Mütareke Günleri
30 Ekim 1918'de Mondros Ateşkes Antlaşması'yla 1. Dünya Savaşı biter ve
Osmanlı Devleti yenilgiyi kabul eder. Sınırları tâ Arnavutluk'tan Basra
Körfezi'ne, Trablusgarp'tan Yemen'e uzanan koskoca bir imparatorluk
1909'dan 1918'e kadarki dokuz yıllık İttihat ve Terakki yönetiminde
parçalanır. Bursa'dan Antep'e, Urfa'dan Adana'ya, Antalya'dan İzmir'e
kadar Anadolu işgal bile edilir. Türk devleti yüzyıllardan beri ilk
defa, tarih sahnesinden silinmek tehlikesiyle karşı karşıya gelir.
İttihat ve Terakki Partisi'nin üst kademe yöneticileri, yurt dışına
kaçar. Anadolu'da ise, 23 Nisan 1920'de açılan TBMM ile Millî Mücadele
başlar. Yahya Kemal, her şeyin bitti sanıldığı 1918 yılı Mütareke
şartları altında büyük bir acı içindedir. Hüzün dolu ve mustariptir;
fakat buna rağmen ümidini kaybetmez. "1918" başlıklı şiirinde,
duygularını şöyle anlatır:
"Ölenler öldü, kalanlarla muzdarip kaldık.
Vatanda hor görülen bir cemaatiz artık.
Ölenler en sonu kurtuldular bu dağdağadan.
Ve göz kapaklarının arkasında eski vatan,
Bizim diyar olarak kaldı tâ kıyamete dek.
Kalanlar ortada genç, ihtiyar, kadın, erkek,
Harap olup yaşıyor tali'in azabıyla,
Vatanda düşmanı seyretmek ıstırabıyla.
Vatanda korkulu rüya içindeyiz, gerçek.
Fakat bu çok süremez, mutlaka şafak sökecek.
Ateş ve kanla siler, bir gün, ordumuz lekeyi,
Bu, insanoğluna bir şeyn olan Mütareke'yi."21
Millî Mücadele yılları ve sonrası
Yahya Kemal, Millî Mücadele yıllarında (1919–1922), işgal altındaki
İstanbul'da kalmış, Zaman, İleri ve Tevhid-i Efkâr gazetelerinde ve
Dergâh mecmuasında, Millî Mücadele'yi destekleyen, millî ve mânevî
değerlerimizi yücelten yazılar yazmış, Darülfünûn Edebiyat
Fakültesi'ndeki derslerinde de, gençlere ümit ve iman aşılamış, onları
Millî Mücadele ruhu etrafında birleştirmeye çalışmıştır.
Yahya Kemal 26 Ağustos 1922'de Büyük Taarruz'un başlaması üzerine, "26
Ağustos 1922" başlıklı şu güzel şiirini yazar:
"Şu kopan fırtına Türk ordusudur yâ Rabbi.
Senin uğrunda ölen ordu, budur yâ Rabbi.
Tâ ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın,
Galip et, çünkü bu son ordusudur İslâm'ın!"22
Yahya Kemal Lozan Konferan-sı'ndaki basın müşavirliği görevinden sonra,
"Ey Ankara, şanlı belde/Kalpak başta, tabanca belde" diye tarif ettiği
Ankara'da kalarak"23, Temmuz 1923'te ikinci devre Urfa milletvekili
olur. Yahya Kemal, 1925 yılında Türkiye–Suriye Hudut Tashihi
Komisyonu'nda yer alır. 1926 yılında Türkiye'nin Varşova (Polonya)
orta-elçiliğine tayin edilir. 1929 yılına kadar yaklaşık üç yıl bu
görevde kalan Yahya Kemal, bu deniz ve dağ ufku olmayan, üstelik havası
devamlı kapalı ve yağmurlu şehirde sıkılır. İstanbul'un nefis bahar ve
yazlarına, parlak güneşine tutkun olan şair için, Varşova iç karartıcı
bir yerdir. Odasında gece yarılarına kadar Tanburî Cemil Bey'in
plâklarını dinleyerek24 kendini avutmaya çalışır. İstanbul özlemiyle
yaşar. Yahya Kemal'in bu dönemi sanatı için, son derece verimsizdir.
Şair Varşova'da, tek bir şiir yazar: "Kar Mûsikîleri"
"Bin yıldan uzun bir gecenin bestesidir bu,
Bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir bu.
Bir kuytu manastırda dualar gibi gamlı,
Yüzlerce ağızdan koro hâlinde devamlı,
Bir erganun âhengi yayılmakta derinden...
Duydumsa da, zevk almadım İslav kederinden.
Zihnim bu şehirden, bu devirden çok uzakta,
Tanburî Cemil Bey çalıyor eski plâkta.
Birdenbire mesûdum işitmek hevesiyle,
Gönlüm dolu İstanbul'un en özlü sesiyle.
Sandım ki uzaklaştı yağan kar ve karanlık,
Uykumda bütün bir gece Körfez'deyim artık!"25
Yahya Kemal bu şiirini, "eski bir taş plâktan dinlediği Tanburî Cemil
Bey'i İstanbul'un en özlü sesi diyerek yücelttiği için, muhtemelen
mûsikî inkılâbına muhalefetle suçlanabileceğini düşünerek, 1941 yılına
kadar yayımlatmamıştır."26
Muhalif bir yalnız adam
Yahya Kemal 1929 yılında Varşova elçiliğinden ayrıldıktan sonra
Ankara'ya gelir. Afet İnan'ın anlattığına göre, "O günlerde çiçeği
burnundaki harf inkılâbı üzerinde hummalı bir şekilde çalışan
Reisicumhur, kendisine bu konuda ne düşündüğünü sorunca, diplomatça
cevap vermek yerine, ihtiyatsızca, 'Ama Paşam, koskoca Türk kütüphanesi
ve Türk kültürü ne olacak?' diye cevap verir." 27
Yahya Kemal'in, gerek 2. Meşrutiyet devrinde28 gerekse Cumhuriyet
devrinde29 iktidara muhalifliği dikkat çekicidir. O, 2. Meşrutiyet
devrinde, İttihat ve Terakki muhalifleriyle düşüp kalkması, onlarla sıkı
dostluklar kurması sebebiyle mimlenmişti.30 Cumhuriyet devrinde ise,
harf inkılâbı, dinî inkılâplar, mûsikî inkılâbı, dil inkılâbı gibi bazı
inkılâplar konusunda, devrin yönetici kadrolarından farklı düşünüyor ve
bu farklı düşüncelerini telâffuz etmekten çekinmiyordu. Meselâ, o,
klâsik Türk mûsikîsinin Türk radyosundan yasaklandığı, konservatuvarın
klâsik Türk mûsikîsi bölümlerinin kapatıldığı, klâsik Türk mûsikîsinin,
Arap ve Bizans mûsikîsinin karışımı gayr-ı millî bir mûsikî olduğu, bu
yüzden de bizim Batı müziğini benimsememiz gerektiği görüşlerinin
hararetle savunulduğu bir devirde, Tanburî Cemil Bey'i dinliyor, Itrî'yi
'bizim öz mûsikîmizin piri' olarak yüceltiyor, Seyyid Nuh'u, Hafız
Post'u, Dede Efendi'yi 'dahice işler başaran' musikî üstatları olarak
görüyor, "Eski Mûsikî" başlıklı şiirler yazıp,
"Çok insan anlayamaz, eski mûsikîmizden,
Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden."
diyerek, mûsikî inkılâbına karşı açık bir tavır takınıyordu.
1932'de Türk Dili Tetkik Cemiyeti kurulup dil inkılâbı başladığında da,
dilde özleştirmeye karşı çıkmış, kendisinden bu inkılâp için yardım
istendiğinde, "Lütfen Paşa Hazretleri'ne arz ediniz, benim yaşayan
Türkçeye karşı bir vehmim vardır. Benim dilde ilmim yok, yalnız böyle
bir vehmim vardır. Ben bu vehmimle baş başa kalmak istiyorum. Beni
affetsinler."31 diyerek, bu konudaki çalışmalara katılmak istememişti.
Yine daha Mustafa Kemal'le ilk tanışmasında Brod Otel'de verilen
ziyafette (Ekim 1922), Mustafa Kemal Paşa'ya, "Aman Paşam, inkılâpları
yaparken Türk milletinin Müslüman olduğunu gözden ırak tutmamak
lâzımdır."32 diyerek itiraz etme cesaretini göstermişti.
Ayrıca o, Selçuklu ve Osmanlı tarih ve medeniyetinin yok sayıldığı, mâzi
ile bağların iyice zayıfladığı bir devirde, şiirlerinde Selçuklu ve
Osmanlı tarih ve medeniyetini yüceltiyordu. Çünkü Yahya Kemal, kültürde
'imtidâd'a yani devamlılığa inanıyordu.33
Yahya Kemal 1929 yılında, Türkiye'nin Madrid (İspanya) elçiliğine tayin
edilir. İspanya'da elçi olduğu yıllarda Gırnata, Kurtuba, hattâ kuzey
Afrika'ya geçerek Tetvan ve Tanja'yı gezer. Sık sık Fransa'ya gider. Bu
"uzun tatillerinin birini geçirdiği Nice'de, sürgünde yaşayan son Halife
Abdülmecit Efendi'ye telefon ederek hatırını sorar."34
Yahya Kemal 10 Mart 1934'te Yozgat milletvekilliğine atanır. O günlerde
İstanbul Moda'da bir ev kiralayıp, oraya yerleşir. Çok sevdiği
İstanbul'u sokak sokak, cadde cadde, semt semt, adım adım dolaşır.
Büyükada'yı gezer. 1934'te soyadı kanunu çıkınca, Beyatlı soyadını alır.
10 Şubat 1935'te Tekirdağ milletvekili olarak tekrar TBMM'ye girer.
1946'da İstanbul milletvekili olur. 1947'de Pakistan Büyükelçiliği'ne
getirilir. 1949'da bu görevinden, yaş haddinden emekli edilir.
Yahya Kemal hayatının bu döneminde, İzmir, Bursa, Kayseri, Malatya,
Adana, Mersin ve civarını ziyaret eder. Atina, Kahire, Beyrut, Şam,
Zahle, Trablusşam gezilerine çıkar. 1938'den itibaren, çeşitli dergi ve
gazetelerde şiirlerini yayımlar. Onun bu dönemi, sanatı için son derece
verimlidir. Ankara'da milletvekili olarak Ankarapalas Oteli'nde,
İstanbul'da ise ömrünün sonuna kadar terk etmeyeceği Park Otel'de kalır.
1943–1948 yılları arasında CHP Sanat Müşavirliği görevinde bulunur.
'İnönü'yü sevmeyişine'35 ve 'İnönü Mükâfatını almak istemeyişine'
rağmen, 1949'da kendisine İnönü Özendirme Armağanı diploması verilir.
Fakat ne elçilik, ne milletvekilliği, ne Paris hayatı, ne Boğaz'a nâzır
oteller, ne Büyükada'nın bir rüya gibi güzellikleri, ne bunca sevgi,
ilgi, şan, şöhret, ne 'dünyayı saran boşluğu hissetmemek' için sığındığı
dünyevî zevkler gönlündeki derin boşluğu dolduramamıştır. Yahya Kemal
"Yol Düşüncesi" adlı şiirinde, içine düştüğü bu derin boşluğu şöyle
anlatır:
"Ne Akdeniz'de şafaklar, ne çölde akşamlar,
Ne görmek istediğim Nil, ne köhne Ehramlar,
Ne Bâlebek'te Lâtin devrinin harâbeleri,
Ne Biblos'un Adonis'ten kalan sihirli yeri,
Ne portakalları sarkan bu ihtişamlı diyar,
Ne gül, ne lâle, ne zambak, ne muz, ne hurma ve nar,
Ne Şam semasını yâlel'le dolduran şarkı,
Felekten özlediğim zevki verdiler, heyhât!"36
1956–1957 yıllarında bütün şiirleri birer birer yayımlanır. Yahya
Kemal'in son yıllarda yazdığı şiirlerde, millî ve İslâmî değerlerin
yoğun bir şekilde işlendiği dikkat çeker. İlginçtir ki, "Koca
Mustâpaşa", "Atik-Valde'den İnen Sokakta", "Süleymaniye'de Bayram
Sabahı" gibi millî ve dinî değerlerin yüceltildiği şiirlerini henüz
tamamlamadığı yıllarda, kendisini sık sık ziyaret eden yakın dostu Prof.
Dr. Cahit Tanyol, Yahya Kemal'in yatağının yanındaki küçük masada
değişmez iki eser görür: Tarih-i Cevdet ve Mehmet Akif'in Safahat'ı.37
Fânî ömrün bitmesi
Yahya Kemal'in daha Madrid'de elçi iken 1932'de sağlığı ile ilgili
şikâyetleri başlamış ve doktorlar diyabet teşhisi koymuştu. Kendisine
perhiz yapması, her gün düzenli olarak yürümesi ve zayıflaması tavsiye
edilmişti. Evli olmadığı için düzensiz bir hayat yaşayan, lokantalarda
yemek yiyen şair, doktorların tavsiyelerine uymamıştı. Bu yüzden elli
yaşından itibaren sağlığı giderek bozulmuş, yüksek tansiyon, diyabet,
anemi, hazımsızlık ve kronik bronşit onu, her geçen gün daha çok
etkilemeye başlamıştı. En son 1957'de hastalığı iyice artmış,
dostlarının tavsiyesiyle Paris'e gidip tedavi olmuştu.
Paris dönüşü "yüzü fark edilir şekilde sararmış, dudakları solgun,
bakışları dalgındı. Hâlsiz, yorgun, bitkin görünüyordu."38 Yaşlılık da
yüreğini burkuyordu. Bir şiirinde,
"Ölmek değildir ömrümüzün en feci işi,
Müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi"39
diyordu. Artık dünya limanından demir almak gününün geldiğini düşünüyor
ve kendini 'meçhule giden bir gemi' olarak gördüğünden dolayı
korkuyordu. Gerçi zaman zaman,
"Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden,
Birçok seneler geçti, dönen yok seferinden"40 diyerek, Âhiret'i güzel
bir yer olarak düşünmeye çalışıyordu. Fakat bu son günleri nasıl
geçirecekti?
Sezmişti artık, kendisi için vakit gelmiş, dönülmez akşamın ufku
görünmüştü. Yetmiş dört yaşı geride bırakmış, insanoğlunun yaşamak
mâcerâsını görmüş ve anlamıştı. Uzun bir sonbahar gelmiş, fâni ömür
bitmiş, yaprak, çiçek ve kuş dağılmış, her şey târumâr olmuştu. Veda
zamanının geldiğini hissediyordu koca şair. Kendisinin ve insanoğlunun
hayat mâcerâsının sonunu, bir şiirinde, ne kadar da güzel anlatmıştı:
"Günler hazinleşir, geceler uhrevîleşir,
Teşrinlerin bu hüznü geçer tâ iliklere.
Anlar ki yolcu, yol görünür serviliklere.
Dünyanın ufku, gözlere gittikçe târ olur.
Her gün sürüklenip yaşamak, ruha bâr olur.
İnsan duyar, yerin dile gelmiş sükûtunu,
Bir başka musikiye geçiş farzeder bunu,
Teslim olunca vadesi gelmiş zevâline,
Benzer cihâna gelmeden evvelki hâline."41
Nihayet 1 Kasım 1958 sabahı, içinde 'en güzel dinin tekbiri'ni duymaya
çalışarak, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesi'nde Hakk'ın rahmetine
kavuştu. Yastığının altında, buruşuk, küçük bir kâğıt parçası buldular.
Üzerinde kurşunkalemle yazılmış son mısraları duruyordu:
"Ölmek kaderde var, yaşayıp köhnemek hazin,
Bir çâre yok mudur buna yâ Rabbe'l-âlemin."
Sızıntı Dergisi