bulunan bir anı taşında
şöyle yazar:

"Sevgili vatanından uzakta, kendisini dünya vatandaşı yapan çalışmasının
evrenselliğinin tanığı olarak, isteği üzerine!"
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Tarihin İçinden Kadınlar Empty
MesajKonu: Geri: Tarihin İçinden Kadınlar   Tarihin İçinden Kadınlar EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:31 am

Rosa Luxemburg

DÖNEMİNDEKİ ÖNEMLİ OLAYLAR (1871-1919)

1862 Polonya'nın Rusya'ya karşı başarısız ayaklanması.
1862 Bismarck, Prusya parlamentosunda çoğunluğun karşı
koymasına rağmen ordunun gücünün artırılmasını kabul ettirir.
1878 Bismarck'ın sosyalist karşıtı yasası yürürlüğe girer.
1884 Alman İmparatoru I. Wilhelm, Varşova'yı resmen ziyaret eder.
1884 Rosa Luxemburg (on üç yaşında) ilk politik şiirini yazar ve I.
Wilhelm'i Bismarck'ın politikasına karşı uyarır.
1889 İsviçre'de Sosyal Demokrat Parti kurulur.
1889 Rosa Luxemburg İsviçre'ye kaçar.
1890'dan itibaren Almanya'da 400 binin üzerinde işçinin katılımıyla 3750
grev gerçekleşir.
1898 Rosa Luxemburg Berlin'e gelir.
1900 Berlin'de ilk atlı araba sefere çıkar.
1906 SPD (Alman Sosyal Demokrat Partisi) Berlin'de ilk parti okulunu
açar. Rosa Luxemburg 1907'de bu okula doçent olur.
1912 Alman sosyal demokratları 110 koltukla parlamentodaki en büyük
grubu oluşturur.
1912 Almanya'da yaklaşık 30.000 milyoner bulunmaktadır (en zenginleri
II. Wilhelm ve Berta Krupp'tur).
1912 Clara Zetkin Basel'deki uluslararası sosyalistler kongresinde dostu
ve dava arkadaşı Rosa Luxemburg'u barışın etkin olarak korunmasına
çağırır.
1918 Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra, Almanya'da doğrudan 730 milyar
altın mark ve dolaylı olarak da 610 milyar altın mark kadar savaş
harcaması yapıldığı açıklanır.

"İNSAN, İKİ UCUNDAN YANAN BİR MUM GİBİ OLMALI."

"Doğru yaşam"; ne zaman başlar ki bu? "Kaçırılır" mı, yoksa yanından
geçip gidilir mi?

Varşova'da yetişen Rosa Luxemburg, daha genç bir kızken sabahları bazen
gizlice yatağından süzülür (babasından önce kalkması kesinlikle
yasaktır), kentin çatılarının üzerinden uzaklara bakar.

Otuz üç yaşında gençlik yıllarını anımsadığı bir mektubunda şöyle der:
"O zamanlar yaşamın, gerçek yaşamın orada çatıların arkasında bir yerde
olduğuna inanırdım. O zamandan beri hep peşinden gittim, ama o hep bazı
çatıların arkasında saklanıp durdu. Sonuçta her şey benimle oynanan
hayasızca bir oyundu ve gerçek yaşam tam orada, yaşadığımız evde kaldı."


Genç Rosa, İkinci Varşova Kız Lisesi öğrencisidir. Okul ona kolay gelir.
Fakat karnesinde de belirtildiği gibi "otoriteye karşı muhalif tavrı"
yüzünden öğretmenlerle sorunu vardır.

Öğrenci Rosa Luxemburg'un neye karşı muhalefet yaptığını anlamak için, o
yıllardaki koşulları bilmek gerekir: Polonya bağımsız bir devlet
değildir. 1815 Viyana konferansında parçalanmış, batı vilayetleri
Prusya'ya, güneydoğusu Avusturya'ya, Rosa'nın yaşadığı orta Polonya ile
doğu ve -Litvanya'yla birlikte- kuzeydoğu Polonya Rusya'ya verilmiştir.

Rosa Luxemburg'un gittiği okulda dersler Rusçadır, Lehçe değil.
Öğrenciler aralarında sadece Rusça konuşabilir. Bu yasağa uymayanlar
öğretmenler tarafından müdüriyete bildirilir. Rosa Luxemburg'un karşı
koyduğu tek baskı bu değildir. Yahudi olduğunu da hazmetmesi, bu yüzden
çarın keyfi idaresi ve mutlak bürokrasisine diğer kullarından daha fazla
boyun eğmesi gerekir.

Rosa'nın aslında yüksek okula gidebilmesi bile inanılmaz bir şanstır.
Tüm lise sınıflarında en genç, en küçük ve en çalışkan öğrenci olur hep.
1884'te on üç yaşındayken, Alman İmparatoru I. Wilhelm Varşova'ya resmi
ziyarete gelir. Bu nedenle bir şiir yazar Rosa. Genç kızın kendi
düşüncelerini söylemeye nasıl cesaret ettiğini gösteren tipik bir
şiirdir bu:

Nihayet göreceğiz seni
Batı'nın gücü.
Belki ben bile izleyeceğim
Saksonya bahçelerinde dolaşan seni
Sakın Saray'a geleceğimi sanma
Aklıma bile getirmem aslında
Sizin gibilere saygılarımı kanıtlamayı
Bilmek isterdim yoksa
Neler konuşulur ortamınızda
Senli benli konuşuyorsundur çarla
Politikadan hiç anlamam ya,
fazla uzatmayayım, ama
Sevgili Wilhelm sende sakın unutma:
Söyle kurnaz Bismarck soysuzuna
Barışın ırzına geçmeye bilenmesin
Ey Batı'nın İmparatoru
Bunu Avrupa için yapasın.

Bu dizeleri yazdığında politikadan hiç anlamıyor olabilirdi, ama bu hali
fazla sürmeyecekti. Daha okuldayken gizli bir eğitim kuruluşuna üye
olur ve burada henüz çok küçük olan ilk Polonya işçi partisinin
amaçlarını öğrenir. Okulunu 1887'de birincilikle bitirir, ama daha önce
belirtilen muhalif tutumu yüzünden okulunun en yüksek ödülü olan altın
madalya kendisine verilmez.

Rosa on altı yaşında bir oyunbozandır. Hayatı boyunca da öyle kalır.
Yıllar sonra, politik durumuna göre, ya ondan "Kızıl Rosa" diye nefret
edilecek, ya da "Devrimin Kartalı" diye sevilecektir. "Irzına geçilmiş,
kirletilmiş, kanda yuvarlanan, pislik akan; işte burjuva toplumun hali
bu," gibi ifadelerin yanı sıra, şu tür cümleleri de vardır:"...

Bu dünya tarihinin girdabına yanlışlıkla kapıldığıma, aslında kaz çobanı
olmak üzere doğmuş biri olduğuma inanacak birini bulmam lazım." Henüz
baba evinde oturmakta ve çar ile Rus hükümetini can düşmanları ve
zalimler olarak gören yasadışı devrimciler grubunda aktif olarak
çalışmaktadır.

1889'da Rosa Luxemburg Polonya'yı terk etmek zorunda kalır. Devrimci
gruplar içindeki faaliyeti polis tarafından ortaya çıkartılmıştır. Hapis
cezası veya Sibirya'ya sürgünle tehdit edilmektedir. Rosa tüm bunları
göze alır, ama yoldaşları ona yurtdışında öğrenim görmeyi, harekete
oradan hizmet etmeyi tavsiye ederler. On sekizini doldurmadan bir at
arabasında samanların altına saklanarak Almanya-Polonya sınırından
kaçırılır.

Kendisinin "gerçek yaşam" dediği şey mi başlamaktadır? Rosa Zürih'e
gider, orada iktisat ve kamu hukuku tahsili yapar ve öğretmeni Julius
Wolf'un kanısına göre, "Polonya'nın sınai gelişmesi hakkında isabetli
bir çalışma" ile doktor unvanını elde eder. Rosa Luxemburg inanmış bir
Marksisttir, fakat Marksist öğretiye kuşkulu bakar. Eleştirmeden kabul
edeceği hiçbir şey yoktur zaten. Alışılmışın dışında düşünür ve cevabı
hiçbir sistemde bulunmayan sorular sorar.

İsviçre'de de Polonya işçi hareketi ile sürekli ilişki halindedir.
Burada bir Polonya sosyalist dergisi çıkarır ve "Polonya Krallığı Sosyal
Demokrasi Partisi"nin kurucularından olur. Bu partinin programında
Polonyalı sosyalistlerin Alman İmparatorluğu, Avusturya ve Rusya'nın
sosyalist partilerinde çalışmaları ilkesi vardır. "Partinin kurulmasıyla
Rosa devrimci kariyerine kesin adımını atmıştır," diye yazar Frederik
Hetmann,

Rosa Luxemburg biyografisinde. "Ve genç kadın olağanüstü bir çabayla
sonraki yıllarda bu yolda yürümeyi sürdürür. Bu andan itibaren parolası:
'Ünlü olmak, etkinlik kazanmak, sosyalizmin doğru yönde ilerlemesi için
kuramsal ve pratik bilgi toplamak, görüşlerini pratikte
uygulayabileceği güçlü bir pozisyona gelmek...'tir. Sosyalist kadın ve
erkek yoldaşlar arasında da bunun bir kadın için kabul edilir bir yol
olmadığı çok kez hatırlatılır Rosa'ya. Kendisinin de bu göreve karşı
isyan ettiği, çok zor bulduğu, burjuva mutluluğunu özlediği anlar
olacaktır."

Evet bu gibi pek de nadir olmayan anları vardır. Rosa duygularını
saklamaz, "Şiddetle mutlu olmayı istediğim ve günbegün bir miktar
mutluluğu körükörüne kaprisimle değiş tokuş etmeye hazır olduğum
doğru... Sanki ruhumun her yanında çürükler vardı. Bunu nasıl
algıladığımı sana hemen açıklayayım. Dün akşam yatağa girdiğimde,
yabancı bir evde, yabancı bir kentin ortasında kendimi çok bitkin
hissettim.

Ruhumun ta derinliklerindeki bir yerde düşündüm de; böyle bir maceralı
hayatın yerine İsviçre'nin herhangi bir yerinde seninle ikimiz baş başa
sakin ve güvenli bir yaşam sürsek ve birlikte gençliğin tadını çıkararak
birbirimizi neşelendirsek, acaba daha mutlu olmaz mıydım?" Sıcaklık ve
saklanma özlemi yukarıdaki alıntıda görüldüğü gibi, parti yoldaşı Leo
Jogiches'e yazdığında devreye girmektedir. Yani bu adam, onun için,
birlikte mücadele verdiği bir adamdan daha fazla şeyler ifade
etmektedir.

Onu sevmektedir.

Bu arada Rosa, tanıştıkları Zürih kentini terk etmiştir. Politik eylemin
en çok başarıya ulaşacağı yerde etkin olmayı doğru bulur. Bu da 1898'de
seçmenlerin %27'sinin oyunu kazanan Alman Sosyal Demokrat Partisi'dir.
Rosa Luxemburg Berlin'de tüm gücüyle Alman sosyal demokrat hareketi için
çalışmaya başlar. Dresden ve Leipzig parti gazetelerinin sürekli
çalışanı olurken, Leo Jogiches Zürih'te kalır.

"Her iki ucu da yanan bir mum gibi olmalı" en çok sevdiği sözdür. İçine
kapalı, özgüvensizlikten yakınan Jogiches, böyle bir kadın için uygun
olmadığını hissetmiş olabilir. Rosa'nın sevgili "Dziodziu"suna yazdığı
mektuplardan bu ilişkinin nasıl bozulduğu acı bir şekilde açıkça belli
olmaktadır. Tüm yazılarının taslaklarını onunla birlikte gözden geçiren
Rosa, arkadaşı tarafından durmadan şiddetle eleştirilmekte ve
düzeltilmektedir.

Rosa'nın başarısını kıskandığı bellidir. Rosa başının çaresine bakmayı
çoktan öğrenmişken, o hâlâ akıl hocalığı ve 'her şeyi ben bilirim'
tarzında ısrar eder. Derken Rosa duygularını dışa vurarak onu afallatır;
ondan bir çocuk istemektedir: "Küçük, küçücük bir bebeğe sahip
olamayacak mıyım ben? Hiç mi? Allah aşkına bırak yaşamaya başlayalım.
Sevgili Dziodziu, ne olur yaşamaya başlayalım!"

İşte yine gençlik rüyasındaki "gerçek yaşam" ortaya çıkmıştır... Hâlâ
kendisini bu yaşamdan uzakta mı hissetmektedir?

Uzun zamandır sevilen, dinleyicileri büyüleyen ve partisinin birçok
taraftar ve oy kazanmasına yardımcı olan bir hatip ve gazeteci olarak
uğraş veren Rosa, Alman İmparatorluğu'nun hemen hemen her yöresinde
Sosyal Demokrat Parti için halkı harekete geçirmeye yönelik geziler
yapar.

1903'te Alman Parlamentosu seçim kampanyası sırasında yaptığı bir
konuşmada şöyle seslenir: "Alman işçilerinin yaşamlarının garanti
altında ve iyi olduğundan söz eden adamın gerçeklerden hiç haberi yok."

"Adam" dediği Alman İmparatoru II. Wilhelm'dir. Rosa, Majestelerine ne
kadar az saygı duyduğunu daha on üç yaşındayken yazdığı şiirinde
kanıtlamıştır zaten. Bu kez, yirmi yıl sonra, Majestelerine hakaretten
üç aylık hapis cezasına çarptırılır. Rosa bu kararı soğukkanlılıkla
karşılar. Saksonya Kralı Albert öldüğünde genel bir af çıkar. Fakat
cumhuriyetçi Rosa, dünyadaki hiçbir kral tarafından kendisine bir şey
hediye edilsin istemez! "Konuk edildiği hücresini" bir an önce terk
etmesi için zorlanır adeta...

Rosa Luxemburg hapishanelerden çaresiz, nefret etmeyi öğrenecektir daha.
Fakat doğru olduğuna inandığı hiçbir şeyden en kötü şartlarda bile asla
vazgeçmeyecektir. Onun için "Kutsal İnekler" diye bir şey yoktur. Kendi
safındaki otoritelere bile saldırır. Parti içindeki bazı kişiler onun
"kavgacı, isterik ve hükmetme düşkünü bir kadın" olduğuna hükmetmiştir.
Frederik Hetmann, Rosa L. adlı kitabında, onun kendi kampında bile neden
nefretle karşılandığını çok güzel açıklar.

"Onun çoğunlukla kırıcı, haşin davranmasının, buna zorlanmasından
kaynaklandığını göz önünde bulundurmak gerekir: Sürekli olarak edindiği
tecrübeler; kadın olarak erkek yoldaşlarının çoğundan daha keskin, daha
kapsamlı, daha açık ve daha geniş düşünen birinin, asıl bu nedenle
dışlandığını göstermiştir. Bir kadın olarak, bir kadından beklenmeyecek
ilgi ve etkinlik alanına sahip olması nedeniyle."

Hetmann için Rosa Luxemburg "kadın özgürlüğü"nün bir simgesidir. "Rosa
Luxemburg'un tüm isteklerini ve ana düşüncesini formüle edebilecek tek
bir kelime varsa, o da 'Özgürleşme'dir. Doğal olarak onun bu tavrını
bugünkünden çok daha radikal olarak anlamak gerek. Onun anlayışına göre
kadının özgürlüğü dinamittir. O sadece partisini dar görüşlülükten;
sadece kadını aşağılanmışlığından kurtarmak istemez: Önce insanlık
kendisini insanlıktan çıkma tehlikesinden kurtarmalıdır. Marksist
kuramdaki yabancılaşmanın, yani insan doğasındaki sapma ve dönüşümün
giderilmesi kavramı herhalde aşağı yukarı böyle tercüme edilebilir."

19()5'te ilk Rus devriminin patlak vermesinden sonra Rosa Luxemburg
izinsiz olarak Varşova'ya gider ve 1906'da tutuklanır. Kefalet karşılığı
serbest bırakılarak Almanya'ya geri döner. 1907 Mayıs'ında Rus sosyal
demokratlarının Londra'daki 5. parti toplantısında SPD'yi temsil eder.

Aynı yıl SPD'nin Berlin'deki Merkez Parti okulunda doçent olur. Bu
görevinden onun iki büyük kuramsal eseri çıkar ortaya: Ulusal Ekonomiye
Giriş ve Sermaye Birikimi. Her ikisi de "enfes bir anlatımla"
yazılmıştır. Rosa Luxemburg artık radikal solun mükemmel bir kuramcısı
olmuştur. Hiçbir otoritenin hatasız olmayacağına inanan bir kadın,
değişimin durmaması için eleştiri ve kuşkuculuğun gerekliliğine inanan
bir mücadele insanı olarak şunları yazar:

"Marks'ın dünya görüşü gibi, onun temel yapıtı da her zaman geçerli ve
nihai gerçeklerin ifadesi olan bir İncil değildir; aksine gerçeği bulma
savaşında ve araştırmalarında, ileriye dönük zihinsel çalışmaları
esinlendiren tükenmez bir kaynaktır."

1900'de Paris'teki II. Enternasyonal'de kehanet ettiği gibi, hümanist ve
savaş aleyhtarı Rosa'ya göre kapitalist düzenin yıkılışı, dünya
politikasında ortaya çıkacak krizler sayesinde olacaktır. Fakat dünya
savaşının patlak vermesi korkunç bir darbe olur.

Karl Liebknecht ile birlikte savaş aleyhtarlarını SPD bünyesinde
toplamaya ve örgütlemeye çalışır; önce "Enternasyonal Grup"ta, sonra da
"Spartakus Derneği"nde. Fakat daha 18 Şubat 1915'te evinde tutuklanır.
Prusya Krallığı Kadınlar Hapishanesi'nin 219 no'lu hücresinde Berlin'de
Sosyal Demokrasi'nin Bunalımı adlı kitabını hazırlar. Bu kitap daha
sonra Junius Broşürleri başlığıyla tanınacaktır.

Rosa'nın kız arkadaşı ve sekreteri Mathilda Jacob bu yapıtı hapishaneden
dışarı kaçırmıştır. Sürekli olarak girdiği çeşitli hapishanelerden
yazdığı mektupların çoğu da Mathilda Jacob'a hitabendir. Sık sık kınanan
"Kanlı Rosa" tablosuna hiç mi hiç yakışmayacak mektuplardır bunlar.
Mektup kâğıdına güvercin tüyü yapıştırır ve "renklerinde bol güneş ışığı
olan yabani hindibayı" anlatır. Hapishane avlusuna leylak fidesi diker
ve dışarıda ilk kuş ötüşünü duyduğunda "Sizi hasretle kucaklarım..."
diye not düşer. Mektuplarının hemen hepsi böyle bitmektedir.

1918 Kasım'ında hapishane kapıları Rosa Luxemburg için bir daha
kapanmamak üzere açılır. Artık kendisine yaklaşık iki ay daha; tam hesap
edilecek olursa; altmış yedi günlük "yaşam" kalmıştır. Son
mektuplarından birinde belirttiğine göre bu günleri "Karışıklık, saat
başı tehlike, telaş ve koşturmaca" içinde geçirir.

Berlin'de 1917 Nisan'ında USPD tarafından kurulan Kızıl Bayrak adlı
gazetede çalışmaya devam eder. 29-31 Aralık 1918'de Alman Komünist
Partisi kurulur. Rosa Luxemburg bu birleşime katılarak parlamenter
çözümü savunursa da başarılı olamaz. O, yeni partinin "Sosyalist Parti"
adı altında millet meclisi seçimlerine katılmasını tercih etmektedir.

15 Ocak 1919'da Rosa Luxemburg Karl Liebknecht ile birlikte tutuklanarak
Berlin'deki Eden Oteli'ne getirilir, sövülür, dövülür ve öyle kötü
muamele edilir ki, oda hizmetçilerinden biri ağlayarak, "Zavallı kadına
nasıl vurduklarını, nasıl kötü muamele ettiklerini hiç unutamayacağım!"
diye bağırır.

1919'un 15 Ocak'ını 16 Ocak'a bağlayan gece, Rosa Luxemburg İmparatorluk
subay ve askerleri tarafından öldürülür. Son sözleri, "Ateş etmeyin!"
olmuştur.

Cesedi aylar sonra Berlin Hayvanat Bahçesi'nin bir kanalında bulunur.
Bundan 55 yıl sonra, 15 Ocak 1974'te Federal Almanya Ulaştırma Bakanlığı
Rosa Luxemburg anısına özel posta pulu çıkarır.

Artık üstünde onun resmi olan bir posta pulu vardır. Ve buna karşı
çıkan, hem de kızan bir toplum kesimi de yok değildir. Tüm benliği ile
savaş karşıtı olan bu kadın için yapılan yorumlardan biri şöyledir:
"Şimdi de aşırı solcu, eski tüfek kızıl karıların ve göçmenlerin resmini
koyuyorlar bu değerli pulların üzerine."
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Tarihin İçinden Kadınlar Empty
MesajKonu: Geri: Tarihin İçinden Kadınlar   Tarihin İçinden Kadınlar EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:32 am

Virginia Woolf

DÖNEMİNDEKİ ÖNEMLİ OLAYLAR (1882-1941)

1882 Virginia Woolf ile aynı yılda (1928'de Nobel Edebiyat Ödülü'nün
sahibi) Norveçli ozan Sigrid Undset de dünyaya gelir.
1910 "Bloomsbury" grubu üyesi Roger Fry tarafından İngiltere'de
düzenlenen ilk "Son empresyonistler" sanat sergisi (Cezanne, Van Gogh,
Matisse).
1910 Virginia Woolf İngiliz kadın hakları hareketi için çalışır.
1918 İngiltere'de seçim reformuyla 30 yaş üzerindeki kadınlara seçim
hakkı tanınır.
1928 İngiltere'de kadınların seçmenlik yaşı 30'dan 21'e indirilir.
1929 Virginia Woolf ve kocası Berlin'e giderler. 1929 Berlin'de ilk
televizyon yayını.
1930'lar "Agfa Box"un icadıyla fotoğrafçılık daha da yaygınlaşır.
1932 Dünya Ekonomi Krizi doruk noktasına ulaşır.
1933 Hitler, Reich Başbakanı olur.
1933 Virginia Woolf, Cambridge Üniversitesi'ne çağrılır.
1939 Hitler'in Polonya'ya saldırısı ile 2. Dünya Savaşı başlar.
1940 İngiltere'ye şiddetli hava saldırıları başlatılır.
1941 İngiliz ozan James Joyce ile Virginia Woolf, aynı yılda ölür.

"BİR KADININ PARASI VE DE KENDİNE AİT BİR ODASI OLMALI."

"Virginia'nın dikişle arası hiç iyi değildi. İç çamaşırlarını bile
çengelli iğneyle tuttururdu. Ekmek ve pasta hazırlama, portakal reçeli
yapma ve bir sürü basit yemekleri pişirme konusunda da daha iyi
değildi."

Bu cümleler ev işlerinde pek az yeteneği olan bir kız öğrencinin
karnesinden alınma değildir. Bunlar 20. yüzyılın en büyük kadın
yazarlarından biri olan Virginia Woolf hakkında, 1977'de yayınlanan bir
biyografiden alınan cümlelerdir. Marcel Proust ve James Joyce gibi
çağdaşlarının dikiş, yemek ve pasta pişirme becerisi üzerine
eleştirmenler ve biyograficiler şimdiye kadar kafa patlatmamışlardır.
Fakat Virginia Woolf bugüne kadar bu ölçütlere göre
değerlendirilegelmiştir. Ve kendisi edebi saygınlığına rağmen, zaman
zaman "Kadın olarak eksikliğinin" acısını duymuştur.

Bunun yanı sıra, Ginia Stephen daha çocukluğunda kesin kararını
vermiştir. Tek isteği yazar olmaktır. Bu arzusu da kendisine hiç garip
gelmez. Baba evinde -babası Leslie Stephen deneme yazan, yayımcı,
biyograf ve tarihçidir- daha küçük bir kızken ünlü çağdaş yazarları
tanır: Alfred Lord Tennyson, Henry James, Thomas Hardy. Ginia Stephen ve
kardeşleri için bu isimler yalnızca uzaktan izlenen ünlüler değildir.

Daha sonraları şairlerin kendisi için birer "Tanrı" değil, senin benim
gibi konuşan insanlar olduğunu keyifle anlatacaktır: "Tennyson örneğin,
bana Tuzu ver' ya da Tereyağı için teşekkür ederim' derdi hep."

Büyük, canlı bir aile içinde korunan, güven içinde her türlü ihtiyacı
karşılanan bir çocuk her şeye rağmen neden yalnızlık çeksin ki? Yedi
kardeşinin dördü, anne ve babasının daha önceki evliliklerindendir.
Kendisinden on iki ve on dört yaş büyük olan üvey ağabeyleri Gerald ve
George, dışarıdan terbiyeli görünen delikanlılardır. Aile içinde
gerçekten neler olduğunu ise Virginia Woolf yıllar sonra itiraf etmeye
cesaret bulur.

"Daha küçücükken, bir defasında Gerald beni ayağa kaldırıp vücudumu
ellemeye başladı. Elini elbisemin altından içeri sokup gittikçe daha
derinlere ittiğinde hissettiklerimi hâlâ hatırlarım. Kasıldım, bir an
önce beni bırakmasını umarken, eli cinsel organlarıma yaklaştı fakat
orada durmadı. Cinsel organlarımı da elledi. İrkilip onu ittiğimi
hatırlıyorum; bu boğuk ve karmaşık duygular için söylenecek doğru söz
nedir? Herhalde çok kuvvetli bir duygu olmalı ki hâlâ hafızamdan
çıkmıyor."

Virginia Woolf bunu neredeyse altmışında yazmıştır. Çocuk olarak kime
güvenebilirdi? Niçin annesine gitmedi? Canlı, neşeli, dengeli biri
olarak tanınan Julia Stepnen gerçi bu büyük ailenin odak noktasıydı,
fakat öyle her şeyi düzenli ve kontrol altında tutmak zorunda olan bir
kadın, yedi-sekiz yaşındaki bir çocuk için özel bir kişiden çok,
herhalde bir kurum gibi bir şey olmalıydı.

"Çocukluğumun odak noktasında neşeyle dönen, insanlarla kaynayan,
eğlenceli bir dünyanın yaratıcısı" olarak görür annesini, geriye
baktığında.

Stephen ailesi yaz aylarını daima Cornwall'da geçirir. Çocuklar kriket
oynar, kayalara, ağaçlara tırmanırlar. Virginia ve üç yaş büyük ablası
Vanessa'nın erkek kardeşleri gibi üstlerine başlarına dikkat etmeden
azmalarına aldırılmaz. Londra'daki evlerinde Stephen ailesinin çocukları
kendilerine özgü bir Ev gazetesi çıkarırlar. Tabii geleceğin yazarı
Virginia işin öncüsüdür. On yaşındayken uzun makaleler yazar ve
büyüklerin ilk yazı denemelerini nasıl bulduklarını izler. Babasının
büyük kitaplığı kız, erkek, tüm çocuklara açıktır. Fakat okula sadece
Stephen ailesinin erkek çocukları gidebilir.

Thoby (Virginia'dan iki yaş büyük) ve Adrian (bir yaş küçük) "dışarı"
çıkabilirler. Daha sonraları Cambridge'de öğrenim göreceklerdir. Virgina
ve Vanessa evde kalır ve orada eğitilirler. Hatta öylesine eğitilirler
ki, yeğeni ve biyograf Ouentin Bell, "Virginia Woolf hayatı boyunca hep
(sıkıntıdan) parmaklarını saymıştır," diye yazar. Eğitim ve bilgi erkek
işidir. Kadınlar bu akıllı er kekleri itaatle dinlemek ve onları
pohpohlamak için vardır. Bir sürü ayrıcalıktan yararlanmalarına rağmen
bu temel ilke Stephen'ın kızları için de geçerlidir. Virginia genç bir
kadıh olarak yetiştirilmesi gereken ve çaresizce direndiği bu zamanı
"yedi mutsuz yıl" olarak adlandırır.

Annesi öldüğünde on üç yaşındadır. O yaz Virginia ağır bir sinir
hastalığına tutulur. Korkunç sesler duymakta, insanlardan korkmaktadır.
Sokağa çıkmaya cesaret edemez. Kesin istirahat ve bol süt içmesini
önerir ev doktoru ve çok duyarlı genç hastasına her türlü dersi
yasaklar. Virginia'nın kendisini toparlaması uzun zaman alır. Sonraki
mutsuz yıllarını, yetişkin biri olarak etraflıca anlatmıştır.

Kendisine ve kız kardeşi Vanessa'ya görgü kuraları öğretilmeye
başlanmıştır artık. Hoplayıp zıpladıkları, hayal kurdukları, her şeye
boş verdikleri dönem tamamen sona ermiştir. Kızlar toplum içine girmek
zorundadır. Üvey ağabey George bu görevi severek üstlenir. Genç kızlar
sadece öğleden önceleri bu Viktorya tarzı baskıdan -birkaç saatliğine-
kurtulur; ressam olmak isteyen Vanessa resim dersine gittiğinde ve
Virgina eve gelen öğretmenden Yunanca dersi alırken. Fakat George,
babasının da onayıyla, elbiselerin ve saç tuvaletinin resim ve
Yunancadan daha önemli olduğuna hükmetmiştir.

Bir keresinde, o sırada hoşuna gittiği için bir mefruşat dükkânından
ucuz yeşil bir döşemelik kumaş satın alıp bundan bir gece elbisesi
diktirdiğinde, George misafirlerin önünde Virginia'ya "Yukarı çık ve
parçala onu!" diye bağırarak haddini bildirir. Yıllar sonra, gene bir
depresyon geçirdiğinde güncesine şunları yazacaktır Virginia:
"Başarısız. Evet bunu anladım. Başarısız. Başarısız. Ah, yeşil renge
olan tutkuma nasıl da güldüler!" Tabii bu "yeşil renk" ile gençliğin
anısı arasında bir bağ olup olmadığı belirlenememiştir.

Gerçekse, çocukken açık, uyanık ve bilinçli olan Virginia'nın, genç kız
olarak kendisini ilk kez "başarısız" hissetmesidir. Hayatında sık sık
ortaya çıkan kriz durumlarında, her defasında kendisi için bu sözü
kullanır: "Başarısız".

Hayal kırıklığına uğrar. Toplumsal kurallara uyamaz. Salon sohbetleri ve
ipek giysiler tiksindirir onu. Bir balo sırasında dans etmek yerine bir
kitapla karanlık bir köşeye çekilir. Kendisine tanıştırılan genç
erkekler onu hiç ilgilendirmez.

1904'te babasının ölümünden sonra ikinci bir sinir krizi geçirir.
Kuşların Yunanca koro halinde ötüşlerini, Kral Edward'ın açelya
çiçekleri içinde müstehcen şeyler fısıldadığını duyar. Virginia'nın
gerçek yaşama dönmesi uzun zaman alır. Vanessa ve kardeşleri Thoby ve
Adrian ile birlikte yirmi iki yaşındayken Londra'nın Bloomsbury
semtindeki bir eve taşınır. Virginia için bu değişiklik ve yer
değiştirme bir çıkış, bir kaçıştır, "Resim yapmaya, yazmaya, akşamları
saat dokuzda çay yerine kahve içmeye kararlıydık. Her şey yeni, her şey
başka olmak zorundaydı. Her şey denendi."

Katı toplumsal kuralları ile George ve Gerald, babalarının ölümünden
sora kendilerinden küçük üvey kız kardeşleri üzerindeki etkilerini
yitirirler. Onları topluma karşı dikkatli olmaya artık kimse
zorlamamaktadır. Miras olarak çok para kaldığı için şanslıdırlar. Katı
kurallara bağlı olmadan geceler boyu birlikte oturmak, tartışmak, sanat,
edebiyat, din ve aşk üzerine konuşmak.

Virginia Stephen'ın tüm bu gizli arzuları Bloomsbury'de yerine gelir.
Hukuk okuyan erkek kardeşleri Thoby ve Adrian eve erkek arkadaşlarını
getirirler. Ressam, eleştirmen, yazar, felsefeciler Stephen'larda
toplanırlar. Böylece Birinci Dünya Savaşı'ndan önce "Bloomsbury" grubu
oluşur. Bundan sonraki on yıl içinde Londra'nın entelektüel yaşamını
belirleyecek olan arkadaş grubudur bu.

Geceler boyu süren tartışmalardan çıkan sonuca göre ortak arzuları
"yaşamın, görüntülerin altındaki derinlerine inmektir". Katıldığı bu
sohbetler Virginia'yı ilerideki yazarlık hayatı bakımından önemli ölçüde
etkiler. Üniversite öğrenimi kendilerine kapalı olan Virginia ve
Vanessa, ilk kez mantıklarını kullanabilir ve artık yalnızca
güzellikleriyle parlamak zorunda değildirler.

Vanessa 1907'de "Bloomsbury" grubundan bir arkadaşı olan Clive Bell ile
evlenir. Virginia, Vanessa'nın kocasının şahsında yazarlık çalışmaları
için samimi ve ciddi bir eleştirmen bulur. Fakat yeniden "başarısızlık"
duyguları ortaya çıkmıştır.

"29 yaşında hâlâ evlenmemiş bir 'başarısız'. Çocuğu da yok üstüne
üstlük, ruhen hasta ve yazar falan da değil," diye yazar bir depresyon
anında Vanessa'ya. Yeniden bir dinlenme kürü verilir kendisine. İlk
romanı Voyage Out (Dışarıya Seyahat) yayınlandığında otuz üç yaşındadır.
Eleştirmenler kitabını över, zeki, kurnaz ve yaşam hırsıyla dolu
bulurlar. Fakat ancak üçüncü romanı Jacob's Room (1922) ile anlatım
tekniğinin nelere yol açacağı ve kendisinin "romanı ıslah" etmekte
iddialı olduğu anlaşılır.

Klasik romanın beslendiği dış olaylar onda odak noktası değildir. İç
dünyayı anlatan yeni bir biçim arar. Onun için önemli olan, yazarak
kendisini yerine koyduğu insanın bilinçaltı süreçlerine girmektir. Dış
olayları izleyerek değil, insanın içindeki ritmi izleyerek yazar.

Picasso ve Matisse'in sanatseverleri son derece kızdırdıkları bir
dönemde kahkaha ve öfke yaratmaya çalışır. "Bloomsbury" dostlarından,
sürüden ayrılanın başına neler geleceğini bilmektedir. Buna rağmen
"süslü püslü romanlara, aptalca biyografilere ve geveze eleştirmenlere"
azimle veriştirir. Unutmamak gerek: Daha ünlü değildir, bu tür
fikirlerle topluluk önüne çıkan bir kadındır. Edebiyat anlayışından
uzaklaştığı için alay ve aşağılanma ile karşılaşacağını bilmektedir.

"Jacob hakkında ne söyleyecekler şimdi?" der Jacob's Room'u bitirdikten
sonra günlüğünde. "Delilik, diyecekler herhalde; iç bütünlüğü olmayan
bir rapsodi, ne bileyim." Yazar olarak benimsenmez ama en yüksek düzeyde
tanınır. "Akıp giden yaşantıların yazarı" adını alır -ya da adından hiç
söz edilmez. Ne zaman yeni bir taslağı bilirse ve yayınlatsa, her
defasında korkuları daha da artar. Edebi deneylere cesaret etmesi,

Virginia Woolf'u durmadan çıldırma raddesine getirir. Bu koşulları bir
yana itip kendisinin doğru bulduğu yolu izlemeye devam eder. Peki böyle
bir kadın kendisini niçin durmadan başarısız hisseder, en azından
hayatının belli anlarında? Otuz yaşındaki Virgina, yine Bloomsbury
çevresinden yazar Leonard Woolf ile evlenir. "Beni bedensel olarak
etkilemiyorsun hiç," diye yazmıştır ona evlenmeden önce.

"Fakat beni sevme tarzın tamamen büyüleyici." Virginia Woolf, bir eş
olarak... Leonard Woolf ile evlenmesi "hayatının en önemli kararıydı,"
diye yazar biyografi Quentin Bell. Evliliğinin ilk yıllarında
Virginia'nın durumu ideal olmaktan uzaktır. Şimdi yaşadığı ruhsal
bunalım öncekilerin tümünden daha şiddetli ve daha uzun sürelidir.
Nedeni belki de, kocası Leonard'ın birçok doktorla konuştuktan sonra
evliliğin çocuksuz devamına karar vermiş olmasıdır.

Biyograflarının onun hakkında yazdıklarının hiçbir yerinde kendisinin bu
konuya ilişkin bir şey söylediğine rastlanmaz. Çocukları severdi, diye
bahsedilir. Onlara karşı tavrı bambaşkadır. Mizah gücü ve hayalleri
çocukları korkunç şekilde etkilemiş olmalıdır. Bir gün, küçük bir kızla
caddeye yürürken, "Gel, Woolworth mağazasından kocaman bir silgi alalım
ve tüm romanlarımı silelim gitsin!" der.

Kız kardeşi Vanessa'nın çocuklarıyla birlikteyken, onlarla olmadık
oyunlar oynar ve sürprizler yapar. Niçin onun da çocuk sahibi olmasına
izin verilmez? Leonard Woolf eşinin sağlık durumundan korkmaktadır.
Ayrıca, 1973 Ekim'inde The London Times gazetesinde "dağınıklık ve
gürültüleriyle çocuklar onun içindeki tüm romanları öldürürlerdi," diye
yazan Michael Holroyd'unki gibi düşünceler de rol oynamıştır. Dâhi
kadınlar, çocuksuz olur. Bu düşüncede bugüne kadar değişen pek bir şey
yoktur.

Virginia Woolf için hamilelik önemli bir konuydu. Bunu yaşamadığı için
olayı başarısızlık hanesine yazmıştır. Kız arkadaşı Vita Sackville West
hakkında (Vita'nın çocuklar vardı), günlüğüne onun gerçek bir kadın
olduğunu, kendisinin ise asla olamadığını yazar. Virginia Woolf
depresyon geçirir de sinirlerine hâkim olamazsa ne olur? Tedaviye
gönderirler, zaten genç kızken de yaşamıştır bunu. Yaşadığı dönemde
sinir hastası kadınlara uygulanan tedavi şekli: tecrittir. Her türlü
beyinsel uğraş yasaklanır.

Çok yemek ve süt içmek, bir de "Robin'in hipotosfatını" içmek zorunda
kalırlar. Virginia, Twickenhaın özel kliniğinde bir keresinde böyle bir
yatıştırma kürüne maruz kalmıştır. Yeni evli bir kaçlın olarak tekrar
oraya gönderilir. İyileşmemiş olarak geriye döner. Kocası tekrar
gitmesinde ısrar eder. Virginia intihara kalkışır.

1941 yılında, elli dokuz yaşındayken hayatına son verdiğinde (suda
boğulmuştur), aynı korkuları yaşamıştır. Ölümünden bir gün önce doktor
muayene ettiğinde, "Bana dinlenme kürü vermeyeceğinize söz verir
misiniz?" diye ricada bulunur. Kendisine bu konuda söz verilir. Herhalde
inanmamıştır. Romanlarının birinde yapay bir tedaviye mahkûm edilmenin
kendisi için ne büyük bir acı olduğunu anlatır. Mrs. Dolloway romanında
(1925) doktora, "ölçülü yaşamın Tanrısı," der.

"Yatak istirahatı veriyor; dinlenme ve yalnız kalma; sessizlik ve
dinlenme; dinlenme ve arkadaşlar. Kitapsız, mektupsuz, altı ay
istirahat." Doktoru hakkında sürekli şöyle der: "Çıplak, savunmasız
bitkin insanlar onun isteklerine uyuyorlardı. Doktor onların üstüne
atlıyor, kollarıyla sarıyordu. İnsanları kapalı bir tımarhaneye
gönderiyordu."

Virginia en kötü bunalımlarında bazen tüm erkeklerden nefret ettiğini
haykırırdı. Kocası Leonard'ı da görmek istemediğine göre (kız kardeşi
Vanessa bunu endişeyle belirtmiştir) şu tür korkuların rolü olmalıydı:
Erkekler durmadan onun yaşamına müdahale edip hakkında karar
veriyorlardı. Kendi başına olduğunda ise, yürekli ve macera
heveslisiydi.

"Dünyayı, kimsenin aklına getiremeyeceği kadar emsalsiz, güzel ve komik
bulan bir çocuk gibi gülüyordu Virginia," diye yazar Ouentin Bell ve
devam eder: "A Room of One's Own adlı yapıtında onun konuştuğu duyulur."
(Kendine Mahsus Bir Oda) Bu deneme, yazan bir kadının bağımsızlığı için
ilk savunmadır. Virginia Woolf bu yazısında kendisi için ayrı bir oda
isteminde bulunur, "Eğer bir kadın hayal ürünü şeyler yazmak istiyorsa
kendisine ait bir odası ve de parası olmalıdır."

Jane Austen gibi kadın yazarlar, kendilerine ait odaları yoksa,
yazdıkları taslakları aile fertlerinden, konuklardan ve evdeki
hizmetçilerden saklarlar, yazdıklarını korkuyla bir kurutma kâğıdına
sararlardı. "Kadınlar," der Virginia Woolf, "milyonlarca yıldan beri
evde oturuyorlar. Öyle ki yaratıcı güçlerini zamanla duvarlar emiyor."
Ayrıca kadınların kendi paraları olursa, kin ve acı sona erecektir diye
devam eder Woolf; "erkeklerden nefret etmeme hiç gerek yok. Erkek bana
acı veremez. Hiçbir erkeği okşamama gerek yok. O bana hiçbir şey
veremez."

Bu bağımsızlık, yaratıcı gücü serbest bırakır. Kadınlar da, Shakespeare
gibi bir yazar olabilir, "yeter ki özgürlüğe alışalım, düşündüğümüzü
aynen yazmaya cesaretimiz olsun."
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Tarihin İçinden Kadınlar Empty
MesajKonu: Geri: Tarihin İçinden Kadınlar   Tarihin İçinden Kadınlar EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:32 am

Katherine Mansfıeld

DÖNEMİNDEKİ ÖNEMLİ OLAYLAR (1888-1923)

1892 New York'ta ilk altı günlük kadınlar bisiklet yarışı yapılır.
1894 Londra'da Tower Köprüsü tamamlanır
1896 İngiliz kitle gazetesi Daily Mail yayınlanır.
1898'ler Kadınların tahsili giderek yaygınlaşır.
1900'ler Buhar çağından sonra elektrik çağı başlar.
1903 Otto Weininger'in Cinsiyet ve Karakter adlı, kadının "erkekten
değersiz" olduğunu savunmaya çalışan kitabı yayınlanır.
1909 İsveçli Selma Lagerlöf Nobel Edebiyat Ödülü'nü alır.
1909 Londra'da ilk permalı saçlar görülür.
1914 İngiliz Suffragetteler hareketi doruk noktasına ulaşır.
1914 Birinci Dünya Savaşı başlar.
1917 Almanya, İngiltere'ye havadan saldırır.
1918 Birinci Dünya Savaşı biter.

"YAZMAK İÇİN YAŞIYORUM."

Gayretli, tombul, yuvarlak gözlüklerinin arkasında meraklı gözlerle bir
kız öğrenci dikiş dersinde sınıftaki kız arkadaşlarına Charles
Dickens'ten metinler okur; o kadar duygu doludur ki arkadaşları ağlamaya
başlar. Yeni Zelandalı tüccar ve banker Harold Beauchamp'in kızı
Kathleen'dir bu.

Yeni Zelanda'nın en zengin adamlarından biri olarak bilinen babası,
üçüncü kızı olan Kathleen'e ve diğer çocuklarına en iyi okul eğitimini
vermeye çalışır. Wellington'daki kız lisesine ve bu okuldan sonra da
kibar bir özel okula gidecek ve birkaç yıl sonra da Londra'daki Queen's
College'e (kraliyet koleji) gönderileceklerdir.

Babası, Londra'nın Kathleen'de nasıl bir etki bırakacağını tahmin
etseydi, muhakkak kararını değiştirirdi. Kass dediği üçüncü kızı
hakkında daha şimdiden endişelenmektedir. Zor bir çocuktur, annesiyle
babasına karşı gelir, öğretmenlerine de kafa tutar. Üstelik "yalancılığa
varan bir hayal gücü" vardır. En azından okulda böyle bir yargıya
varılmıştır.

"Edebiyat yaşamım Yeni Zelanda'da kısa öyküler yazmakla başlar. İlk
denemem yayınlandığında dokuz yaşındaydım. O zamandan beri defterler
dolusu yazıyorum." Kathleen kısa otobiyografisinde kendisi hakkında bu
kısa cümleleri yazdığında, dış görünümüyle tombul Kass'tan eser kalmamış
olan, genç, dinamik bir kadın ve çoktan tanınmış bir yazardır.

Yazar olarak Katherine Mansfield adını almış ve sadık okurları
tarafından "dâhi" olarak kutlanmıştır. Fakat bu babasının pek hoşuna
gitmemiş gibidir. Ünlü kızının en iyi öykülerinden biri olan Je Ne Parle
Pas Français (Fransızca konuşmuyorum) öyküsü hakkında fikrini
söylediğinde, "O şeyi hemen şöminenin arkasına fırlattım. Ruh yoktu bir
kere," der...

Fakat biz onun ünlü olmadan önceki halinde, Kass'ta kalalım şimdilik:
Ailede iki insan bu kıza çok yakındır. Daha sonra kızlık soyadını
sanatçı adı olarak aldığı büyükannesi ve kendinden küçük erkek kardeşi
Leslie. On iki yaşına geldiğinde, on beş yaşında çello çalan "Mucize
Çocuk" Arnold ile tanışır. Kass büyülenmiştir. Arnold onun "Masal
Prensi" olmuştur.

Dahası, o da çello derslerine başlar. Büyük bir müzisyen olabileceğinden
gizliden gizliye emindir. Fakat bundan sonraki yıllarda yazmayı ihmal
etmez. Araştırma, düzeltme ve eskizler yapar -ve "Sezar" adını verdiği
Arnold'a ateşli aşk mektupları yazar. Kendisine yakın bulduğu tüm
insanların isimlerini değiştirir. Örneğin hayatının sonuna kadar bağını
koparmadığı Ida'nın adı onun için Leslie Moore'dur veya kısaca "L. M".
Ida da sanatçı olmak ister.

İkisi, Kass'ın 1903-1906 arası gittiği kraliyet kolejinde
tanışmışlardır. O yıllarda Katherine Mansfield imzasını kullanmaya
başlayan Kass'ın kendisine örnek aldığı yazar Oscar Wilde'dır. Wilde'ın
aforizmaları 17 yaşındaki bu kızın günlüğünde büyük bir yer tutar: "Her
şeyi gidebildiği yere kadar götür." "Ahlaki önyargılarımızı sahnelemek
için gelmedik dünyaya." "Baştan çıkarılmaktan kurtulmanın tek yolu;
teslim olmaktır." Genç ve öğrenmeye susamış Katherine bunların peşinden
kendine özgü dünya görüşlerini not eder, "Hayatta en üst noktaya kadar
tırmanmak istiyorum!"

Bu, katı kuralları olan babasının eğitim ilkelerine pek uygun
düşmemektedir! Bu dikkafalı kızın, babasının memleketi Yeni Zelanda'ya
geri gönderilip yeniden sade bir ailenin çatısı altına sokulmasının
zamanı gelmiştir artık. Katherine'i 1906 sonbaharında Yeni Zelanda'ya,
Wellington'a giden S. S. Corinthic gemisinde ebeveyninin eşliğinde
buluruz.

Genç kız somurtkan, asi ve huysuz olmuştur. Günlüğünde anlattığına
bakılırsa, anne ve babası "geleceğini elinden almak amacıyla"
yanındadırlar. Güvertede bir delikanlı ile flört ederken ("Onun aklını
başından almak, içinde derin, garip duygular uyandırmak istiyorum!"),
geleceğin yazarı annesiyle babasını izleyerek şöyle betimler:
"Umduğumdan daha da kötüler.

Merakla ve dikkatle etrafı kolluyor, sadece yemekten söz ediyorlar. Boşu
boşuna ve bayağı bir şekilde kavga ediyorlar. Babam Londra'ya geri
dönmemin yapabileceğim en aptalca şey olacağından, beni oğlanlarla
karanlıkta dolaşırken görmek istemediğinden söz ediyor. Uzun kum rengi
tüylerle kaplı elleri kesinlikle acımasız eller. Bedensel bir nefret
duygusu kaplıyor içimi. Hep onun yakınlarında olmamı istiyor...

Hep kuşkulu ve kibirli bir despotluğu sürdürmekte ısrarlı. İkisi de
tamamen zevksiz. Sürekli kızdırıyorlar beni. Onlara bakınca içimde
tüyler ürpertici bir değişiklik oluyor. Davranışlarımda
kararsızlaşıyorum. Rahatsız oluyorum... Evde yaşamak asla mümkün
olmayacak. Bunu tamamen anlamış durumdayım. Devamlı sürtüşmeye neden
olacaklar. On beş dakikadan fazla çekilecek gibi değiller. Kafa yapısı
olarak da benden çok geriler. Gelecek ne gösterecek bakalım?"

Önce sevilmeyen baba evinde huzursuz yıllar geçer. Aşk maceralarına
dalar. Lezbiyen ilişkilere girer. Ebeveynleriyle sürekli kavga eder.
("Allah'ın belası ailem! Ulu Tanrım ne sıkıcı toplum bu!") ve yazar,
yazar, yazar. Her şeye karşın ilk hikâyeleri bir dergi tarafından
yayınlanır. En sonunda 1908 yazında Londra'ya taşınmak için annesiyle
babasının iznini alır. Babası fazla olmasa da yetecek kadar bir cep
harçlığı bağlanmasına izin verir.

"Hayatta en üst noktaya kadar tırmanmak istiyorum" parolasına sadık
kalarak Londra'da yaşadıkları ciltlerce roman doldurabilir. Bu zaman
içinde 29 değişik posta adresi vardır. Yaptığı seyahatler ve araştırma
gezileri bu hesapta yoktur. Evlendiği şan hocasını, düğün gecesinin
sabahında aniden terk eder. Başka bir erkekten hamile kalır. Çocuğunu
kaybeder.

Geçici bir süre için Wörishofen Manastırı'nda yaşar. Londra'da genç
eleştirmen John Middleton Murry'e âşık olur ve tabii hemen onun da adını
"Bogey" olarak değiştirir. Açgözlülükle hayattaki tüm deneyimleri
edinmeye çalışır.

Bu zaman içinde ve daha sonraki yıllarda da devamlı güvenilir bir kişi
olarak Katherine Mansfield'in yaşamında ortaya çıkan tek insan, kolej
arkadaşı "L. M."dir. L. M., Katherine'e, "Sana hizmet etmek ve senin
yolunda gitmek istiyorum," diye söz vermiştir. Böyle bir sözün Katherine
için ne kadar önemli olduğunu zaman gösterecektir. Bu arada yazar ilk
edebi başarısını elde eder.

Yazıları dergilerde yayınlanır ve Bir Alman Pansiyonunda adlı hikâye
kitabı çıkar. Bu kitaptaki eskizler ve hikâyeler çoğunluk bir karikatür
etkisi bırakmaktadır. Sonraları bu kitabı "olgunlaşmamış" olarak
niteleyecek ve Birinci Dünya Savaşı sırasında yeni baskısının
yapılmasına karşı çıkacaktır. O zamanlar hüküm süren Alman düşmanlığı
ortamına çok uygun düşmesine ve şiddetle paraya ihtiyacı olmasına
rağmen...

Kendi tarzını aramaktadır, "Tüm kalbimle istiyorum bunu, özlüyorum ama
kelimeler gelmiyor bir türlü aklıma."

1915 Şubat'ında yeniden büyük bir aşk macerasına dalar. Şavasın
ortasında bir Fransız subayına gider; daha sonra Akılsızca Bir Seyahat
adlı hikâye kitabına konu olacak bir maceradır bu.

Aynı yıl 1915 Eylül sonu Fransa'daki cepheye gönderilecek olan erkek
kardeşi Leslie İngiltere'ye gelir. Uzun sohbetler sırasında Katherine'in
Yeni Zelanda'daki çocukluğu canlanır gözünde. Hayır, hatırladığı azgın
genç kızlık yılları değildir, içinde yeniden ortaya çıkan resimlerdir;
renkler, kokular, eski çocukluk günlerinden kalma sahnelerdir. Katherine
günlüğünde kardeşiyle yaptığı bir konuşmayı anlatır.

- Pembe bahçe sırasının üstünde nasıl oturduğumuzu hâlâ hatırlıyor
musun?

- O pembe sırayı hiç unutmayacağım. Benim için var olan tek sıra o.
Nerede şimdi? Öbür dünyada da o sıranın üstünde oturmamıza izin verirler
mi dersin?

"Neredeyse çocuk gibiydik," diye yazmaya devam eder Katherine Mansfield,
"Hep birlikte gezdiğimizi, nesneleri birlikte aynı gözlerle seyredip
tartıştığımızı görüyorum..."

Katherine'in erkek kardeşi, onun şefkatle sevdiği "Chummie" 1915
Ekim'inde, bir el bombası taliminde bombanın erken patlamasıyla ölür.
Bir arkadaşından öğrendiğine göre son dakikalarında da hep onun adını
anmıştır, "Kafamı kaldır, nefes alamıyorum!"

27 yaşında olan Katherine, hayatında hiçbir olaydan kardeşinin ölümünden
etkilendiği kadar etkilenmemiştir. Deneyim kazanmak ister, kazanır da.
Fakat şimdi, o zamana kadarki yaşamının yüzeyselliğini gösteren bir
deneyimle karşı karşıyadır. 1916'ların başında günlüğünün sayfalarını
çeviren herkes şu cümleleri bulur: "Bundan önceki hikayelerimin konuları
beni hiç ilgilendirmiyor. Şimdi... şimdi kendi vatanım hakkında yazmak
istiyorum. Dağarcığım tükenene kadar. Her şeyi söylemek istiyorum,
hatta, 75 no.'lu evde çamaşır sepetinin nasıl gıcırdadığını bile...",
"Düşüncelerimde tüm yerleri onunla dolaştığım için," diyerek kardeşi
Chummie için Yeni Zelanda'daki gençliği yeniden canlandırmayı arzu eder.


Bu hedefine ulaşması için daha yedi yılı vardır. Ancak o andan itibaren
sapmadan ve durmak bilmeden anıları üzerine çalışmaya başlar. 1921'de
arkadaşlık kurduğu İngiliz ressam Dorothy Brett'e, "Ölüleri canlandırmak
öylesine tuhaf ki," diye yazar. "İşte pembe örgü takımıyla koltuğunda
oturan büyükannem. Amcam orada çimenlikte yürüyor ve ben yazarken şöyle
bir duyguya kapılıyorum:

Sanki ölmemişsiniz canlarım. Her şeyi hatırlıyorum. Benim aracılığımla
güzelliğiniz ve pırıltınızla yeniden yaşama dönesiniz diye önünüzde
eğilerek selamlıyorum sizleri ve arka plana geçiyorum."

Kendi ifadesine göre yazarken, öykülerinde geçen insanların kimliğine
bürünür, "Yazar bir süre oyunun kendisidir. Birkaç yazarın yapabildiği
gibi, hep olduğu gibi kalırsa, biraz daha az yorucu olurdu. Bu, şimşek
hızıyla değişimler geçiriyor insan."

Katherine Mansfield sadece insanları değil nesneleri de yazarak onlara
yeni bir yaşam verir. Kız arkadaşı Dorothy Brett'e içine düştüğü durumu
şöyle anlatır: "Elmaların resmini yaptığında kendi göğüslerinin ve
dizlerinin de elmalaştığını mı hissedersin? Yoksa bunu büyük bir
saçmalık mı sayarsın? Ben saçmalık olmadığına eminim. Ördekleri
yazdığımda, sana yemin ederim, ben yuvarlak gözlü bir ördeğim. Sarı
çiçeklerle çevrili gölde yüzen ve arada sırada başları aşağıda, altımda
yüzen diğerlerinin üstüne saldıran bir ördek."

Genç kızlığında da kendisine özgü bir kararlılıkla ölümüne kadar şu
esasa göre yaşar: "Yazmak için yaşıyorum." Tek bir amacı vardır. O da
sanatını gitgide daha mükemmelleştirmek. Katherine Mansfield şaşılacak
bir şekilde zaman dilenmektedir. Mektuplarında, günlüğünde yaşam
hedefine ulaşmak için zaman dilenir. Kendisi için daha ne kadar zaman
kaldığını hissetmiş olmalıdır. Çünkü hastalanmıştır. İki zatürreeden
sonra otuz yaşında ağzından kan boşanır. Korkmaktadır. Ağrıları ve ateşi
vardır.

Ve yazmaya devam eder.

Uzun zamandan beri sıkıntılı bir dönem geçirmektedir: Katherine
Mansfield için bu sıkıntılı yıllar, bugün İngiliz edebiyatının
klasiklerinden sayılan ünlü hikâyelerinin ortaya çıktığı yıllardır.
Kendi zamanında çığır açan, etki bırakan, tamamen yepyeni bir tarz
yaratır. Kendisini yaşamının son beş yılında gösteren resimlerinde
Katherine Mansfield zayıf, koyu saçlı, gözleri her şeyi yutmak
istermişçesine bakan bir kadın olarak görünür.

Bu arada 1918'de John Middleton Murry ile evlenmişse de, sağlığı
dolayısıyla devamlı dinlenme yerlerine gönderildiği için yalnız
yaşamaktadır. Güney Fransa'ya. İsviçre'ye. Kışları güneyde otellerde,
pansiyonlarda geçirir. Güvenli bir ev hayatını özler: "Keşke bir evim
olsaydı da perdeleri kapatabilseydim."

Belki Katherine Mansfield sessiz, sakin bir ev hayatı için uygun bir tip
değildir. Fakat bunun özlemini duyar, "İnsanları; arkadaşlarımı, evimi
özlüyorum," diye yazar kocasına ve devam eder: "Neden doğru dürüst bir
evim yok?" Güney Fransa'da tedavi görürken de, kocasına şöyle yazar:
"Ben evde olunca, birlikte yaşadığımızda, ümitsizliğinden kurtulacaksın.
Ben orada olacağım ve akşamları masada oturup, lamba aramızda
çalışacağız. Sonra içecek sıcak bir şey hazırlayacağız, biraz gevezelik
edeceğiz, sigara yakıp küçük planlar yapacağız. Biliyor musun, kendimizi
tamamen değiştireceğiz. Birbirimizin içinde eriyip kaybolacağız."

Hayal. Murry ve Manstield birbirlerinin içinde eriyip gidemezler. Gerçi
kocasının onu güneyde ziyarete gittiği zamanlar olmuştur. Arada bir
Katherine iyiyken İngiltere'de beraber olurlar, ama o her öksürdüğünde
kocası sırtını döner. Aslında zor ve hastalıklı karısı ona yük
olmaktadır. Onun için eleştirmen ve biyograf olarak kendi kariyeri ve
çalışmaları ön plandadır. Virginia Woolf gibi çağdaşları onu "çok
bencil" bulurlar. Fakat Katherine ona sayfalar dolusu mektuplar yazarak
sevgisini istemiştir.

Bir tek insan ona ayrılmamacasına bağlı kalır: Ida Baker ya da takma
adıyla, henüz gençliğinde arkadaşına hizmet edeceğine söz veren L. M. Bu
iki kadın arasında çok garip bir arkadaşlık vardır... Ida kendisini
düşünmeyen biridir, kendisini arkadaşına adar, fakat "ancak bana
sarılabildiği an mutlu hissediyor kendisini," diye yazar Katherine
kocasına.

Katherine, kız arkadaşının yardımı olmaksızın hayatta karşılaştığı
birçok durumdan kurtulamazdı. Bunu bilmektedir. Fakat bu bağımlılık
duygusu onu kızdırır. Katherine Mansfield'in kısacık yaşamında gelip
geçen bir dostluk-düşmanlık ilişkisidir bu.

1916 sonbaharında ilk kez İngiliz yazar Virginia Woolf ile buluşur. Her
ikisi de şimdiye kadar tüm yaşamını yazmaya adayan bir kadın
tanımamıştır. İkisinin de hedefi aynıdır ve kendilerini birbirlerine çok
yakın bulurlar; aynı zamanda çok mesafeli davranırlar.

Virginia Woolf günlüğüne şu notu düşer: "Bizim (kendisini ve kocası
Leonard Woolf u kastederek) tek bir arzumuz vardı: K. M. hakkındaki ilk
izlenimimizin gerçek olmaması. Kokuyordu, ortalıkta dolaşan bir Tibet
kedisi gibi... Gerçeği söylemek gerekirse ilk bakışta o kadar bayağı bir
insan etkisi bırakması beni birazcık şoke etti. Hatları sert ve
basitti. Fakat bunlar silinince o kadar zeki ve sal ki, dostluğa değer
doğrusu..."

Virginia Woolf günlüğünün başka bir yerinde şöyle yazar: "Bir kedi gibi.
Yabanıl, ağır ve daima yalnız, kendi kendini koruyan. Tamamen kendine
özgü, kendisi için yaşayan, sanatına odaklanmış, neredeyse fanatik,
garip bir insan gibi göründü bana."

Fanatik, kedi gibi, anlaşılmaz. Virginia Woolf (meslektaşının karşısında
rekabet hislerine kapılmadan durduğu da söylenemez) bu sözleri ile
Katherine Mansfield'in önemli özelliklerini ortaya koyar. Fakat dikkate
almadığı bir şey (yoksa bilmiyor muydu?) Katherine Mansfield'in ne kadar
hasta olduğudur. Ölümcül hasta ve bu nedenle gözetim altında olan
Katherine Mansfield, 34 yaşında Paris'te, Fontainebleau'da Kafkasyalı
Gürciyef'in açtığı "Uyumlu Gelişim" enstitüsünde ölür.

Yaşamının son haftalarında bu klinikte sağlığına kavuşacağı fikrine çok
kaptırmıştır kendisini. "Yaşam tarzımı tamamen değiştirmeyi
düşünüyorum," diye yazar ölümünden üç ay önce bir arkadaşına. "Her türlü
işi ellerimle yapmayı amaçlıyorum. Hayvanları beslemek ve elle
yapılabilecek her işi yapmak."

Günümüz tabiriyle dünyayı durdurup "inmek" ister. Fakat bedensel olarak
öyle hastadır ki Fontainebleau'da kısa bir müddet kaldıktan sonra kan
kusarak ölür. Kocası Middleton Murry ölümünden hemen sonra hikâyelerinin
büyük bir kısmını, günlüğüne yazdığı notları ve mektuplarını yayınlar.
Ve bunlar için -bu kendisinden bir alıntıdır-"Katherine Mansfield'in o
zamana kadar aldığının on katı kadar bir para" alır. "Bana ironik geldi
gerçi, ama sonra bâtıl inancımla, Katherine'in bereketinin evliliğimizi
ve deniz kenarındaki evimizi kolladığına hükmettim."

Yani "Katherine'in Bereketi" ile deniz kıyısında bir ev ve daha sonra
bir çiftlik sahibi olur kocası. "Doğru" kadını buluncaya kadar üç kez
daha evlenir. Sonunda, sakin ve sorunsuz bir kadın bulur. Bu arada da
Katherine'e layık bulduğu unvanı vermeyi de unutmaz: Mezar taşında onun
isminin altına "John Middleton Murry'nin eşi" diye yazdırır.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Tarihin İçinden Kadınlar Empty
MesajKonu: Geri: Tarihin İçinden Kadınlar   Tarihin İçinden Kadınlar EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:32 am

Flora Tristan

DÖNEMİNDEKİ ÖNEMLİ OLAYLAR (1803-1844)

1804 Napoleon, kadın düşmanı "Code Civil" (Medeni Kanun'u) çıkarır.
1814 Sosyalist hareketin öncüleri olan Saint Simoncuların etkisi artar.
1818 Karl Marks'ın doğum yılı (sonradan Flora Tristan'ın düşüncelerinden
yararlanacaktır).
1820 Friedrich Engels'in doğum yılı (o da sonradan Flora Tristan'ın
düşüncelerinden yararlanacaktır).
1825 İngiltere'de William Thompson'un, İnsan ırkının yarısını oluşturan
kadınların, onları siyasal kölelik içinde geri bırakmaya çalışan öbür
yarının, yani erkeklerin kendini beğenmişliğine karşı çağrısı
yayınlanır. Londra'da (salt erkekler için) bir üniversite kurulur.
1831 Lyon'da işçi ayaklanması.
1832 Pierre Leroux, "Sosyalizm" kavramını ortaya atar.
1840 Fransa ve İngiltere'deki kadın ve erkek işçilerin sefaleti
hakkında, Flora Tristan'ın ilk açıklamaları yayınlanır.
1903 Flora Tristan'ın torunu olan ressam Paul Gauguin, büyükannesi
hakkında şunları yazar, "Sosyalist-anarşist mavi çoraplının biri,
herhalde yemek pişirmesini bilmezdi."

"İNSAN HAKLARI, HERKES İÇİNDİR; YALNIZ ERKEKLER İÇİN DEĞİL!"

"Erkeklerin kutsal mekânına sızmak; bir kadın için ne büyük bir skandal,
ne büyük bir utanmazlık, hatta Tanrı'ya karşı ne küstahlık!"

1839 yılında genç bir kadın böyle bir "skandal"ı yaşamış ve sonradan da
yazmıştır. Bir Fransız kadınıyla Perulu bir soylunun evlilik dışı kızı
olan Flora Tristan'dır bu. On yedi yaşında evlendiği kocasından ayrı
yaşamakta ve yıllardır kendi başına seyahatlere çıkmaktadır; hatta
Peru'ya bile gitmiştir.

O sıralar Londra'da bulunmakta ve parlamentodaki oturumlarda ne olup
bittiğini merak etmektedir. Paris ve (Peru'nun başkenti) Lima'da
parlamentoya girmesine izin vermişlerdir. Ama Londra'da, bunun kadınlara
kesinlikle yasak olduğunu öğrenir. Bu yasak, onun merakını iyice
kamçılar. Yasağı delmek için bir fikir gelir aklına, "Tory'lerin
(Muhafazakâr Parti) çok gezip tozmuş, hayli sağduyu sahibi ve önyargısız
bir üyesini tanıyordum. Saf saf, göründüğü gibi olduğunu düşünerek,
bana bir erkek giysisi uydurup, beraberinde parlamentoya sokmasını rica
ettim."

Ne var ki, "üstüne kızgın yağ dökülmüş gibi oldu! Dehşetten yüzü önce
bembeyaz, sonra da hiddetten kıpkırmızı kesildi. Bastonuyla şapkasını
kaptığı gibi, bana bir kez bile bakmadan kendini dışarı attı ve
dostluğumuz sona erdi."

Zaten yıllardır toplumdışı olarak damgalanmış olan Flora, çok merak
ettiği "erkeklerin kutsal mekânına" sızmak için başka bir yol dener.

"Sonunda bir Türk'le tanıştım. Önemli bir kişiydi; fikrimi iyi
karşılamakla kalmadı, bana bir giysi bulup, bir giriş kartı, bir araba
ve kendi refakatini de sundu." Böylece öğrenme meraklısı genç kadın,
Türk giysileri içinde erkeklerin görkemli topluluğunun içine sızmayı
başarır.

Ve işte, sonra yaşadıkları: "Bu beyler, opera dürbünleriyle beni
dikizlemeye ve aralarında yüksek sesle hakkımda konuşmaya başladılar.
Önümde ileri geri volta atıp duruyorlar, terbiyesizce suratıma gözlerini
dikiyorlardı. Merdivende arkama geçip, Fransızca söyleniyorlardı:
'Salona neden girmiş ki bu? Oturumu izleyip de ne olacak? Herhalde
Fransız kadınıdır. Onların hiçbir izanı, saygısı yoktur zaten.
Utanmazlık bu. Görevliler dışarı atmalı onu!' Yerlerinden kalkıp, beni
büyüteç altında incelemek üzere yaklaşanların sayısı artıyordu. Sanki
iğne üstünde oturuyordum. Biz yine de bu davranış bozukluklarını bir
yana bırakıp, oturuma dönelim: Saygıdeğer beyefendiler, can sıkıntısı
içinde, yorgun argın sıralarda geriniyor, bazıları yatmış, uyuyordu"

Flora Tristan'ın gözlemlerine göre, bazıları da sabahlıklarıyla
gelmişlerdi." Flora, olayı kısaca şöyle özetler: "Avam Kamarası
üyelerinin davranışı beni, kıyafetimin onları şaşırtmasından çok daha
fazla hayrete düşürmüş ve sarsmıştı."

Doğrusu, yaşadıklarını yazarken sözünü hiç esirgemez Flora Tristan. "Her
kadını daha doğduğu andan itibaren ezen" bir topluma saygı göstermeyi,
daha genç kızken bırakmıştır. Bırakmak zorunda kalmıştır: On yedi
yaşındayken, atölyesinde çalıştığı Parisli bir litografla
evlendirilmişti. Kocası Andre Chazal, kumar tutkusu yüzünden borca atmış
ve güzel karısını fahişelik yaparak "ek kazanç" sağlamaya zorlamıştı.
İki çocuğu ve karnında bir üçüncüsüyle evden kaçan Flora, üçüncü çocuğu
Aline'i daha yirmi iki yaşındayken dünyaya getirmiştir. "Sana yemin
ederim, senin için daha iyi bir dünya yaratmak uğruna savaşacağım. Sen
ne köle olacaksın, ne de parya."

Tarihin bu dönemi için çok iddialı bir yemindi bu; çünkü:

- Her kadın kocasının mülkü sayılıyordu.
- Napoleon'un yasalarına göre, boşanma olanaksızdı.
- Kadınların okul ya da meslek eğitimi görmeleri olanaksızdı.
- Kadınlar, loncalara sokulmuyordu; yani bağımsız olarak çalışmak ve
geçimlerini sağlamak olanağından yoksundular.

Evlilik dışı bir çocuğun da yükünü üstlenmiş olan Flora Tristan, kızına
daha iyi bir gelecek vaat ederken, neye yemin ettiğini iyi bilmektedir!
Bu amaç uğruna her şeyini koyar ortaya. Hatta kocasının, Flora ve
çocuklar üzerinde her türlü hakka sahip olmasına ve çocuklarını ondan
zorla almasına karşın. Polis tarafından sürekli koğuşturulmasına karşın.
Maceralı bir yolculuktan sonra arayıp bulduğu Peru'daki zengin
akrabalarının, onu babasının mirasından yoksun bırakmalarına karşın.

Flora Tristan'ın tüm yaşamı böyle "karşınlarla dolu olmuş ve o bütün
bunlara karşı savaşmak zorunda kalmıştır. Tek başına. Ezilen,
haklarından yoksun bir parya gibi. Çünkü hakların nasıl dağıtılacağına
erkekler karar vermektedir. Çünkü o arada esniyor da olsalar -Flora'nın
İngiliz Avam Kamarası'nda gördüğü gibi- kadınlar hakkında yasaları da
onlar çıkarmaktadır.

Flora Tristan, yolculuklarında günbegün duyduğu haksızlıklardan
bunalarak, yaşadıklarını açıklamaya başlar. Daha da önemlisi, taleplerde
bulunur ve yapılması gereken değişiklikleri önerir.

İlk olarak, "Yabancı kadınları iyi karşılamanın gerekliliği üzerine"
başlığıyla bir broşür çıkarır. "Madam T." imzasıyla, taşradan gelen, iş
arayan, kocasından kaçan ya da fahişelikten kurtulmak isteyen kadınlar
için sığınma evlerinin açılmasını önerir. Yalnız yaşayan kadınlar artık
daha alt bir sınıf gibi görülmemelidir. Kadınlar, aynı erkekler gibi
yolculuklar yaparak kendilerini geliştirmek olanağından
yararlanabilmelidir. Büyük kentlerde, okuma odası, gazeteler, eğitsel
yardım ve kentin sakinleriyle temas olanakları sağlayan konukevleri
bulunmalıdır.

Broşürün bazı bölümleri, ilk sosyalist grupların içinde en nüfuzlusu
olan Saint Simoncuların çağrılarını andırmaktadır. Bu grup, en yüce
hedef olarak, "kadınların özgür olması"nı göstermiştir. Gerçekten de
Flora Tristan, zamanının ilerici düşünür ve reformcularının
fikirlerinden yararlanmış, ancak değişik "ekol"lerin yörüngesine
girmekten özellikle kaçınmıştır. Onun düşüncelerine yön veren, kendi
yaşam deneyimleridir.

Bir sonraki kitabı da bunu yansıtır: Bir Parya'nın Yolculukları. Burada,
kendi geçmişini ve Peru'ya yolculuğunu anlatır. Önsözünde şöyle yazar:
"Büyük talihsizlikler yüzünden yaşamları işkenceye dönüşen kadınlar,
çektikleri dertler ve önyargılar yüzünden katlanmak zorunda kaldıkları
zorlukları bir yazsalar! Toplumsal ilişkilerde adaletli bir reform,
ancak bu tür açıklamaların temelinde yapılabilir." İstatistiklere göre,
Fransa'da kocalarından ayrı yaşadıkları için toplumca hor görülen üç yüz
binden fazla kadın olduğunu ortaya koyar Flora Tristan; kendisi de
onlardan biridir.

Millet Meclisi'ne yazdığı bir mektubu da kitabına ek yapmıştır; burada
boşanmanın tekrar yasallaştırılması çağrısında bulunur:

"Evliliğin sona erdirilememesinin getirdiği ıstırabı ben de yaşadım.
Meteliksiz olarak kocamdan ayrılmak zorunda kaldım. Kendim ve çocuklarım
için, tek başıma mücadele vermek zorundaydım. Bu tür bir yükü taşımak,
çoğu kadının dayanma gücünü aşar, çünkü mesleki bir eğitim almamıştır...
Meclisinize sunmakla onur duyduğum kitabımda, benim durumumdaki
kadınların çektikleri ıstırabı kısmen belirttim. Bir ailenin mutluluğu
ancak özgürlüğe dayalı bir hukuk çerçevesinde gerçekleşebilir. Hazreti
İsa, Tanrı'nın birleştirdiğini ayırmayın' demişti. Bunu Tanrı'nın
ayırdığım birbirine zincirlemeyin' diye tamamlamamız gerekmez mi?
Meclisinizden, karşılıklı hakkaniyet ilkesine uygun olarak boşanmanın
yine yasallaşmasını, Napoleon Yasası'ndan önceki yasanın öngördüğü gibi,
her iki tarafın da boşanma isteminde bulunabilmesine izin verilmesini
rica ediyorum." Bu rica geri çevrilir.

Bir Parya'nın Yolculukları'nın yayınlanmasından kısa süre sonra, Flora
Tristan'ın kocası Chazal, evinin kapısı önünde pusuya yatıp ona
tabancayla ateş eder. Flora canını kurtarır ama kurşunlardan biri
göğsünün altında kalır ve çıkarılamaz.

Bu suikast girişiminden dört ay sonra, "Andre Chazal'ın karısına karşı
cinayete teşebbüsünden dolayı açılan dava başlar. Sanık koca,
suçsuzluğundan emindir. Sonuçta, annesinin kötü etkisinden korumak
istediği kızının geleceğini düşünmüştür. Gerekeni yapmak zorunda
kalmıştır. Hepsi bu kadar.

Flora Tristan'ın serserice yaşantısına kanıt olarak ise, onun son
kitabını mahkemeye sunar. EVLİ BİR KADININ YANLIŞ ADIMLARI ibaresini
başlığın üstüne büyük harflerle yazmış, bir de buna BÂTILLIKLARIN
BÂTILLIĞI'NI eklemiştir. Duruşmalar sırasında bağırır durur, "Bu kitapta
öyle yerler var ki! Yüzlercesi! Nereden başlayacağını bilemiyor insan!
Avukatım, en çarpıcı olanlarını anlatacak!"

Flora Tristan'ın eserinde evliliğin dokunulmazlığına karşı çıkması,
sanık tarafından "utanmazlık ve ahlaksızlık" olarak aleyhinde
kullanılır. Aslında tüm mahkeme boyunca, cinayete teşebbüs edenden
ziyade Flora Tristan'ın "yaşam tarzı" yargılanıyor gibidir.

Chazal, sonuçta yirmi yıl zorunlu çalışmaya mahkûm edilir, sonra cezası
yirmi yıl hapse çevrilir.

Artık Flora Tristan gayrı resmi olarak çoktan attığı Chazal soyadını,
resmen atabilecektir.

"O her şeyi görmek, gözlemlemek istiyordu!" Bir dostu (Elenore Blanc)
Flora'nın belirgin özelliğini böyle tanımlar. Hakkında o kadar iyi
düşünmeyen başka çağdaşları ise, "Burnunu her şeye sokuyor," derler.

Öyle de yapar. Üstüne üstlük, gördüklerini yazar. Avam Kamarası'ndaki
olayı, Londra'da Gezintiler kitabında anlatır örneğin. İngiltere'nin
"kanayan yaralarını" keşfettiği tüm röportajlarını bu kitaba koymuştur.
Fabrikaları, gecekondu mahallelerini, hapishaneleri ve meyhaneleri
gezmiştir. Okuyucularına, yoksulluk, ezilmişlik ve sıkıntının (o
zamanlar vaaz edildiği ve inanıldığı gibi) gerekli olmadığını,
giderilebileceğini anlatır.

Özellikle, İngiliz başkentindeki "genel kadınlar"la ilgilenir, "Fuhuş,
dünya nimetlerinin eşitsiz dağılımının beraberinde getirdiği en iğrenç
felakettir. Erkekler, bekâreti -aynısını kendilerine de uygulamaksızın-
bir erdemlilik olarak kadınlara zorla kabul ettirmiş olmasalardı, sırf
kalbinin sesine kapıldı, diye kadını toplumdan dışlamak mümkün olmazdı.
İğfal edilen, yararlanılan ve kaderlerine terk edilen kızlar, o zaman,
para karşılığı kendilerini satmak zorunda kalmazlardı. Kadın erkeklerle
aynı eğitimi görebilse, aynı işleri yapabilse, böylesi bir sefaletin,
önyargıların ve aşağılanmanın kucağına itilmezdi. Erdemlilik ya da
suçluluk, önkoşul olarak, iyi ya da kötü davranmak arasında bir seçim
yapma özgürlüğüne bağlıdır. Hiçbir şeye sahip olmayan, hiçbir şey
yapamayan kadının, yaşamı boyunca ya kurnazlık ya da baştan çıkarma
yoluyla açlıktan nasıl kurtulacağını kollamaktan başka ne çaresi vardır?
Kadınlar özgürleşene kadar, fahişelik artacaktır."

Flora, İngiltere'de Mary Wollstonecraft'ın Kadın Haklarının Savunması
başlıklı tartışmasını keşfetmiş ve kitabında bundan da söz etmiştir.
"Londra'da Gezintiler" kitabının halk baskısına yazdığı önsözde şöyle
der, "Emekçiler, hepinize (özgün dilde "tous et toutes") ithaf ediyorum
bu kitabı."

Buradaki "hepiniz", çok önemli bir yenilik olarak, hem erkekleri hem de
kadınları içermektedir. "Yurttaşların özgürlükleri siyasal haklar; ve
toplumsal kurumlar kanalıyla, tüm erkekler ve tüm kadınların çıkarına,
aralarında fark gözetilmeksizin güvenceye alınmadıkça, insanların ne
kötü durumda kaldıklarını görüyorsunuz. Sizin için birini öteki gibi
kabul etmenin ve buna göre bir eğitim görerek bundan yararlanmanın ne
kadar önemli olduğunu görüyorsunuz." Sonunda, okurlarından, erkek ve
kadınların insan haklarını savunan yazarların kitaplarını okumalarını
ister.

İngiltere'deki deneyimleri, Flora Tristan'ı daha uzun bir süre meşgul
eder. Ezilen erkek ve kadın işçiler için bir girişimde bulunma fikri
burada olgunlaşır kafasında. 1843 yılında, Emekçilerin Birliği'ni
yayınlar. Bu manifestosunda, yine herkese hitap etmektedir: Erkek ve
kadın işçiler daha yüksek ücret ve daha iyi çalışma koşulları,
meclislerde temsil edilmek ve herkesin çalışma hakkı için
birleşmelidirler.

Flora, öğretisini dokuz madde halinde özetlemiştir. Her şeyin özü,
"insanların birleşmesi için tek yolun, erkek ve kadın haklarının
temeldeki eşitliği olduğu"dur. Flora ayrıca, her bölgede bir tür "İşçi
Sarayı" kurulmasını önerir; bir dinlenme, yetenek geliştirme ve
örgütlenme yeri olacaktır burası, kız ya da erkek çocuklar için
okulları, yaşlı ve kötürümler için özel yurtları bulunacaktır.

Her sınıftan, her yaştan, her inançtan ve her ulustan kadınlara yaptığı
çağrıda, Emekçilerin Birliğim desteklemelerini ister:

"Hepiniz yasaların ve önyargıların baskısı altında tutuluyorsunuz; gelin
beraber savaşalım!"

Flora Tristan'ın programını yayınlamaya hiçbir yayıncı yanaşmaz. O da
tabana kuvvet, tüm Paris'i arşınlayarak, "tüm özverili insanlardan"
basım masraflarına katkıda bulunmalarını ister. Evdeki yardımcı kadın,
sucu ve kızı Aline, ona ilk destek verenlerdir. George Sand, Eugene Sue
gibi yazarlar, ressamlar, siyasetçiler, kadın ve erkek işçilerden de
ikna olanlar çıkar. Böylece Union Ouvriere'in dört baskısı yapılır.

Flora Tristan, 12 Nisan 1844'te Fransa'da bir yolculuğa çıkar. Günler
boyu kitaplar ve broşürler dağıtır, konuşmalar yapar, insanları
tartışmaya çağırır. Bazı yerlerde coşkuyla karşılanır, gruplar ve
komiteler kurulur. Başka yerlerde de polis, ona tuzak kurmaya çalışır.
Varlıklı beylerin kendisine metreslik teklif ettikleri mektuplar alır.
Bu arada "yalnız kadınlara oda vermiyoruz" gerekçesiyle otellerden geri
çevrilir. Hasta, tükenmiş, şevkini yitirmiş haldedir.

Şansına, birkaç sevindirici haberle teselli bulur. Marsilya ve
Avignon'dan kendisine gelen haberlere göre, oradaki işçiler Birlik için
gruplar oluşturmuşlardır. Lyon'da da durum aynıdır. "Bütün bunlar, büyük
bir görevin beni beklediğini kanıtlıyor," diye yazar Flora 1844
Eylül'ünde, güncesine. Bu, defterine düştüğü son kayıttır.

Tamamen tükenmiş bir halde, 15 Kasım'da Bordeaux'da ölür.

Cenaze törenini anlatan bir Bordeaux gazetesi, "Aralarına birçok
entelektüelin ve avukatın da katıldığı büyük bir işçi kitlesi onu mezara
taşıdı," diye yazar. "İşçiler, yaşamı boyunca kendilerinin iyiliği
uğruna savaşmış olan bu kadının tabutunu kendi omuzlan üstünde taşımak
istemişlerdi. Tanrı'nın yardımıyla tüm kadın ve erkeklerin birleşeceği
gün geldiğinde, Flora Tristan'ın adını sonsuza dek anacağız."

Birkaç yıl sonra, Flora Tristan'ın düşünceleri ve önerileri Karl Marks
ve Friedrich Engels'in yazılarında yeniden ortaya çıkmıştır. Bu
alıntıların hangi kaynaktan geldiğini ise, her iki yazar da değinmeye
değer bulmamışlardır.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Tarihin İçinden Kadınlar Empty
MesajKonu: Geri: Tarihin İçinden Kadınlar   Tarihin İçinden Kadınlar EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:32 am

Simone de Beauvoir

DÖNEMİNDEKİ ÖNEMLİ OLAYLAR (1908-1987)

1929 Simone de Beauvoir, Fransız varoluşçuluğunun baş temsilcisi
Jean-Paul Sartre ile tanışır.
1935 Amerikalı antropolog Margaret Mead Üç İlkel Toplumda Cinsiyet ve
Karakter üzerine incelemelerini yayınlar ve bu eserinde erkek ve dişi
karakter çizgilerinin göreceli olduğunu kanıtlar.
1939 Hitler Polonya'yı işgal ederek 2. Dünya Savaşı'nı başlatır. Fransa
ve İngiltere Almanya'ya savaş ilan ederler.
1940 Simone de Beauvoir ve Jean-Paul Sartre Fransız direniş hareketinin
üyeleri arasındadırlar.
1949 Simone de Beauvoir'in kitabı Le Deıocieme Sexe (İkinci Cinsiyet)
yayınlandığında sert tartışmalara yol açar.
1963 ABD'de Betty Friedan'ın The Feminine Mystique (Kadınlığın Gizemi)
yayınlanır. Bu kitapta kadınların ev işi ve çocukların tek yazgıları
olduğuna neden ve nasıl ikna edildikleri anlatılmaktadır.
1968 Paris'te ve Almanya'nın birçok kentinde öğrenci hareketleri başlar.

1968 Kadınların Kurtuluşu (yani feminizm) hareketi ABD'de yayılır.
Simone de Beauvoir'ın İkinci Cinsiyet kitabından esinlenen bir
harekettir bu.
1970 Bu yıldan itibaren Fransa'da Kadının Kurtuluşu Hareketi adında bir
örgüt faaliyete geçer.
1971 Nisan ayında kadın hareketleri tarafından hazırlanan bir itirafname
Fransa'nın ileri gelen (aralarında Simone de Beauvoir'ında bulunduğu)
343 kadını tarafından imzalanır: "Kürtaj Yaptırdım"', Nouvel
Obseıvato^'de yayınlanır. Bu kampanyanın kıvılcımı Almanya'ya sıçrar.
Aynı yıl 375 Alman kadını Stern dergisine "Kürtaj yaptırdım" itirafında
bulunurlar. "Madde 218" ile Alman kadın hareketi yeniden ayaklanır.

"KADIN OLARAK DÜNYAYA GELİNMEZ, KADIN OLUNUR."

"İyi niyetli, gayretli ve aşırı dindar." Simone de Beauvoir,
Kadınlığımın Hikâyesi başlıklı anılarının son cildinde kendi çocukluğunu
böyle anlatır.

Hukukçu olan babası, Simone ve ondan iki yaş küçük kız kardeşi Helene'e
titiz bir eğitim imkânı sağlar. İki kız da Paris'teki Katolik kız okulu
"Cours Desir"e giderler. Simone iyi bir Katolik'tir. Annesi ile birlikte
dua eder ve devamlı olarak ayinlere ve Komünyon'a katılır, günah
çıkartır. Okulda örnek öğrenci olarak gösterilir: Uslu, küçük bir kız.
En sevdiği uğraşı okumaktır. Babası da bu konuda onu destekler. Fakat
eline aldığı kitaplar anne ve babasının seçtikleri kitaplardır: Simone,
"iyi aile kızıdır".

Hayır, kız çocuk olarak mağduriyet duygusuna kapılmış değildir. Fakat,
kız kardeşi ile bebeklerle oynarken asla bir ev kadını olmayı istemez.
Ana olarak, her gün yaşadığı gibi, bir kadının "binlerce zahmetli
görevi" vardır. En iyisi ben öğretmen olayım, diye karar verir çocukken.
Büyük zevkle kız kardeşi "Poupette"e okumayı, yazmayı ve hesap yapmayı
öğretir.

Uzun dalgalı saçlarıyla Simone güzel bir kızdır. Ufak tefek
şımarıklıkları aile içinde hoş görülür. Sevilir ve beğenilir. Daha sonra
çocukluğunu anımsarken, bu güven duygusunun, sıcaklığın ve çocukluğunda
kendisine verilen önemin ilerideki gelişmesinde önemli olduğunu söyler.


Simone'un babası Birinci Dünya Savaşı'nda askere alındığında, bu olay
onu çok etkiler. Küçük örnek kız Simone, Bir Genç Kızın Anılarında
babasının ne denli katıksız milliyetçi olduğunu nasıl kanıtladığını
anlatır: Üzerinde "Alman Malı" yazılı bir oyuncak bebeği ayaklan altına
alarak çiğnemekle...

Küçük Simone'a, Tanrı'nın Fransa'yı kurtarıp kurtarmamasının onun uslu
ve dindar olmasına bağlı olduğu açıklanır. O yüzden özellikle savaş
yıllarında erdemli olmaya özen gösterir. Yeryüzündeki babasını,
gökyüzündeki babasını ve vatanını, hepsini memnun etmek ister. Böyle
yetiştirilmiştir ve buna karşı koymak için de bir neden göremez. Genç
yaşamında Simone'un "uslu kız" rolüne gölge düşüren ilk insan Zaza adlı
aynı yaşta bir kız olur.

Zaza: Günün birinde 10 yaşındaki Simone'un sınıftaki sırasına, yeni
gelen kısa saçlı, esmer bir kız oturur. Diğer sınıf arkadaşlarıyla çok
az teması olan Simone yeni sıra arkadaşından çok hoşlanır ve ona karşı
fanatik bir yakınlık gösterir, "Öğretmenlerle nasıl konuştuğuna
şaşırmıştım. Diğer kız öğrencilerin aynı tip seslerinin karşıtı olan
doğal bir tarzı vardı... Kanunlara, klişelere, önyargılara boyun eğmeme
rağmen, yeniyi, kendiliğinden olanı ve kalpten geleni seviyordum.
Zaza'nın canlılığı ve bağımsızlığı, ona olan hayranlığımı daha da
pekiştiriyordu."

Anılarının birinci cildinde Zaza ile aralarında başlayan arkadaşlığı
böyle anlatır. Son cildinde ise yeniden bu konuya değinir, "Özellikle
Zaza sayesinde yüceltilmiş burjuvazinin nasıl nefret edilecek bir şey
olduğunu keşfettim. Bu kesime karşı her durumda karşı çıkabilirdim, ama
maneviyatım yanlıştı, boğucu bir uyumculuğum, kibirliliğim ve etkisini
sadece yüreğimde değil gözyaşlarımda da gösteren sıkıcı bir baskıyla
yetişmişliğim vardı. Hastalık derecesinde kibirli bir şekilde düşmanca
güçlere karşı koyma eğilimim vardı. Fakat Zaza'ya olan hayranlığım buna
engel oldu. O olmasaydı belki daha 20 yaşındayken dostluğa ve sevgiye
duyarlılığı, yani bu duyguları uyandırabilen tek uygun tavrı benimsemek
yerine, sürekli kuşku duyan ve hayatı kendisine zehir eden biri olurdum
herhalde..."

Simone Zaza'yı kazanmaya çalışır. İki kız arasındaki dostluk, "ruhsal
alışverişin ve her gün birbirini anlamanın zevki"ni tattırır. Ve bu da
Simone'un evdeki cici kız rolünü kaybettiği zamanın tam ortasına denk
düşer. Fransızların bu yıllar için dediği gibi, çocukluktan gençliğe
geçilen "nankör dönem"e girmiştir.

Simone'un sivilceleri vardır. Vücudu değişime uğramaktadır. Bir aile
toplantısı nedeniyle vücudu bandajlanır, çünkü aslında çocuksuluktan
öteye gitmeyen göğüsleri yeni elbisesi altından gerekmeyecek şekilde
belli olmaktadır. Babası en büyük kızının salak gibi, sıkılgan bir
şekilde ortaya çıkmasından dolayı düş kırıklığına uğrar. "Kadınlarda
güzellik ve zarafet arardı babam," der Simone. Fakat kendisi o yıllarda,
küçük bir kız ile bir kadın arasında kalmış, son derece mutsuz bir
yaratıktır sadece.

Bu zaman içinde tek tesellisi Zaza ile olan arkadaşlığıdır. Evde anne ve
babasıyla ilişkisi gittikçe zorlaşmaktadır. "Bu böyle yapılır" ve "bu
yapılmaz", Simone'un annesinin ağzından düşmeyen iki cümledir. Ayrıca
annesi onun tüm mektuplarını da okur. Öteden beri Simone'un okudukları
sürekli denetlenir ve genç kızın herhangi bir yere yalnız gitmesi söz
konusu bile olamaz. Simone henüz karşı çıkmasa da, düşmanca hisler
beslemeye başlamıştır.

Baba evindeki zincirlerini kıran ilk ve en önemli değişimi on dört
yaşındayken yaşar: İnancını yitirir. Katolik kilisenin kurallarına
yıllarca nasıl uyduysa, şimdi aynı şekilde şartsız olarak bu inancı
reddetmektedir. Ve bunda ısrar eder, "İnançsızlığımızdan hiçbir zaman
kuşku duymadım," diye vurgular durmadan. Zaza ile gelecek üzerine uzun
sohbetler yapar. Zaza daha sonra çocuk sahibi olacağına inanmaktadır.
Simone şaşırmıştır!

"Çocuk sahibi olmak, onların da çocuk sahibi olması; sonsuza kadar hep
aynı nakaratı tekrarlamak demek..." Fakat Simone sürünün dışında kalmak
ister. "Ben ünlü bir yazar olmak istiyorum," diye yazar on beş
yaşındayken bir sınıf arkadaşının hatıra defterine. Yazmak onun için
"ölümsüz olmak" demektir. "Beni seven bir Tanrı yoktu artık. Fakat ben
milyonların kalbinde bir alev gibi yanmaya devam edecektim."

Genç Simone'un özelliği, tüm düşüncelerinin sadece kendine özgü
sorunları etrafında dönmesidir. Ergenlik çağında seçme ve seçilme hakkı
elde etmek için mücadele eden kadınları duyar. Fakat bu onu
ilgilendirmez. Kadınların sorunları onu kesinlikle ilgilendirmemektedir.
Kendisini ayrıcalıklı olarak görür. Alışılmış kadınlardan başka olduğu
için, kendisini ezdirmeyecektir.

Bu görüşü daha uzun yıllar etkinliğini korur. Babası mesleki planlarına
destek verir. Sık sık kızlarına şöyle der: "Sizler belli ki
evlenmeyeceksiniz. Çeyiziniz de yok. Bu da çalışacaksınız demektir."
Simone ancak saygın bir işte çalışmaya kendisini adayabilecektir.

1925'te liseyi bitirdikten sonra Neuilly'de Sainte-Marie Enstitüsü'nde
filoloji, Katolik Enstitüsü'nde matematik, sonra da Sorbonne'da felsefe
öğrenimi görür. Hâlâ evde oturmaktadır ve parasal olarak ailesine
bağımlıdır. Annesi hâlâ ne giymesi gerektiğine karar verir ve öğrenimini
bitirmesinden bir yıl öncesine kadar bir erkek eşliğinde dışarıya
çıkmasına izin verilmez. Hele yalnız başına kat'iyen. Yaşamının akışı
kontrol altındadır. Kendisini kafeste hissetmektedir. Yirmi yaşındayken
günlüğüne ümitsiz bir durumda şunları yazar:

"Böyle devam edemez! Ne istiyorum ben? Ne yapabilirim? Hiçbir şey ve
yine hiçbir şey. Kitabım? Kendini beğenmişlik sadece. Felsefe? Yeterince
okudum. Aşk? Bunun için çok yorgunum. Ve üstelik daha yirmi yaşındayım
ve yaşamak istiyorum!" Bir Genç Kızın Anıları'nda "burjuva" olarak
yetiştirildiği dünya görüşünden kopuncaya kadar sürdürmek zorunda
kaldığı zorlu savaşı anlatır.

1929, onun için önemli bir yıl olur. 21 yaşında felsefe diplomasını alır
ve elli yılı aşkın bir süre hayat arkadaşı ve meslektaşı olacak
Jean-Paul Sartre ile tanışır. Ve Zaza'yı kaybeder. En iyi arkadaşı
ölmüştür. Hangi hastalıktan öldüğü tam olarak açıklanmaz. Simone,
Zaza'nın her şeye egemen baba evine karşı verdiği kahredici -kendisinin
de uzun yıllar çektiği- savaşımdan dolayı tükenip yaşamını yitirdiğinden
emindir.

Simone de Beauvoir'ın Jean-Paul Sartre ile ilişkisinde birçok şey Zaza
ile arasındaki ilişkiyi anımsatır. Kendisi gibi felsefe öğrenimi gören
Sartre'ı, bitirme sınavlarına hazırlık döneminde tanır. Kısa bir zaman
sonra şunu anlar: "Sartre on beş yıl önce arzuladığım ve kendime vaat
ettiğim insandı. Büyülendiğim her şeyin bir nevi tecellisi olan insanın
ikiziydi. Onunla her şeyimi paylaşabilirdim." Sömestr tatilinde Sartre
onu taşrada ziyaret eder.

Simone bu konuda, "Ağustos başında ondan ayrıldığımda, hayatımdan bir
daha çıkmayacağını biliyordum," der. İkisi de üniversitede kendilerine
felsefe dersi verme yetkisini tanıyan "agregation" denen bir tür sınavı
birlikte geçerler. Tanışmalarının başında burjuva aile hayatından
vazgeçip ayrı oturmaya karar verirler. Çocuk yaparak birbirlerine
bağımlı olmak istemezler. Kurdukları ve 1980 Nisan'ında Sartre'ın
ölümüne kadar süren ilişkileri efsaneleşmiştir.

Entelektüel alanda da, onlar kadar birbirini tamamlayan bir çift yoktur.
Yazdıklarını birbirlerine değerlendirtmeden yayınlamamışlardır. Her gün
saatlerce konuşmalarına rağmen, elli yıl boyunca sürdürdükleri yaşamdan
sonra bile birbirlerinin fikirlerini almaya ihtiyaç duymuşlardır.

"Onun, hayatımda hiç kimsenin giremeyeceği bir yeri var," demiştir
Sartre, Simone hakkındaki bir röportajda. "Birbirimizle tamamen aynıyız.
Başka türlü beraber olamazdık. Öyle bir kadın buldum ki, benim gibi bir
erkeğe benziyor. Bana göre kadının gerçek yeri budur." Simone de
Beauvoir da, onun için şöyle der: "Benim ona yardım ettiğim gibi Sartre
da bana yardım etti. Fakat ben sadece onun sayesinde yaşamadım."

Buna rağmen Beauvoir bugüne kadar hep "Sartre'ın hayat arkadaşı" olarak
nitelenmiştir. Sartre'ı, Beauvoir'ın hayat arkadaşı olarak adlandırmak
kimsenin aklına gelmemiştir.

Simone de Beauvoir 1943 yılında ilk romanı Konuk Kız'ı yayınladığında
öğretmenliğe son verir. Daha sonra serbest yazar olarak yaşar.

1946'da, yaklaşık yirmi yıl sonra yeni feminizmin ayak basabileceği
zemini oluşturan bir çalışmaya başlar. İkinci Cinsiyet (Le Deludeme
Sexe) adını verdiği ve "bunun üzerinde çalışırken çevremdeki her şey
değişikliğe uğruyordu," dediği bir kitap yazar. Kırk yaşına merdiven
dayadığı bu zamana kadar toplumumuzda bir kadın olarak, kendi durumu
hakkında hiç düşünmemiştir. Mesleği gereği saygınlar arasında yer alır.
Kendisini erkekler tarafından benimsenmiş hisseder. Ve kendisini istisna
bir kadın olarak kabul eder. "Buna rağmen bir erkek gibi
yetiştirilmediniz," der Sartre ona; "bunu tam olarak araştırmak gerek."

Simone de Beauvoir her şeyi dikkatle araştırır ve bir keşifte bulunur:
"Dünya bir erkekler dünyası. Gençliğim efsanelerle, erkekler tarafından
yaratılmış efsanelerle beslenmiş. Ve ben sanki bir erkekmişim gibi, buna
hiçbir şekilde karşı çıkmamışım."

İlgisi öylesine büyüktür ki, kadın cinsiyle ilgili efsaneleri daha
yakından incelemeye karar verir. 1946 Ekim'inden 1949 Haziran'ına kadar
bu kitap üzerinde çalışır, "İnsanın kırk yaşında birdenbire daha önce
görmediği ve gözüne çarpmadığı bir dünya görüşünü keşfetmesi tuhaf ve
heyecan verici. Kitabımın açıklığa kavuşturduğu yanlış anlamalardan
biri, benim kadınla erkek arasındaki her türlü farkı inkâr ettiğime
inanılmasıdır. Tam aksine. Yazarken cinsiyetleri neyin ayırdığını
anladım. Bu farklılığın doğal koşullardan değil, kültürel koşullardan
kaynaklandığını savunuyorum."

Simone de Beauvoir'ın çalışmaları sırasında gördüğü gerçek bir cümleyle
açıklanabilir: "Kadın olarak dünyaya gelinmez, kadın olunur." Simone de
Beauvoir İkinci Cinsiyet"} kesinlikle bir iddialı yapıt olarak
yayınlamamıştır. Bu çalışma aslında tamamen entelektüel ve kuramsal bir
çalışmadır. Kitabın yayınlanmasından sonraki sert tepkiler ve bayağı
suçlamalar onu daha da fazla şaşırtır. Tatminsiz, frijit, erkek düşmanı,
sevici olduğu, yüz defa kürtaj yaptırdığı, hatta sakladığı bir çocuğu
olduğu gibi suçlamalara maruz kalır. İlerici olarak bilinen bir
üniversite profesörü kitabı okurken fırlatıp atar.

Zihinleri karıştıran gerçek, Simone'un konularına soğukkanlı, tarafsız
ve rahatça yaklaşmasıdır. "Yaralı bir ruhun kızgınlığını, feryadını daha
duygusal bir yaklaşımla algılayabilirlerdi. Fakat benim tarafsızlığımı
bağışlamıyorlar, aksine tarafsızlığımı anlamıyormuş gibi davranıyorlar."

Simone de Beauvoir kitabını bir ümitle bitirir; "erkeğin görevi mevcut
dünyadaki özgürlük imparatorluğunun başarıya ulaşması için yardımcı
olmaktır. Bu en yüce zaferin kazanılabilmesi için, diğer şeylerin yanı
sıra, kadın ve erkeğin doğal farklılıklarına art niyet olmaksızın
kardeşçe bakarak yaklaşmaları zorunludur."

Bunları 1949'da yazmıştır.

Kadınlığımın Hikâyesi kitabının son cildinde, 1972'de vaktiyle
"kadınların yakında zafere ulaşacaklarına inanmakta" aceleci
davrandığını söyler.

İkinci Cinsiyet kitabı 1968-69 yıllarında Kadınların Kurtuluşu (Women's
Liberation) hareketi ortaya çıktığında yeni Amerikan feminizminin
kuramsal altyapısını oluşturur. Bu kitapta şimdi bilinen her konuya
ilişkin tasarımlar vardır. Bunlar 1968 Mayıs'ında mevcut düzene karşı
öğrenci ayaklanması başladıktan sonra kadınların özgürlük hareketlerinde
birleşen Fransız feministleri tarafından da kabul edilir.

Simone de Beauvoir ilk kez 1970 yılında bir "feminist" olduğunu açıklar.
Uzun bir süre, özerk bir kadın hareketine karşı çıkmıştır. Sosyalist
bir devrime ve bunun sonucunda da kadın sorunlarının kendiliğinden
çözüleceğine inanmaktaydı. Anılarının son cildinde belirttiğine göre,
bunun için feminizme sığınmaktan kaçınmıştır.

"Gerçekte, 1950'den beri hiçbir şey elde edemedik," der. Sorunlarımızı
çözmek için sosyalist devrim yeterli olmayacak." Kendisi için bundan
çıkardığı sonuç şudur: "Bugün feminizmden, kadınların özel talepleri
için (sınıfsal çatışmaya paralel) savaşılmasını anlıyorum ve kendimi de
feminist olarak niteliyorum."

1971'de Paris'te kürtaj yasağına karşı ilk büyük gösteri için sokağa
inen kadınlar arasında yer alır. O zamandan itibaren Fransız kadın
hareketlerine aktif olarak katılır.

1976'da (Alman feminist) Alice Schwarzer ile yaptığı bir röportajda
feministlerden çok şey öğrendiğini söyler. "Benim birçok görüşümü
radikalleştirdiler. Ben, erkeklerin dünyasında yaşamaya alışmıştım.
Oldukları gibi: Yani baskıcı. Ben, şahsen bu baskıyı henüz fazla
çekmedim sanıyorum. Çoğu kadın için tipik köle işi olan işleri tanımam,
asla anne, asla ev kadını olmadım. Mesleğimde de saygınlar arasındaydım.
Çünkü benim zamanımda felsefe öğretmenliği yapan kadın azdı. O zaman
erkekler tarafından da benimseniyordu insan. Ben istisna bir kadındım ve
bunu kabullendim. Bugün feministler (erkekler için) bahane oluşturacak
bir kadın olmak istemiyorlar. Haklılar da! Savaşmak lazım! Bana her
şeyden önce öğrettikleri, uyanık olmak. Hiçbir şeyi kaçırmamak! En basit
şeyleri, o alıştığımız günlük seksi bile. Bu daha kullandığımız dille
başlıyor."

Simone de Beauvoir bu yüzyılın başında doğmuş, roman ve otobiyografi
şeklinde, bu yüzyılda kadın olarak yaşamanın ne demek olduğunu
anlatmıştır.

Son yapıtlarından biri olan Yaşlılık'ta bugünün genç huzursuz
insanlarını, yaşlı ve aynı derecede huzursuz insanlara bağlayan köprüyü
kurmuştur. "Toplum bireylerle sadece kendisine faydalı olduğu ölçüde
ilgileniyor. Gençler bunu biliyor. Onların bu sosyal yaşama atıldıkları
andaki korkusu, yaşlıların toplumdan dışlandıkları andaki korkusuyla
aynıdır. İki dönem arasında sorunlar, günlük rutinlerle örtbas ediliyor.
İkisinin arasında bir makine çalışıyor ve insanları öğütüyor; insanlar
da bundan kurtulabileceklerini hayal bile edemedikleri için kendilerini
öğüttürüyorlar. Yaşlı insanların yaşam koşullarının ne anlama geldiği
kavranacak olursa, daha cömert bir emeklilik politikası, emekli
maaşlarının yükseltilmesi, sağlıklı huzurevleri ve boş zamanı
değerlendirme olanaklarıyla yetinilmez. Söz konusu olan tüm sistemdir ve
talebimiz ancak radikal olabilir: Hayatı değiştirmek."
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
Programcı
Administrator
 Administrator
Programcı


<b> Mesaj Sayısı </b> Mesaj Sayısı : 818
<b> Tecrübe Puanı </b> Tecrübe Puanı : 9432
<b> Rep </b> Rep : 1002
<b> Yaş </b> Yaş : 28
<b> Nerden </b> Nerden : Ankara

Tarihin İçinden Kadınlar Empty
MesajKonu: Geri: Tarihin İçinden Kadınlar   Tarihin İçinden Kadınlar EmptyÇarş. Haz. 23, 2010 11:33 am

Florence Nightingale

DÖNEMİNDEKİ ÖNEMLİ OLAYLAR (1820-1910)

1785 İngiltere'de Times gazetesi kurulur.
1836 Theodor Fliedner Kaisenverth'de ilk Protestan doğumevini kurar.
1837 Charles Dickens Oliver Twist'i yazar.
1837 Victoria İngiltere kraliçesi olur: Burjuvazinin Victoria dönemi
başlar.
1853 Rusya; Türkiye, Fransa ve İngiltere ile savaşa girer. (Kırım
Savaşı)
1854 Kırım Savaşı'nda Roger Benton ilk savaş fotoğraflarını çeker.
1854 Bu yıldan itibaren Katolik inanca göre Meryem Ana'nın Kutsal
Ruh'tan hamile kaldığı (lekesiz hamilelik) kabul edilir.
1855 Florence Nightingale vatandaşlarınca "Lambalı Hanımefendi" olarak
saygıyla anılır.
1856 Kırım Savaşı'nın sonu.
1857 İngiltere İmparatorluğu Hindistan'daki isyanı bastırır.
1876 İngiltere Kraliçesi Victoria "Hindistan İmparatoriçesi" unvanını
alır.
1907 Kraliçe Victoria'nın yerine geçen II. Edward, Florence
Nightingale'e "Britanya İmparatorluğu ve İnsanlık adına Hizmet
Madalyası" verir.

"YARDIM ETMEK İSTEYEN KİŞİ DUYGUSAL BİR HAYALPEREST OLMAMALI"

Hayallere kapılıp gitmeyen bir genç kız var mıdır? Ama bu hal, Flo'da
son zamanlarda endişe verici hal almıştır. Flo, yani 17 yaşındaki
İngiliz kızı Florence Nightingale, saatlerce odasına çekilir, yatağına
uzanır ve rüyalara dalar. Bu sırada onunla konuşmak istendiğinde
somurtur, morali bozulur, sinirlenir. Flo'dan bir yaş büyük olan
Parthe'ten örnek alması gerekirdi; ablası, anne ve baba
Nightingale'lerin kızlarına sundukları imkânları değerlendirmesini iyi
bilmektedir: El işleri ve resim dersleri, piyano, balolar, av partileri,
İsviçre, İtalya ve Fransa'ya seyahatler. Her şeyi ile birinci sınıf bir
eğitim. Kısa zaman sonra ilk talipler mutlaka ortaya çıkacaktır ve Flo
ile Parthe'in iyi birer kısmet bulacakları beklenebilir. Nihayet bir
kadının hayatındaki en önemli konu bu değil midir?

Flo evde öğrenmesi gereken şeylere "Boşuna zaman kaybı," der. Tatilde
nereye gidilmeli, seyahat yapılmalı mı yapılmamalı mı, hangi yeni halı
alınmalı, aşçı kadın işten çıkarılmalı mı, yoksa aşçıdan önce arabacıya
mı yol vermeli, gibi sonu gelmeyen uzun konuşmalar canını sıkar. En
iyisi ileride gerçekleştireceği kahramanlıkları düşlemektir. Düşünce ve
duygularını kimseye anlatamaz. O da yazar; eline geçen her şeyin üzerine
yazar. Eski kurutma kâğıtları, takvim yaprakları, mektup zarfları ve
dosyalar. Bunlara "Özel Notlarım" der. Ne düş kurduğunu da, ne yazdığını
da kimse bilmemelidir.

7 Şubat 1837'de yazdığı bir cümle yaşamı boyunca en önemli rolü
oynayacaktır: "Tanrı benimle konuştu ve beni hizmetine çağırdı."
Gerçekten bir "ses" duymuştur. Yaklaşık 40 yıl sonra 1847'de yazdığı
notlarında bu "sesi" tüm yaşamında dört kez duyduğunu doğrular.

Flo kendisini bir göreve "çağrılmış" hissetmektedir. Fakat hangi göreve?
Bunu anlayana kadar sekiz uzun yıl geçer. Genç Florence Nightingale
için ıstıraplı yıllar. "Günlük yaşantım zor değil ama sıkıcıydı," diye
anlatacaktır bu dönemi daha sonra. Babası, kahvaltıdan sonra kütüphanede
Times"m sayfalarını çevirip okurken, kızlarının da yanında olmasından
hoşlanırdı: "Bir kitap ya da gazeteden birbiriyle ilgisi olmayan küçük
bölümler dinlemek zorunda kalmak! Tabii Parthe'ye bu sabah okumaları
rahatsızlık vermezdi. O sessiz bir şekilde resim yapmaya devam ederdi,
ama benim arkasına saklanacağım böyle bir uğraşım olmadığından çok
sıkıcı gelirdi bana!"

Özel not defterine o zamanlar şöyle yazar: "Bu dünyadaki görevim ne? Son
14 gün içinde ne yaptım? Babama bir kitap ve iki bölüm, anneme ise iki
kitap okudum. Yedi gam ezberledim. Birçok mektup yazdım. Babamla
birlikte at gezintisine çıktım. Sekiz ziyaret yapıp onlarla oturdum.
Hepsi bu." Gene o yıllarda şöyle der: "Yapacak bir şeyleri olmadığı
için, benim gibi deliren bir sürü insan görüyorum. Aslında çok mutlu
olabilecek insanlar."

Flo'nun anne ve babası ise kızları için en iyi şeyi yaptıklarından
emindirler. Ne de olsa bu arada Florence'i isteyen biri de ortaya
çıkmıştır: Yorkshire'da büyük bir mülkün varisi Richard Monckton Milnes.
Richard, Florence'i elde etmeye çalışırken, genç kızın kafasında
tamamen başka düşünceler vardır. Yavaş yavaş kendisine yapılan
"çağrı'nın" hastaların bakımına yönelik olduğu kesinlik kazanmaktadır.

Ancak, iyi bir aileye mensup genç bir İngiliz kızının hastanelerde
"sürtmesi", "uygun ve caiz" değildir. İyi bir çevreden genç bir hanım
olarak şefkatli ve cömert olunabilir, bu tamam. Islahanelerde,
hastanelerde, hapishanelerde yoksullara sıcak çorba ve para dağıtılır.

Böylece durumları kendisinden iyi durumda olmayanların kaderlerine ortak
olunduğu yeterince kanıtlanmış olur. Ama Flo'nun kafasına koyduğu şey
nedir? Hasta bakımını mı öğrenmek ister? Birincisi, bu konuda
öğrenilecek hiçbir şey yoktur. Kadın olmak yeter sadece. O zaman
hastalara da bakılabilir. Bu kadının doğasında vardır. İkincisi, iyi bir
aile kızı böyle bir çevreye girdiğinde öyle korkunç şeyler olabilir
ki...

Florence yıllar sonra yazdığı bir mektupta, "Doktorlarla hastabakıcılar
arasında olduğu söylenen şeyler yüzünden annem çok korkmuştu.
Terbiyesizlikler duyabilirmişim. Oysa çocuk odasında konuğum olan,
annemin özellikle iyi Protestan arkadaşlarının kızlarından daha
terbiyesizce şeyler işitiyordum," der. Nigthingale'lerin korkusunu
anlayabilmek için, geçtiğimiz yüzyılın ortalarında hastanelerdeki
durumun ne olduğunu bilmek gerek. Hastalar "karga delikleri" denen kenar
mahallelerden geliyorlardı. Çoğunluğu koleraya yakalanmıştı. Revirlere
kaçak olarak konyak ve sert

İçkiler sokuluyor, hastabakıcılar da en az hastalar kadar içiyordu.
Hastalar pislik içinde hastaneye geliyor ve pis kalıyorlardı. Revirler
de çok ender temizleniyordu. Hastabakıcılık çoğunlukla "düşmüş" kızlar
tarafından yapılan oldukça "pis bir meslek"ti. Çoğu yarım gün
hastabakıcılık, yarım gün fahişelik yapıyordu.

Florence Nightingale'in fikirlerine kimsenin kulak asmayışına,
arzularını gerçekleştirebilmesi için daha yıllar gerekmesine şaşmamak
gerek.

Şimdilik yalnız bir seçeneği vardır. Kamu sağlığı ve hastaneler hakkında
malzeme toplar ve böylece en azından kuramsal olarak bu sahada bir
uzman olur. Evde ise bu dik kafalı kız sorun yaratmaktadır. Richard'ın
evlenme teklifini reddeder. Hayata daha yüksekten bakan kız kardeşiyle
her gün kavga eder, "Sevgili Parthe'yi kızdırmadan ağzımı açamıyorum
hiç. Söylediğim, yaptığım her şey onu üzüyor." Aynı şekilde annesiyle de
şiddetli kavgaları olur. Bu kavgaları şöyle yazar: "Onu bu kadar hayal
kırıklığına uğratmak deli ediyor beni... Onun mutluluğunu böylesine
bozmakla, cinayet işlemiş olmuyor muyum?"

Ancak 30 yaşlarının başlarında Florence Nightingale baba evinden
ayrılır. 185Tde ailesi hakkında yazdıklarında yepyeni bir ifade
kullanır: "Onlardan anlayış ve yardım bekleyemem. Bazı şeyleri zorla
almam lazım. Almak zorundayım, çünkü istediklerim verilmiyor bana."

Suçluluk duygusu taşıyan kız evlat, bağımsız, istediğini elde eden genç
bir kadına dönüşmektedir. Ren Nehri kıyısındaki Kaiserswerth Hemşirelik
Enstitüsü'nde 1851 yılında birkaç ay geçirir. Hemşirelerin hastalara
özveriyle bakmalarına hayret eder. Fakat, sağlık şartlarını "tüyler
ürpertici" bulur. Hasta bakımının temelden ıslah edilme gereğine olan
inancı daha da güçlenir. "En sonunda yaşamanın ve yaşamı sevmenin ne
demek olduğunu anlıyorum," diye itirafta bulunur anne ve babasına
yazdığı bir mektupta. "Hayaller'^ ihtiyacı yoktur artık. 1852 yılının
özel notlarında, "Kendi kaderimi kendim belirleyeceğim," der.

Özveri ve kendini adamak - evet, ama bu da tek başına yetmez. Her meslek
gibi hastabakıcılığı da doğru dürüst öğrenmek gereklidir. Ve
hastanelerin dış görünümü mutlaka değiştirilmelidir. Florence
Nightingale Londra'ya geri döndüğünde bu fikirleri ile büyük ilgi
toplar. Yepyeni bir hemşire tipi yetiştirilmelidir. Nasıl olacaktır bu?

"Dini cemiyet falan kurmak istemiyorum, aksine iyi para ödenen bir
meslek dalı kurmak istiyorum. Ahlaken, ruhen, bedensel olarak hemşirelik
mesleği için gerekli koşullara sahip, hangi sınıf ve mezhepten olursa
olsun her kadına en iyi eğitimi vermek ilkem olmuştur daima... Hastalara
yardım etmek isteyen kişi duygusal bir hayalperest değil, aksine zor
işleri seven, sadık biri olmalıdır." Ve bu bağlamda önyargıların
duvarına toslar durur. Onyıllar boyunca.

Mart 1854: İngiltere ve Fransa Rusya'ya savaş ilan eder. Eylül ayında
müttefik birlikler Kırım'a çıkar. Times'ta savaş haberleri, İngiliz
askeri hastanelerindeki korkunç durumları anlatan yazılar çıkar. Yaralı
erkekler pis battaniyelere sarılmış yerlerde yatmaktadır. Mutfak yoktur,
onlara içmeleri için bir şeyler verilecek kap veya fincanları da
yoktur. Yeterli doktor olmadığı için tedavileri yapılamaz. Hatta sargı
malzemesi bile yoktur.

Ordudaki sağlık işlerinden de sorumlu olan işbaşındaki Savaş Bakanı
Sidney Herbert, "Niçin şefkatli hemşirelerimiz yok? Bu konuda Fransızlar
bizden çok üstünler," şeklindeki şikâyet ve sorular üzerine, derhal
harekete geçer:

"Sayın Miss Nightingale,

Gazetelerde Üsküdar'daki askeri hastanemizde hastabakıcılara büyük
ihtiyacımız olduğunu okumuşsunuzdur. Oraya gitmek isteyen hanımlardan
sayısız teklifler alıyorum, fakat bunlar bir askeri hastanenin ne
olduğunu bilmeyen, orada olmakla görevlerini yapacak tabiatta olmayan
kadınlar. Ciddi durumlarda ya işten kaçacaklar ya da tümüyle faydasız
kalacaklardır. Daha da kötüsü ayak bağı olacaklardır.

İngiltere'de böyle bir işi örgütleyip denetleyebilecek tek bir kişi
tanımıyorum. Hastabakıcıların seçimi ve görevlendirilmeleri hiç de kolay
olmayacaktır. Bir sürü hevesli ve duygusal hanım askeri hastanelere
salınsa, belki de orada birkaç gün sonra işlerine engel olunan,
otoriteleri bozulan kişiler tarafından kapı önüne koyulacaklardır. O
halde benim basit sorum şu olacak: Böyle bir girişimi yönetme çağrısına
kulağınızı tıkar mıydınız:

Sidney Herbert'in bu yazısı ile Florence'in devlete yardım teklif ettiği
mektup birbiriyle çakışır. Böyle bir görev için Florence Nightingale
uygun kadınları seçerken "hasta bakımını" doğru dürüst bir meslek haline
getirmenin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha anlar. Çünkü kendisine
başvuruda bulunanlar ya Londra'daki hastanelerden tanıdığı "şişman ve
ayyaş" kadınlar, ya da vücutlarından çok hastaların ruhlarıyla
ilgilenmek isteyen herhangi bir mezhebe mensup hemşire ve rahibelerdir.
"Mükemmel, kendini adamış kadınlar," der Florence Nightingale, "ama
hastaneden çok göklere yaraşırlar. Hastalar arasında elsiz melekler gibi
havada gezinip duruyorlar."

Florence Nightingale'in küçük ekibiyle Üsküdar ve Balaklava'daki (Kırım)
İngiliz hastanelerinde karşılaştığı durum Times gazetesi haberlerinden
tahmin edileceğinden daha kötüdür. Örneğin 4ü kadın, biri mutfak, diğeri
daracık bir hücre olan 6 odaya sığdırılmıştır. Hastaların ve
yaralıların kaldıkları yerlerdeki pislik ve bakımsızlığın tarifi mümkün
değildir.

F. Nightingale'e sık sık "Bu canavarları şımartmayın!" denir. Temiz
yatak çarşafı ve hastalara özel diyet yemeği "görülmemiş bir lüks"
olarak kabul edilmektedir. Genç bir kızdan beklenmeyecek bir azimle bu
"iyi aile kızı" temizlik ve hasta bakımı konusundaki fikirlerini kabul
ettirir. Başarı: En basit temizlik önlemlerinin alınmasıyla birlikte
ölüm oranı düşer.

Birkaç ay gibi kısa bir zamanda Florence Nightingale ve hastabakıcıları,
kışlaları insana yakışır yerler haline dönüştürür ya da yeni askeri
hastaneler açarlar. Askerler "Bayan Nightingale'leri"ne taparlar. O
"Tanrı'nın bir hediyesidir, "tatlı gülümsemesiyle bir melektir ve
gecenin geç saatlerine kadar hasta ve yaralılar arasında görev yapan
"Lambalı Hanunefendi"dir.

1855'te kendisi de o ünlü "Kırım Ateşi"ne yakalanıp hastalandığında,
"Yaralılar duvara dönüp ağlıyorlardı. Tüm umutlarını ona bağlamışlardı,"
diye yazar çavuşlardan biri eve yolladığı mektupta.

Hastalığı atlatır. 1856'da son hasta da taburcu edilir. Bayan
Nightingale görevini tamamlamıştır. Artık vatanına geri dönebilecektir.

Bu arada İngiltere'de bir efsane yayılmaktadır. İngiliz ordusundan sağ
olarak eve dönen askerler, "Tanrısal" Nightingale'in öyküsünü
anlatmaktadır. Adına sayısız şarkılar bestelenmiştir. Gemilere adı
verilmiş, portreleri satılmış ve Madam Tussaud'nun ünlü mumyalar
müzesinde yerini almıştır bile... Kendi kişiliği üzerine kopartılan bu
kadar patırtıdan fazlasıyla rahatsız olur. Fakat onu
gururlandıran ve mutlu eden bir şey vardır: Artık hastabakıcılar ilgi ve
saygı görmenin tadını çıkarmaktadırlar. Bu mesleğe kendine özgü bir
imaj kazandırmıştır.

Kendisi için toplanan "Nightingale Fonu" ile ilk Hastabakıcı Eğitim
Okulu'nu kurar. Müracaat eden kadınlar en katı kurallara göre
seçilirler. Her gün ders görürler ve yardımcı hastabakıcı olarak pratik
çalışmalar da yapmak zorundadırlar. Ayrıca her biri için "ahlak" raporu
tutulur. Çünkü hastabakıcılar bir daha asla sarhoş, bilgisiz ve ahlaksız
damgası yememelidir.

Florence Nightingale daha sonraki yıllarda İngiliz ordusu hakkında
istatistiki bilgiler yayınlar. Yeni sivil ve askeri hastanelerin gerekli
sağlık koşullarına uygun bir şekilde inşası söz konusu olduğunda, o
gönüllü danışman haline gelmiştir. İstekleri genellikle savaş
bakanlığını rahatsız eder. Deneyimleri hakkında birçok kitap yazar. En
tanınmışı; Hasta Bakımı Üzerine Düşünceler, aile için pratik bir el
kitabı olur.

Bu kitapta önerdikleri o kadar doğal şeylerdir ki: "Temiz hava,
günışığı, temizlik ve ölçülü beslenme." Fakat onun devrinde bunlar
beklenmedik yeniliklerdir. Florence Nightingale genç kızların kendi
vücutları hakkında daha fazla bilgiye sahip olmaları gereğini söylemek
cesaretini bile gösterir. Bu tür cümleler kafaları karıştırır! Ya
Florence'in ailesi bir zamanların beğenilmeyen kızlarının birdenbire üne
kavuşmasına ne tepki göstermiştir?

Florence bir kız arkadaşına yazdığı mektupta tipik bir sahneden söz
eder: Annesi ve kız kardeşi divana uzanmış "İkisinin de tüm uğraşı
birbirlerine çiçeklerin düzenlemesinde kendilerini yormamalarını rica
etmek. Bana, sen çok eğlenceli bir hayat sürüyorsun, dediler... Tamamen
sağlıklı iki insan bütün gün divana uzanmış, kendilerini ve başkalarını,
kendisi aşırı yorgunluktan ölen biri için özverilerinin kurbanı
olduklarına inandırmaya çalışıyorlar!"

Belki de Florence'ın kendi toplumundaki kadınlar hakkında edindiği bu
tür deneyimler, onun yaşadığı dönemde kadın hareketlerine neden kuşkuyla
baktığını açıklar. Örneğin, erkeklerle eşit koşullarda doktorluk
eğitimi görme isteminde bulunan kadınları desteklemez. Ona göre şu anda
yararlanabileceklerinden daha fazla imkânlara sahiptirler. Kadınların
seçme ve seçilme hakkı konusunu da boş bulur. "Ben kendi seçim hakkımı
hiç kaybetmedim," olur bu konudaki tek yorumu.

Yaşamının son yıllarında, Florence Nightingale, (90 yaşına gelmiştir)
evini bir daha terk edemez. Kör olur. Ölümünden üç yıl önce İngiliz
Kralı'ndan Britanya İmparatorluğu ve İnsanlık Yüksek Hizmet madalyası
alan ilk kadın odur. Öldüğünde yalnız Amerika'da binin üzerinde
Nightingale Okulu vardır. Hemşireliği saygın bir meslek yapma amacına
ulaşmıştır; "İyi kazanç getiren bir meslek haline getirmek" düşüncesi
ise bugüne dek hâlâ gerçekleşememiştir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://frmcafe.yetkinforum.com
 
Tarihin İçinden Kadınlar
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
FrmCafe :: Kültür & Sanat & Tarih :: Tarih :: Genel Tarih-
Buraya geçin: